Yıllardan sonra 3-5 nöbetinin öfkesi yaman olur, Putin…

Aşağıdaki yazıyı dün Facebook sayfamdan yayımladım. Buraya da koyuyorum şimdi. Daha evvel, doğumla birlikte kendiliğinden gerçekleşen “devlet-birey sözleşmesi” üzerinden hareketle, bu sözleşmeden usülünce caymayanların zorunlu askerlikten de caymasının diğer bireylere (topluma) nasıl zarar vereceğinden de detaylıca bahsetmiştim. O yazı burada yok, eski Facebook profilimdeydi, bir şekilde bulup çıkarabilirsem eklemek istiyorum. Her neyse, işte çoktan tezkeresini almış Kör Kasaturalı Mehmetçiklerin düşüncelerine tercüman olduğumu sandığım o yazım…

ilsad-ozkan-askerlik-2006

Herkese merhaba! İlk olarak Rusya’yı uyarıyor ve kendilerine, her ne kadar 10 sene öncesinden de olsa, Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda çekilmiş fotoğrafımı gönderiyorum. Zannediyorum TSK orantısız güç olur, tehdit olur vs düşüncesiyle benim fotomu henüz servis etmemiş ama benim o kadar tahammülüm yok, şimdiden uyarıyorum yani! Gerçi bana seferberlik çıkmadı ama savaş mavaş olursa pas geçmez beni de çağırırlar; dolayısıyla şu saatten sonra 3-5 devriyesi at deseler, yemin ediyorum helikopterden helikoptere atlaya atlaya Moskova’ya kadar gider, buna sebep olan Putin’le konuşurum, hayırdır siz falan, n’oluyoruz komrad derim! Örselerim, itibar kaybettiririm. Demedi demeyin… Neyse efendim, malum, ülke olarak şu kışta, şu Kasım ayında sımsıcak günler yaşıyoruz; bir tarafta uçaklar helikopterler, öte tarafta Türkmenler ve tırlar vs… Bunlar birtakım boş beleş laflardır, hayat basittir; Atatürk’ün de dediği gibi, hayat yalnızca bir mücadeledir ve doğadaki mücadele kanunları geçerlidir. Güçlü zayıfı, akıllı ise aptalı ezer/sömürür/yönetir/kullanır/hükmeder. İnsanlık dediğimiz kavram, bizim idealize ettiğimiz bir hedeftir esasen. İnsan olmak demek, hak ve hukuka dayalı adil bir düzen kurup bu doğaya dayalı hayvansı ortamı kaldırıp uygarlıkla ikame etmek demektir. Savaş ise, şu dünyadaki en ama en iğrenç birkaç şeyden biridir (ilk sırayı bizim TV dizilerimiz almış sanırım, o ne kalitesizlik öyle, ıyy). Neyse. Gelin görün ki doğasının sınırlarını aşamayan hayvanların her birinden çok daha vahşi olduğumuzu ispatlayan bu şeyleri, yani savaşı ve dizileri, zekâmızla yine biz uygulamaya geçiririz. Dolayısıyla birileri sizinle savaşıyorsa, o noktadan sonra uygarlıktan bahsetmeniz sersemliktir, boşunadır. Demek ki neymiş, yurtta barış dünyada barış ama savaş varsa, en son ve tek çare kaldığında biz de sonuna kadar savaşmalıymışız, aksi demek yok olmak, aşağılanmak, kullanılmak vs vs demektir. Rus kardeşlerimiz son yıllarda Gürcistan’dı, efendim Ukrayna’ydı derken tabii biraz gaz biriktirince eski -ve eski kalması gereken- düşmanlarını hatırladılar belki de, bilemiyorum. Biz barış dedikçe coğrafi hinterlandlarımızı bırakın, doğrudan egemenliğimize kast eder oldular. Oldu mu yani? Olmadı. Etme Moskof etme, bizim derdimiz bize yeter, dürtükleme. Yanisi, Rusya’nın güç denemeleri başarıyla sonuçlanınca işin ucu geldi bize de dokundu, gerisi lafıgüzaf. Heriflerin elinde bir bomba var, 1000 megaton, yanisi 1000 atom bombası gücünde (Çar Bombası). Olabilir. Tankı topu tüfeği şöyle böyle; olabilir. Bunlar da boş laflardır. Askerî analiz kastırmaya gerek yok şu amatör hâlimizle ama savaş öyle füze sallamakla kazanılsaydı ABD şu anda yegâne devlet olarak kalmıştı dünya üzerinde. Neyse yani, 6 yıldır kaynayan kazan kaynamaya devam ediyor, bakalım sonu ne olacak ama zaten yeterince hatta fazlasıyla dram varken, ulan millet orda burda evsiz barksız, aşsız ilaçsız sersefil olmuşken, hayır yani amacın ne senin? Ölenler öldüğüyle, yaralılar sakatlığıyla, kaçanlar da unutamayacakları acılarıyla kaldı zaten. İşte savaşın kaçınılmaz sonucu bu. Buradan Putin’e bir kere daha seslenmek istiyorum, gel seninle Beylikdüzü’nde bi’ fitness salonu açalım, bu aralar iş yapar oralar bak. Size de tavsiyem, Türk medyasını, istisnasız hangisi olursa olsun, tamam takip edin de öyle çok ciddiye de almayın, ağzı olan konuşuyor genelde, beyni olan değil. Savaş mavaş öyle kolay değil, burası gariban Gürcistan değil, bakınız ben ve kasaturam göreve hazırız, işte, görüyorsunuz. Savaşmamak için birtakım tavizler verilmesini öneren serserilere de kulak asmayın, tek taraflı tavizler acziyet olarak yorumlanır, üzerinize çökerler. Herkes işini yapsın, işini en iyi şekilde yapsın, vatana en büyük hizmet budur. Başbakan falan olursanız o zaman siz de konuşup durun, yoksa oy veriyoruz diye altyapı, birikim ve konuya ilişkin eğitilmiş zekâ falan gerektiren şeylerde ne konuşsanız ayakları kolay kolay yere basmaz. Bakıyorum herkeste bir savaşa girersek şu olur bu olur geyiği var, valla benim hiçbir fikrim yok, bir tek kör kasaturamız var işte, yürü aslanım, yürü kaplanım derlerse gideriz, demezlerse gitmeyiz. Onu demedikleri müddetçe bakarız kendimize, ailemize, çevremize, milletimize, devletimize, insanlığa ne hizmet üretebiliriz, hizmet üretenlere nasıl katkıda bulunabiliriz diye. Hepsi o. Yeter ya valla yeter, bazen sırf milletin çenesi kapansın diye savaş çıksın istiyor insan (!). Yav işte insan hayatı ucuz mu o kadar, siyaset var bu işin içinde bak o işler öyle olmaz diyenlere de hadi ordan derim, savaş tabii ki ve asla çıkmasın, zaten bilen bilir ben bizzat şahsen kendim feci barışçı bir insanım (inanmayan ısrarla bana sataşan edepsizlere sorabilir). Ama bir şekilde çıktıktan sonra artık başa gelen çekilir moduna girip mücadele etmekten başka hiçbir onurlu çare de kalmaz insanın önünde, fizyolojimiz bile böyle ne yazık ki (kaç ya da savaş), barış sonraki adım oluyor, savaşmadan barış gelmez, yani saldırı durumundan sonra barışmak için bile savaşmanın gerekmesi gibi saçma bir dünyamız var maalesef. Neyse. Vatan yoksa hiçbir şey olmaz, (savaştan kaçanlara sorun size anlatsınlar vatansızlığın, yurtsuzluğun ne demek olduğunu). Dolayısıyla her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bu gibi olağanüstü durumlarda isterse 45 yıllık TKP’li olsun, e bari bugün biraz devletçi olsun, küçük hesapları bıraksın, birlik olsun. Olmayan da olmasın tabii o başka, zorla değil a!

A Faulty Gaydar

an-honest-liar

Bazı insanların, her neden ve nasıl bilmesem de, homoseksüel erkekleri çabucak sezme becerisi var. Sanırım bu beceri bende yok veya varsa da çok az. Çünkü açık bir delil olmadıkça böyle bir olasılık çoğu zaman aklımın ucundan geçmiyor, aklımdan geçse de “Yok canım, daha neler sen de!” diyorum. Aslında, daha evvel başıma gelen birkaç olayda bunun örneğini görmüştüm, örneğin eskiden Facebook profilim varken soru sormak için ısrarla yazan birkaç erkek homoseksüel olmuştu, ben çoğu zaman ihtimal vermemiştim bariz bir ifade olmadıkça. Zamanında o dönemki kız arkadaşımlayken de buna benzer bir şey olmuştu da, “Yok canım, bazıları biraz efemine oluyor ama bu demek değildir ki…” veya işte ne bileyim, “Çok efendi, kibar yetişmiş, nazik biri belli ki” falan diyordum. Dün veya bugün de erkek homoseksüelliğinin doğasını, gerçekleşmesini, nasıl mümkün olabildiğini anlayabilmiş değilim, kelimenin tam anlamıyla benim için empati yapılması imkânsız ve anlaşılmaz bir alan diyebilirim. Benim için örtülü veya açıkça söylenmeyen homoseksüelliği anlamak da en güç olaylardan biriydi sanırım, mesela dışarıya yaptıracağımız bir iş için bir sanatçıyla çalışacak olmuştuk da gelen çalışmanın “Ben buradayım!” diye bağırmasına karşın ben sadece tepki amaçlı kızarken ve sadece o anlık bir öfkeyle bu ithamı yaparken, o kız “Tabii öyle, anlamadın mı?” demişti. Evet, o gerçekten de anlıyordu, seziyordu ve muhtemelen çoğu zaman da yanılmıyordu. Böyle bir erkek arkadaşım da var ama onun yanılıp yanılmadığını bilmiyorum ama bana sorarsanız, sallıyor da olabilir. Nasıl anladıklarını veya anladıklarını sandıklarını bilemiyorum ama önemsediğim de söylenemez.

Kendi adıma, bu olaylardan sonra bana yapılan “Sen nasıl anlamazsın ya?” şaşkınlığını da anlamıyordum çünkü bana kalırsa ben de aslında bu konuda gayet feraset ve sezgi sahibiydim! Ha, anlasam ne olurdu, benim için bir rahatsızlık olmadıkça umurumda da olmazdı sanırım, yani banane, ona ne… Yine de kendi yetisizliğimin enginliği hakkında, geçen aylarda “An Honest Liar” dökümanterini izleyene kadar bir fikrim yoktu. Sandığımdan çok daha sezgisizmişim, a dostlar.

Belgeselde konu edilen vatandaş oldukça yaşlı, bir de “dostu” var, genç bir göçmen işte. Bunlar işte aynı evde yaşıyorlar (aynı evde yaşadıklarını da geç anlayabilmiştim), belgesel arada bunları da gösteriyor. Çocuk duvarlara resim falan çiziyor. Ben diyorum ki yaşlı adam olan Randy için, “Ne iyi adam, bu çocukta yetenek görmüş ve yardımcı oluyor ona,” falan. Ondan sonra sarılıyorlar birbirlerine, ben de “Ne dostluk,” diyorum. Genç çocuk, Jose, yaşlı dostuyla ilişkisinden bahsederken kendilerini “couple” olarak tanımlıyor ve ben o sırada “Hayata karşı birlikte durmuşlar demek, e tabii bu da çok önemli bir birliktelik” diyorum. Bu arada hem Jose hem de Randy film boyunca hiçbir şekilde evli olduklarına dair bir emare taşımıyor, hatta sanırım bir yerinde bekâr olduklarından emin oluyorum ama ben bu sefer, “Kafalarına göre bir kadın bulamamışlar ya da işte sevmişlerdir de olmamıştır, kim bilir nedir, yazık…” falan diyorum. Jose biraz kırıtıyor arada bir, işte o an bi “Lan yoksa!” oluyorum, sonra da yok ya hu deyip hem öyle olsa bile Randy iyi adam, yani onu bağlamaz ki diyorum, o ona destek oluyor sadece diyorum (Randy’de para çok zira ve halkı aydınlatan halksever birisi). Belgeselin sonuna doğru, Jose, kendi ülkesinde homoseksüel olduğu için canının tehlikede olduğundan ve kaçmak zorunda kaldığından falan bahsederken ağlıyor ve bende jeton düşüyor, tabii ya diyorum, hele helee, belliydi ya zaten diyorum ama aklıma hâlen Randy ile aralarında cinsel bir şey olabileceği gelmiyor, aslında, aynı anda iki kişiyi birden homoseksüel kabul etmek benim algı sınırlarımı baya bir zorluyor olsa gerek. Randy de öyle aman aman erkeksi falan değil de, yaşlılığına veriyorum tavırlarını, hem zaten dediğim gibi, ben yani erkeksilik-kadınsılık olayının hüküm vermeye asla yetmeyeceğine inanan biriyim.

Derken efendim, belgeselin beni bile birkaç kere sorgulatan ve bazılarına göre çok açık olan bu gibi verilerine karşın ben hâlâ olayı anlayabilmiş olmuyorum. Belgeselin sonuna doğru Randy ile Jose, homoseksüel evlilik yasallaşınca, evleniyorlar ve ben resmen şok geçiriyorum kısa bir süre, sonra da kendime gülüyorum, bildiğin kahkahayla gülüyorum ve bu konudaki cehaletimin devliğine kendim bile şaşırıyorum bu sefer

Gel gör ki, bu tecrübeden sonra bile bu yeteneksizliğimde bir değişiklik olacağını sanmıyorum. Niye böyleyim onu da bilmiyorum, anlayan nasıl anlıyor onu da çözebilmiş değilim. Ben de mi var bir basiretsizlik, ya da yani nedir abi birisi açıklasın. Komik olabiliyor çünkü bu durum. Kendi adıma, askerdeki benle bugünkü ben arasında öyle aman aman bir değişiklik yok bu gibi kişileri sezme konusunda. Askerde de üst devre bir çavuş vardı, ben her ne kadar çok şakacı olsam da insanların el kol şakası yapamayacağı bir aura yaydığımdan olsa gerek bana bulaşmaya teşebbüs edemese de, üst devrelerden bir çavuş bazı alt devrelerin kucağına otururdu. Yani, misal adam sandalyede oturuyor diyelim, etrafta da çok kişi yok, bu çavuş gidiyor oturuyor kucağına, buna küfrediyorlar ittirip, bu gülüyor tekrar oturuyor falan. Elbette çok çirkin, neresinden baksan yakışıksız, benim aklımın alabileceği bir olay değil ve her şeyden önce de aptalca, fakat yani ben diyorum ki “Cibeliyorlar işte, heh heh, askerlik işte sıkıntıdan ne yapacaklarını şaşırıyorlar”. Yani bakış açım bu. Ki bazı insanlarda el kol şakaları çok olur, biraz da ona bağlıyorum. Biraz tiksinç bulmakla birlikte tüm olaya “şaka” olarak bakıyorum. En sonunda, aylar sonra, o alt devrelerden biri söylüyor, kucaksever çavuş tarafından kendisine açıkça teklif edilmiş. Şok olmuştum. Nasıl yani, gerçekten mi falan diyordum ve herhalde birkaç dakika inanmayıp, yok canım yanlış anlamışsındır falan demişliğim vardı.

Kendimi görmüş geçirmiş, uyanık biri sayarım ama bu konudaki safdilliğimin, bozuk “gaydar”ımın* açıklamasını kendime yapabilmiş değilim tam olarak. Şimdi diyeceksiniz ki, senin çevrende yoktur diye belki. Alakası yok! Bu blogda, her ne kadar sonradan silmiş olsam da, çocukken tanıklık ettiğim çeşitli şeyleri paylaştım (ben tamamen silmek istememiştim ama çöp kutusunda bir ay bekleyince otomatik olarak tamamen silinmiş ne yazık ki), okuyanlar hatırlar, yani ne “kabadayıların” ne haltlar yediğini anlatmıştım. Dolayısıyla, bana göre bir erkek homoseksüel her türlü biçim ve tarzda olabilirdi zaten, orada sorun yok. Yani, milletin tırs tırs tırstığı biri de olabilirdi, bir serseri de, feminen biri de… Dolayısıyla, bu bozuk gaydar’ın sebebi “görmemişlik” olmasa gerek, var yani toplumda, görüyoruz, duyuyoruz, hayır yani herkes kadar biz de görüp duyuyorken misal benim bir gay’i ayırt edemeyip başka birinin ayırt etme sebebi nedir? Bu gücü nereden almaktadırlar. Kıskandığım falan yok da ne bileyim, öyle saf saf davranmayalım en azından.

İşte böyle. Demin, birisine “An Honest Liar” dökümanterini önerirken videoyu açıp biraz izlettirdim de Jose ve Randy’i tekrar görünce bu aklıma geldi, not edeyim dedim. Bu arada, eski notlarımın silinmesine de üzüldüm, bilgisayarda yedekleri yoktu. Aslında WordPress eskiden silinmezdi çöp kutusundakiler, güncellemelerin kurbanı oldular demek ki, yeni bir özellik olsa gerek.

* gaydar: İnternet âleminde “gay radarı” kısaltması olarak kullanılan uydurma kelime.

 

Muhtaç olduğumuz kudret, şuralarda bir yerlerde olabilir…

Birkaç satır karalayıp sonra dosyayı kapatıp geri dönüşüm kutusuna gönderme işlemini, birkaç saat içinde, üç defa tekrarladım. Bunu, bir yazarın daktilosuyla yazdıklarını beğenmeyip o kâğıdı buruşturup atmasına benzetebiliriz, bu durumda üç buruşturulmuş kâğıdım olacaktı. Daha eski zamanlarda parşömenlerin, papirüslerin bu kadar kolay harcanabileceğini sanmıyorum. Herhâlde zengin bir yazar değilseniz kolayca o değerli yazı nesnelerini bu kadar hesapsız kullanamazdınız. Bu sebepten antik metinlerin üzerinde, genel olarak, daha fazla düşünülmüştür.

Hakkında konuşmayı çok sevdiğim Antik dünyaya daha fazla dalmadan tekrar kendime dönüyorum. Sildiğim dosyaların bir yenisini daha açmayı düşünmezken, eski bilgisayarımdan aktardığım dosyalarıma göz attım. “Notlar” adı altında, iki buçuk yıl önce oluşturulmuş bir dosyayı açtım. Herhâlde dosya adına çoğul ekli isim verdiğimde iyimser davranmışım, çünkü dosyanın içinde tek bir not vardı. Birkaç yüz kelimelik tek bir paragraf, bir romanın parçası olarak düşünmüşüm. İlk okuduğumda, notu ne zaman ve nasıl aldığımı hatırlamadım ama gerçekten beğendim; başarılıydı, iyiydi. Bu eski notu alıp güncel notlarımın arasına taşırken, yazdıkça aslında gayet güzel şeyler ortaya koyabildiğimi fark ettim, bu da benim keyfimi biraz yerime getirdi ve bloguma, şu an okuduğunuz notu almamı sağladı. Evet, bazen, bize lazım olan şeyin nereden çıkıp geleceğini hiç bilemiyoruz.

“İnsaf, bu kadar eziyet…”

Servisin radyosunda ya her gün aynı kaset çalıyor ya da şoförün hep tercih ettiği bir istasyon o günlerde her sabah aynı sırayla aynı şarkıları çalıyor. Beyaz Peugeot minibüsün camına yaslanarak dışarıya bakıyorum, Nergiz’den geçiyor araç, tam da buralardan geçerken hep aynı şarkıya denk geliyoruz, Candan Erçetin’den “Umrumda Değil” şarkısı. “İnsaf, bu kadar eziyet kim çeker! / Her lafı her sözü ayrı keder / Özrü kabahatinden de beter!” diye isyan ediyor ancak daha sonra klibinde de görebileceğimiz gibi neşeli bir şekilde söylüyor bunu.

Cama vuran seyrek yağmurun damlaları usul usul akıyor gözümün önünde, henüz tam olarak uyanmamış şehrin sokaklarını bu filtreden geçtikten sonra görüyorum. Islak, tenhaca sokaklar. Güneşin doğduğunu bildiğimiz ama bulutların örtmesi yüzünden henüz o grilikten kurtulamamış şehirde tek tük sahiplerinin açmakta olduğu dükkânlar. “Kapıma dayanma sakın, yakarım inan, yakarım / Rezil olur ele güne, aldırmadan hiçkimseye, yaka paça seni atarım!” demesinde anlamca bir hüzün yok mudur? Yine de gülüyor o. Belli belirsiz beni de gülümsetiyor ve o zamandan bu yana onu bir müzisyen olarak beğeniyorum, şarkılarını, söyleyişini, ağzındaki yamukluğu seviyorum.

Onu hep, belki daha o zamanlar bile İstanbullu bir gayrimüslim kadın karaktere benzettim. Sanırım onu gördüğüm ilk seferde bu düşünce oluştu kafamda ve gitmedi. Bana sorsanız ona Rum ya da Levanten derdim. Bu yazıyı yazarken merak edip baktım, hâlbuki Kırklareli doğumluymuş, göçmen kökenli olmalı.

Gece yine gizli gizli kitap okuduğum için uykusuzum, kendime kitaplardan ve oyunlarımdan başka kaçtığım alanlar yaratmamışım henüz. Bunun için dışarıya bakan gözlerim yorgun, yolda giderken ayılırım. Her okul günü servisle geçtiğimiz bu yoldan, dört sene sonra bu sefer yayan olarak liseye gitmek için geçeceğimi hayal bile edemiyorum. Geleceğimi pek de hayal edemedim zaten, uzun yıllar. Belirsizdi, hedefsiz; yaşıyordum işte, aslında öylesine.

Candan Erçetin yaşamımda asla önemli bir yer tutmadı, ancak bana geçmişe açılan bir kapı zili görevi gördüğü de şimdi söylediklerime göre meydanda. Arada bir geçmişimizi ziyaret etmeliyiz zaten, büyüdükçe, küçükken gezdiğimiz yollardan yine geçmeliyiz. Hiçbir şey için olmasa bile, sırf yüzleşmek için, kendimizle. Bunun için de şart değildir o yolları fiziken geçmemiz, yalnız oturduğumuz yerden yapabiliriz bunu. Benlik, kimlik arayışında ister onayalım ister pişman olalım, bu türden bir muhasebe olgunlaşmak için zorunlu.

Yazmaya başlayış…

Yazıyla aramdaki ilişkiyi anlatmayacağım, kafanız şişer, üstelik benim de bilmediğim pek çok ara sokağı olduğundan düzensiz aktarırım, bu nedenle sizin aklınızda da bir şey kalmayabilir. Bununla birlikte, dengesiz bir yazar oldum. İyi örneklerle kötü örnekleri farklı zamanlarda veriyorum, bugün iyi yazıp yarın kötü yazabiliyorum. Geçen eski fitness yazılarımdan birini açtım, kısa, ama heykel gibi. O yazıyı nasıl yazdığımı hatırlıyorum; önce beni harekete geçiren tepkimle yazmış, bir gün dinlendirmiş, ardından işlemiş, ardından da kız arkadaşımın önceden yaptığı rica üzerine biraz entelektüel sos gezdirmiştim üstünde.

Fitness, sağlıklı yaşam ve sporla ilgili yazmak benim işimdi, dergim yıllardan sonra adamakıllı gelir getirmeye başlamıştı, üstelik son fitness yazılarımda kendimi bulmuştum. Kitabı yazdığım dönemdi, fakat kitaba yansıtamadım o kalemi, yansıtamadım çünkü dergi yazısı ve kitap yazımı benzer görünse de farklı.

Konu o değil, her neyse. Uzun bir duraklama içindeydim. Aklıma çeşitli zamanlarda gelen onca şeyi yazmıyor, bazen sadece notlar alıyordum. Ne ikinci fitness kitabımı yazıyordum ne de diğer kurgu çalışmalarıma, denemelerime ilgi gösteriyordum. Birbiri ardınca gelen boş, bomboş günler. Mesleğimi sorarlarsa yine yazar diyordum, ne yazıyorduysam; fitness yazılarına tam da üslubumu oturtmuşken birden son vermiştim, kurgu yazılarım ise oturmamış, üstelik çok az ürettiğim şeylerdi. Olsun, ben bir yazardım. Kendi düşüncelerime ek olarak abim de yazarlık üzerine tavsiyelerini veriyor, düzenli çalışmanın öneminden bahsediyordu arada sırada, hak veriyordum o anlatırken ama sonra aynı tas aynı hamam, birkaç zıplama, sonra yine durgunluk.

Bugün, oldukça önemsiz görünen bir konuda kafama hemen bir yazı geldi. Bugüne kadar gelen onca yazı gibi onu da umursamadım, erindim. Yazmadım. Günün ilerleyen saatlerinde düşündüm, insanlar benden ne bekliyordu? Yazmamı. Yazıyor muydum? Hayır. Sonra oturup bir görev gibi o yazıyı yazdım, baktım, eh, fena da okunmuyor. Zaten okunmasaydım yazmaya devam eder miydim bilmiyordum, kimsenin satın almadığı şekerleri kaç gün boyunca o köşede durup satmaya çalışırdınız ki? Yine de yazardım sanırım, ben kabul etmek istemesem de bende “eşek inadı” olduğunu kabul etmeliyim sanırım, abim farkında ve zaten bu benzetme de ına ait, tabii bu inatçılık giriştiğim işlerde böyle işe yarıyor. Öte yandan, yazarlıktan vazgeçmemekle birlikte başarısızlığa pek tahammülüm olmadığından, okundum, ölmezsem daha çok okunacağım ve belki öldükten sonra daha da çok, bilinmez orası gerçi. Her neyse. Konuyu yine dağıttım. Zaten kolayca dağıtırım.

Gün içinde tekrar düşündüm o yazıyı nasıl yazdığımı. Görev bilincini aylar sonunda en sonunda sindirdiğimi, içselleştirebildiğimi fark ettim. Yazar’dım, öyleyse yazmalıydım. Yazar’san, yazıyorsundur, yazmalısındır.

Bir şey daha fark ettim ama, fazlaca kaygısız biri olduğumdan, yazı için asla oturup düşünmemişimdir. Hiçbir zaman durup da acaba ne yazsam dememişimdir, konular daima kendiliğinden önüme düşmüş, kafama esmiş, nihayetinde hazır bulmuşumdur. Belki de bu yüzden az yazı ürettim.

Baktım, bu blogu ilk açtığımda içinde bulunduğum duygusal boşluktan kurtulmaya çalışmışım biraz da. Sonra, her zaman tepki olarak yazmışım (çoğu yazıda siz fark edemeseniz de ben biliyorum). Ampul yandı. Motivasyonumu yitirdiğimi düşünmeye başlamışken o ampul yanıverdi! Motivasyon falan, kimin umurunda, görev adamıydım ben, her zamanki gibi, görev adamı Mustafa. Askerde bir çavuşun yükselebileceği en yüksek seviyeye yükseldim (subaylardan daha etkiliydim), en alçak seviyeye de kendi isteğimle indim (neredeyse gün boyu keyfimce yatabiliyordum), sayısız farklı görev yaptım. Joker diyorlardı bana, hep bir görev, istemesem de mümkün olan en iyi şekilde yapıyordum. Askerliğin görevleri gerçekten sıkıcı olabiliyordu üstelik, ama kendi seçtiğim görevler öyle değildi. Nasıl da spora, yıllardan sonra tekrar başlamıştım, bu düzensizlikte üstelik, üstelik evde, fena da gitmiyorum. Her antrenman günü, canım hiç ama hiç istemese de mazur bir mazerete maruz kalmadıysam sakince kalkıp görevimi yapmaya başlıyorum. Antrenmanlarımı görev olarak sindirebildim, güzel, sonunda. Yazıda ise motivasyon kaybı var sanıyordum. Yokluğu ya da varlığı önemli değildi ki, yeni fark ediyorum. Diğer işlerde motivasyonu aramıyordum ki, yazıda bunu unutmuştum, daima motivasyonla yazdığım için, profesyonelce hiç yazmamıştım aslında!

Yazılarımı düşündüm sonra. Kendimi verdiğimde ve yazdıktan sonra üzerinde biraz çalışınca, kime göstersem çok beğeniyor öyle yazılarımı. Biliyorum, çünkü bilindik kelimelerle, tanıdık cümle yapılarına özgünlüğümü nasıl katacağımı keşfedeli oluyor biraz. Öte yandan, bazen berbat yazıyor, yetmezmiş gibi üstünde de hiç çalışmıyorum o yazıların ama onları bir şekilde okura sunuyorum. Çok dengesiz bir görüntü çizmiş olmalıyım bugüne kadar. Taslaklarımı kendime saklamalıydım oysa. Bak şimdi yanlış da anlaşılmak istemem, her sanatkâr/zanaatkâr gibi yazarın da düşünmeden, tasarlamadan, kendi ilhamının, kendi metninin peşinde gitmesi çoğu durumda sanatsal değer açısından önemlidir, yazıya da mutlaka siner ayrıca, dolayısıyla mühendis gibi yazdığım sanılsın istemem. Fakat en kontrol dışı, bilinçaltının akışında denetimden geçmeden çıkmış satırlar bile, değiştirme yapılmayacaksa bile bir süzgeçten geçmeli. Sanırım bu zamana kadar kendime yazar olarak bakmaya alışık olmadığımdan, okurlarımı da pek umursamadığımdan bunu çok ihmal ettim.

Pek uzatmaya gerek yok. Beni bilgisayarın başına yazmak için oturtmayan iç engelin ne olduğunu keşfettim ve bugün onu ortadan kaldırmanın mutluluğunu buraya not ediyorum. İstemesem bile, antrenmanım gibi, görevim olduğu için yapmalıyım. Dedim ya, benim kendime biçtiğim görevlerim sıkıcı değil üstelik, çoğu zaman başlamak zor oluyor sadece; sonrası zor bile olsa haz verici, hele bir de bitirdikten sonra…

Kediler ve köpekler

kedi-ve-kopek

Köpekler ve kediler farklıdır. Köpek, bir çeşit sevilmeyi öğretir insana, her zaman da sağlıklı olmayabilir o tür bir sevgi; kedi ise sevmeyi öğretir insana ve birisiyle birlikte olmak istiyorsanız onun sizi sizin istediğiniz gibi sevemeyebileceği gerçeğine de alıştırır sizi. Köpek, sevgisini karşılıksız verir; kedi ise, sevgisine layık olmanızı bekler. Köpek size ait bir mülkiyettir, kedi sizden ayrı bir şahsiyet.

Köpeğe işkence edersin, boyun eğer, unutur, stresini içine atar, kendi kendini yer bitirir, ağlar sızlar, haykırır ama yine sever seni; kediye işkence edersen gider ve asla geri dönmez, arkasına da bakmaz. Kedi, kolay kolay kendisinden çok sevmez seni, iki lokma yemek verdin, biraz oynayıp sevdin diye kendisini yok etmez senin için. Fedakârlık da gerekmedikçe yüce değildir zaten.

İnternette görmüştüm, kendine vuran ve ardından ağlamaklı sesler çıkaran sahibini durdurmak için çırpınıyordu bir köpek. Köpek böyledir, sevdiklerini korur. Kedinin yanında vurun kendinize, ya hiç yüzünüze bile bakmadan yalanmaya devam eder ya da şaşkın şaşkın bakıp ne yapıyor bu salak der. Kedi, size ve sizin kararlarınıza saygılıdır bir yandan ama aynı saygıyı sizden de bekler. Kedinin sevmesi de beklediği sevgi de olguncadır. Ve sadıktır seven bir kedi, şüpheniz olmasın.

Köpekler de sevgiyle daha güzel olur ancak dedik ya, toleransları yüksektir, egoist bir sapığa bile bağlanabilir zavallıcıklar, vefa duygusunu zirvede yaşayabilme yetenekleri vardır. Kedi ise açlıktan ölmeyi tercih eder, dün çok iyiydik, bugün neden bana işkence ediyor, olsun, yine de onu seviyorum demez.

Kedi, sizi eğlendirmek istemez, canınız isteyince oynamaz örneğin; canı isterse oynar ve katılmanız için de sizi zorlamaz, canınız ona katılmak istemişse sizi kabul edebilir ama.
Köpek, tahakküm etmek isteyen yönümüze yanıt verebildiği, bize bunu yaşatabildiği için de tercih edilir bazı zavallılar tarafından. Kedi ise, özgürlük nedir bilen ve birliktelik nedir anlayan insanların arkadaşıdır. Kedi, sevgi yaratmasını bilenlerin; köpek ise ben şerefsizin teki de olsam beni sev diyenlerin vazgeçilmezi olabilir (yanlış anlaşılma olmamıştır umarım, bu karakterdeki birinin tercihini köpekten yana kullanacağını söylüyorum).

Ben her ikisini de çok severim, ancak, kedilere biraz daha fazla yakınlık duyarım.

İlşad isminin anlamı, İlşad ne demek?

İsmimin anlamını soranlar oluyor, detaylı bir yanıt yazmam iyi olacak. Öte yandan, net bir insan olduğum için, muhabbet açmak için ismimi soranları ayırt edemiyorum zaten, ben soruya odaklanıyorum. Yani, neresinden baksanız, kendim için faydalı bir şey yapıyorum şu anda.

İlşad ismi, “İL” ve “ŞAD” sözcüklerinin birleşimiyle oluşmuş ama bileşik ad ya da sözcük diyebilir miyiz emin değilim. Zira, her iki kelimenin de anlamı korunuyor, dolayısıyla bileşiklikten ziyade bir “birliktelik” var aslında. Doğru yazılışı vurgulanmak istense İL-ŞAD diye yazılması daha uygun olurdu. Benim soyadım dışında üç ismim daha var, ilk iki ismim Osmanlı Türkçesi ve Arapça kökenli, fakat çok sevdiğim adlar: Mustafa Kemal.

İlşad’a dönecek olursak, ilk önce “il” kelimesini ele alalım. İl; esas olarak devlet demek ama ülke, barış (devletin olduğu yerde barış olduğundan) ve diyar gibi ikincil anlamları da var. Hani deriz, “Bizim eller (iller) şöyledir,” veya “yaban ellere (illere) gitme” diye, aynı anlamını korur bugün de. Zaten günümüz Türkçesinde de bu kelimeyi “şehir” anlamında hem konuşma dilinde hem bürokraside kullanıyoruz. Oysa eskiden “devlet”i yani bir sistemi ifade edermiş.

“Şad” kelimesi yanıltıyor insanları, çünkü “şad etmek” gibi kelimelere bakarak bunu Osmanlı Türkçesinde kullandığımız “şad” ile karıştıranlar çok oluyor. Farsça şad kelimesinin anlamı TDK’ya göre “sevinçli, neşeli” anlamına geliyor.

Nişanyan Sözlük’e de baktım, bu noktada söylemem gerekiyor ki, Türkçe etimoloji konusunda Nişanyan her zaman biraz abartılagelmiştir. Çalışmalarını yok saymak mümkün değildir, reva da olmaz fakat abartılmaktadır. Bu konu ilginçtir. Bu algının oluşmasındaki sebep kendisinin etimoloji merakının anaakım medya tarafından allanıp pullanarak karşımıza konmuş olması. Bir diğer nokta, kendisinin hem Ermeni hem de Ateist olması, dolayısıyla ne yazık ki sırf bu sebeplerle gadre uğraması. Fakat bu mağduriyeti yüzünden yaptığı kimi işler de biraz abartıldı. Türkçe etimolojisinde Nişanyan’ı tartışılmaz otorite kabul etmek isteyen safdiller, okumuş cahiller türedi. Üzücü bir noktadır, Nişanyan bu algıya kendi de kapılır gibi olmuştu bir dönem, şimdi ne durumdadır bilmiyorum ama umarım o günleri geçici bir ego coşması olarak değerlendirir.

Şad kelimesine dönebiliriz. Şad ya da şat kelimesi Nişanyan’ın etimolojik sözlüğünde kendine yer bulamamış, Farsçasını almakla yetinmişler. İstemeden Türk dilini eksiltmişler. Bu kelime Garibname’den önce de kullanılmıştır, ayrıca eski Türkçedeki şad’ın Hintavrupa köküyle de alakası görülmemektedir.

Şad kelimesi Orta Asya Türklerinde bugün de kullanılıyor, Türkî cumhuriyetlerde “şad”lı isimler var. Bizde de var, Kürşad ismi bunların en yaygını olabilir. Dilşad ismi ise öz Türkçe değil, Farsça tamlama, “dil” yürek, gönül demek; dilşad ise “gönül sevindiren” anlamına geliyor. Kadınlar için tercih edilir.

Eski Türkçedeki Şad kelimesine baktığımızda, onun bir unvan olarak kullanıldığını görüyoruz, “yabgu” gibi. Yabgu kelimesine internetten bakabilirsiniz. Şad, askerî ve/veya idarî kullanılan bir unvan fakat soyluluk anlamı da var. Prens benzetmesi de yapılabilir bu kelimenin anlamı açıklanırken.

Dolayısıyla İlşad dediğimizde “İl’in şadı” yahut “il şadı” anlamı vardır. Bu isim tamamen Farslarla tanışmamızdan öncesine ait. Yönetici anlamı taşıyor yani bizim şad’ımız.

Babam koymuş bu ismi bana, Türkçüdür kendisi ancak yobaz, taassup sahibi falan değildir. Babam Kuleli Askerî Lisesi’nden sonra Harbiye’ye gidip oranın seçkin öğrencilerinden oluyor. Bugünkü gibi o zaman da orduda çeşitli sorunlar var tabii. Kendisini Harbiye son sınıfta Ülkücü öğrencilerin liderlerinden biri olduğu için teğmen çıkmak üzereyken atıyorlar, fakat söylemeliyim ki, o yıl Harbiye mezun vermedi diyenleri duydum, son sınıfların hepsini atmışlar sanıyorum. Sonrasında da 80 İhtilali yapılıyor zaten. Birkaç yüz kişi olmalı tüm son sınıflar atıldığına göre. Daha sonra, siyasi olaylarla hiçbir ilgisi olmayanlardan bazıları davalar açıp Sağ-Sol dâhil hiçbir siyasî olayla ilgilerinin olmadıklarını ispatlayınca geri alınmışlar orduya. Bu hukuk mücadelesini verip kazanan 70-80 kişi olmalı. Babamın ise alakası olduğu için geri dönmek için çabası olmamış. Babamı Ordu’dan bu şekilde atmaları komiktir sanırım, subayını “milliyetçi” diyerek saflarından kovmak bir ordu söz konusu olunca garip gelir. Asker gariptir zaten, her zaman da adil olmayı becerememiştir. Solcuları zararlı gördüğünden, ABD’nin de etkisiyle atınca, başka görüşten olanları da atıp dengelemiş kendince sanıyorum. O dönemin Sağcı ve Solcularının, dış ve iç siyasi çıkar bağları olmayanları, her biri kendince vatanı seven ama farklı yöntemleri benimseyen isimler. Çoğu sonradan geçmişinden ders çıkarıp bir araya gelebilmiştir. Mesela babam bugün Sarp Kuray’la tanışık hatta arkadaş denebilir sanırım, ben öyle biliyorum. Bu anlattıklarım konumuz dışıdır, not etmek istedim, kendim için de biraz.

Sonuç olarak İlşad ismine bugün daha çok bilinen İngiliz aristokrasisinden kelimelerle karşılık bulmak istesek Prens denebilir ancak belki Grandük ya da Dük denebilir. Osmanlı’dan bir örnek vermek isterdim anlatımı desteklemek için ama Osmanlı’da gerçek bir aristokrasisi bulunmadığından pek mümkün olmaz, Vezir demek yetersiz kalacaktır, vezirlerde soyluluk şartı aranmadığı gibi, soylularda da askerî ya da idari görev şartı yoktur Osmanlı’da. Eski Türklerde ise soylulukla birlikte doğal görevler de doğuştan geliyormuş denebilir. Anadolu’ya yerleşme keskin bir kırılma yaratmış, ayrı bir kültür nehri geliştirmemizi sağlamıştır ancak aldıklarımız kadar bıraktıklarımız da olmuş. Bu ayrı bir konudur tabii.

Ali Püsküllüoğlu da sözlüğünde “şad” kelimesi için Farsça anlamı alma kolaylığına gitmiş. Vikipedi’de de bu yüzden böyle yazıyor, oraya da Püsküllüoğlu’ndan alıp yazmışlar çünkü. Kür Şad maddesine bunu yazmışlar. Yazık etmişler. Püsküllüoğlu da alaylıdır, alaylıları asla küçümsemem, yanlış anlaşılmasın ancak bilim için akademik ilkeler önemlidir. Bilgi Çağı diyenlere bakmayın, Türkçe internet yıllar geçmesine rağmen hâlen acınası durumdadır. Umarım birileri bu yazımı okuyup Nişanyanlara, Vikipedicilere falan iletir.

Not: Sorgulayarak bile şad kelimesinin “sevinçli” anlamına gelmeyeceğini keşfetmeleri gerekirdi ilgililerin. Vikipedi’ye şunları yazmışlar:

“Kürşat’ı oluşturan iki hecenin her biri özerk bir kelimedir. Kür, eski Türkçe’de soğukkanlı ve sarsılmaz anlamlarına gelmekte [Divânü Lûgati’t-Türk]; şad ise neşeli, sevinçli ve mutlu anlamlarına gelmektedir [Ali Püsküllüoğlu Türkçe Sözlük].”

Böyle bir aptalca isim olur mu diye sorgulamaları gerekirdi. “Soğukkanlı komutan/yönetici/hükümdar/prens”, doğrusu budur.

 

13 Mart 2019 tarihli ekleme: Bugün öğrendiğime göre Gerdizî, Türk devletlerini (Hazarlar örneğinden) Büyük Hakan için “İlşad” kelimesinin kullanıldığını kaydetmiş.

“The serenity now…”

keep-calm-and-serenity-now-9

Uzunca bir süredir buraya yazı eklemiyorum. Ama arada birkaçını çıkardım. Çıkarmayacaktım, bir sansür değil, çıkarmaya karar verdim sadece.

Bu arada, yaşam mücadelesi devam ediyor. Tek bildiğim şey, eskisinden daha güçlü olduğum. Bu anlamda kendi sorun ve zorluklarıma müteşekkir olmam gerektiğini söyleyebilirim.

Buraya yazmasam da artık daha çok yazıyorum ve öykü konusunu ciddi olarak ele almaya başladım. Fakat öykü yazarken fark ettim ki benim kalemim bir romancı ve denemeci olarak kuvvetli. Doğal eğilimim bu. Bu yüzden öykülerde biraz sorun çıkarıyor, tekniğimi ilerletmeliyim, şimdiki gibi başarısı düşük sona bağlamalar ve bitirişler olmamalı. Gözüme kestirdiğim bir iki dergi var, sadece oraya yolluyorum. Henüz yayımladıkları yok ama bir süre sonra göz ardı edemeyeceklerine eminim. Şiir de gönderiyorum, yeni şiir de karaladım birkaç tane ama eskileri elden geçirmem lazım; bunu ertelememdeki tek sebep ise, 10 yıldır sakladığım şiir defterlerimin benden habersiz odam toplanırken gizemli bir şekilde yok olmuş olması. Can sıkıcı ama bir yerlerden çıkacağını biliyorum.

Antrenmanlarımı mükemmel olmasa da devam ettiriyorum. Kanımda, kollarımda, kemiklerimde, kaslarımda, göğsümde uzun bir aradan sonra yeniden gücü hissedebiliyorum, buna ihtiyacım vardı.

Daha çok okuyorum. Tonla kitap almıştım ve sıraya koymadan canımın istediğini okuyorum.

Zinde Türkiye dergiyi ise geçen günlerde sıfırdan yeniden açtım, zindeturkiye.com adresinde.

Zaman zaman hissettipğim tek şey, yalnızlık. Düşüncelerimi paylaşabileceğim, dinlemekten keyif aldığım pek kimse yok, tamam, çevremde hiç yok. Yine de yaşam sürüyor, henüz bilmediğim yerlere doğru ilerlediğimi hissediyorum.

İlk fitness kitabımın ikinci basksıını yaptırdım, gözden geçirilmiş bir baskı. İkincisini de yazmaya devam ediyorum. Fitness konusunda daha yazacak çok şeyim var ama artık bunları kitaplarıma saklıyorum.

Az evvel Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’ı izledim. İlk kez izledim. Ben çok film izlememişimdir zaten. Uzun bir zaman, tek başıma izleyemediğim için izlememiştim, birkaç yıl önce tek izleyememe sorununu geride bıraktığımdan beri izlemeye çalışıyorum. Yine de stresli dönemlerimde pek izleyemiyorum. Fakat artık streslerle daha iyi başa çıktığıma kuşku yok.

Herkes gibi kırılmış bir kalp taşıyorum ama bunun, tedavi etmeyi başarmışsanız daha iyi olduğunu biliyorum.

Bir de geçenlerde, yazılarımdan biri yüzünden ceza aldım, temyiz edilemez şekilde. Haksız buluyorum, canım çok sıkıldı, o günden beri, çok şükür git gide azalmakla birlikte, şiddet karşıtı olmama rağmen (son çare olup haksız olmaması kaydıyla), birisini, yani ehrhangi özelliği olmayan, sadece “kötü” bulduğum birini dövmek için dayanılmaz bir istek duyuyorum içimde. Dediğim gibi, çok şükür git gide azalıyor ve öyle bir olay da yaşamadım. Bu tolerans kaybımı, şiddet eğilimimi, mahkemeden çıktığım an fark etmiştim ve özellikle haksızlığa uğrayan insanların şiddete yönelişiyle ilgili ufakça bir söylev verebilecek kadar düişünce biriktirdim. Ancak, haklı yere ceza alan insanda da bu eğilim olabilir, fark ettiğim şu ki, suçun cezalandırılmasıyla birlikte suçun normalleştirilmesi gibi bir şeyler de oluyor. Detaylı anlatım istiyor, girmeyeceğim. Son olarak, cezayı “kendime göre” haksız buluyorum, zira tamamen hakimin takdirinde olabilen bir konuydu, tamam, ABD ya da AB ülkelerinde asla suç teşkil etmeyecek bir şey ama, ülkemizdeki kanunlar böyleyse, ben de bunlara tabi olduğuma göre, isyan duygusunda ve durumunda değilim. Kanunlarımızın geri kaldığını düşünüyorum bazı hususlarda. Dolayısıyla, bir yandan da cezayı, tamamen tırnak içinde “hak ettiğimi” kabul etmiş bulunuyorum.

Diğer yandan, bu da çok da pahalıya patlamayan bir deneyim oldu, tamamen para cezasına çevrildi zaten. Gerçi, şu an birkaç bin lira benim için değerli ama yapacak bir şey yok, daha kötü de olabilirdi diyorum zira hakim verebileceği en alt seviyeden ceza vermiş, sonradan öğrendim. Yani hem cezalandırmış hem de beni pek kırmak istememiş olmalı. Yine de daha genç bir hakim olsaydı sanırım takdiri başka olurdu. Herneyse.

Abimle konuşmaya devam ediyoruz her zamanki gibi, arada sırada. Ortak şeyler yapmak istiyoruz bazen, yoğun çalışıyor, her anlamda. Dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde okurken, işine gücüne ve fazladan birçok şeye bakıyor. Tarzlarımız farklı ama bana göre benden iyi yazıyor, yani yaratıcılık yönünden benden çok daha önde ama cümleleri benim gibi yoğurmuyor, yontuyor. Dolayısıyla yazılarımız arasında tat farkı oluşuyor. Onun yazarlığı hakkında da daha sonra belki bir şeyler karalarım ama yazmaya devam etmesi Türk yazınının ve de ABD yazınının faydasına olacak. Ben de devam etmeliyim, bir şeyler birikince kurgusal bir iki kitap da çıkarmayı düşünüyorum.

Cezamdan bahsetmişken, şahsi sebeplerle ceza vermek istediğim kimse yok sanırım, bunu fark ediyorum. Affedici bir insanım. Bazı konularda toleransım olmamasıyla affedici olup olmamam ayrı. Diğer nokta, içtimai konularda ise affedici değilim, içimdeki bu toplum muhafızının ne zaman, ne demeye oluştuğu hakkında bir fikrim yok. Ancak bu topluma çok da uygun değil. Mesela bunca davadan sonra birkaç yıldır zayıflama hapları gibi şeyler hakkında falan yazmıyorum, kanunlarımız işte, beni suçlu çıkarabiliyor çünkü. Neyse.

Biz sanatçıların herkes gibi ama herkesten daha çok çift karakterli olduğu doğrudur, elbette sağlıklı olanından. Çok şükür ki sağlıklı ve kendimizi olgunlaştırmak için lehimize bile kullanabileceğimiz şekilde. Örneğin bu olayı hatırlayınca yine karşımda beliren meçhul suratları, vücuttaki en sağlam kemiklerden sayılan çenelerini kırıncaya kadar yumruklama hayalimi sükûnetle gidermeye çalışıyorum. Medeniyet için mücadele veren bir vahşi gibi şu an iç dünyam, dediğim gibi, çok şükür geçici ve otokontrolüm çok şükür, her yüksek aklı başında gibi gayet yüksek ve bir kez olsun gereksiz bir hödüklük yapmamak önemli, çünkü bir kere yaparsan, hödüksündür ve sana güvenilmemeli sanırım. Eh, kendimi sevmek için bir sebep daha bulmuş oluyorum böylece, hem de masrafsız olarak ve tamamen durduk yerde! Sonra da benim neden bu kadar sakin hatta olmamam umulan anlarda bile neşeli olduğumu merak edenler olabiliyor. Çünkü önce kafamda çözüyorum ve doğru olanı yaptığımı fark ettiğimde rahatlıyorum. Yine de bir süre daha herhangi bir şekil, biçim, form altında denyonun biriyle muhatap olmayı istemem, çünkü bu şiddet arzum henüz tam olarak geçmiş değil. Bir de şunu fark ettim, yani cezayı aldığımda, dedim bari gerçekten suç işleseydim! Sonra vazgeçtim tabii, bana göre değil. Ama bir an kendimi “The Serenity Now” gibi hayal ettim de komik geldi.

Blogun pis yanlarından biri de, yazdıktan sonra ne yazdığımı okumadan yayımlamam. Umarım sonra bir gün okuduğumda bir şeyleri silmeye “karar vermemi” gerektirecek bir şey yazmamışımdır.

Zweig, Satranç ve fazla değer biçme

Kuşkusuz güzel, özel ve bir lokmada okunabilen bir kitaptı Satranç. Zweig tanımayanlar içinse fazla anlam ifade edemeyeceğine eminim. Benim için mesela. Onun haddinden fazla sembolizmi varsa bundan çakmam ben, açıkçası, çakmaya da gerek görmüyorum. Yazar kibrini bilirim, ne de olsa bende de var, ancak yazarı eserini ortaya koyarken kendine iyice ilgi çekme zorunluluğunda konumlaması da bana aşırı gelir. Gerçekten Zweig için böyle miydi, yoksa sonrakiler mi yamadı ona bunca gizemi? Elbette bir şeyler var ama bana sorarsanız onun üzerine anlam yükleyenlerin marifeti şimdi kitapla ilgili söylenenler. Diğer bir nokta ise, bir dönem önemli olan göndermelerle dolu bir kitabın, bugünün insanında aynı karşılığı bulmaması olağanken onun bunun ağzıyla bu karşılığın zorla buldurulmak istenmesi de züppelikten başka bir şey değil. Vakti çok olan, kafası az çalışan yarım entelektüellerin harcı.

Metin, sembolik işaretlerini barındırıyor barındırmasına ama, üzerine tekrar ve tekrar sayısız farklı söz söylenmesini abartılı buluyorum. Bunun yazarın çeşitli özel durumlarıyla ilgisi olabilir, bilmiyorum. Bir de yine gıcık olduğum, ama bu sefer okumak farkıyla, eser önüne yazı koymuşlar. Bir hanım yazmış, Dr. B dünya imiş, satranç ustamız da minik bir Hitler’miş falan. Bunu benim kıçıma anlatsın. Zorlama anlamları sevmem, tamam, sen yükle, bundan keyif al, alan başkaları da olsun, ama ben yokum. Gönüllü bir cehalet değil benimkisi, kısaca ve sadece, ben bu boku almayayım, işte o kadar.

Öte yandan bir yazar olarak Zweig’i orijinalinden okumasam da, çevirmenlerinin kaliteli olduğuna sınanmamış bir güvenle inandığımdan , çevirileri de doğruysa başarılı bir yazar olarak buldum, buna kuşku yok. Zaten genelde edebî kitapları sentaks yönünden tadarım ben, huyum böyledir. Kurgudaki incelikler bile çok çekmez ilgimi, kurgu benim için hamur değil de kremadır daha çok. Ben hamuru cümlelerde arayanlardanım. Tabii ki neyin, niye anlatıldığıyla da ilgilenirim ama nasıl anlatıldığıdır her şeyi tamamlayan. Nasıl’ı çıkardığınızda, sanatı da çıkarmışsınızdır.

Sonuçta, Goodreads profilime tek kelimelik bir notla, üç yıldızla kaydettim bu kimselerin unutamadığı, öve öve bitiremediği “şaheseri”: overrated.

Üç yıldız haksız oldu, hakkı dört yıldızdı ama, o bir yıldızı da fazla abartılmış olmasından ötürü tepki amaçlı kıstım. Eh, belki düzeltirim bir ara.

Proust aklıma geldi nedense Zweig’i okurken, benzetemeyiz tam olarak ama bana anımsattı işte. Proust’un kaybettiği zamanın peşinden gideli yıllar oluyor, içeriğe dair çok şey hatırlamıyorum. Bunun için onu Goodreads’e eklemedim, okuduğumu bilsem de hatırlamadığım kitapları eklemiyorum, ama sonra, belki de Almanya falan geçtiği için eserde, Böll aklıma geldi, eserleri aklımda, onları okuduklarım listesine ekleyeceğim.

Zweig ise, dur hemen yıldızını dört yapayım bu arada, Zweig ise okunmayı hak eden bir yazar ama edebiyat kuşlarının onunla ilgili zırvalarının kafamızı ütülemesine hiç gerek yok, kendini gayet güzel ifade edebiliyor. Sevmem zaten, ikinci sınıf eleştirmenlerin kendini beğenmiş yorumlarını. Ben, pek sevdiğim Papini gibi katı eleştirmenleri severim, benim eleştirmenliğim de öyledir. İncelemek için kesmekten çekinmem, gerekirse kımıldayan kısımlarını kırbaçla yola getirmekten de ve yine hak edilmemiş bir gururla kalkan yerlerini gürzlerle ezmekten de. Bir şeyi yapacaksan, düzgün yapacaksın zaten, ikinci sınıf değil.

Bir istek parça

Arabeskçileri tanımam ama aşina olduğum sesler vardır. O dönem Hakan Taşıyan sanırım yeni yeni moda oluyor ya da ben ilk kez sağda solda duymaya başlıyordum. Ali’lere gittik, bahçedeyiz; Ali’yi ve beni birazdan anlatacağım merak etmeyin. Sigara içiyoruz, radyoda arabesk bir istasyon çalıyor. Aslında, Ali seviyor ve benim de umurumda değil ne çaldığı, birinin umurunda değilse bari diğeri keyif almalı tutumundayım, o dönem rahatsız da olmuyorum üstelik şimdiki gibi.

Bir istek parça çalıyoruz şimdi diyorlar, bir parça geliyor, ben zaten çoğu gibi bunu da ilk kez duyuyorum ama Ali arabesk seviyor, şarkıcılarını ve parçalarını tanıyor. Allah Allah, kimmiş bu diyor, gerçekten şaşırıyor yani. Anladığımdan ya da bilebileceğimden değil de, hem sesi benzettiğimden hem de bildiğim sayılı isimden biri diye Hakan Taşıyan’a benziyor diye bir bilmişlik yapıyorum. O da Müslüm Gürses diyor. Yahut ben Müslüm Gürses diyorum da o Hakan Taşıyan diyor. Sonuç olarak tahminlerimiz bu iki isim.

Şarkı bitiyor ve sunucu “Evet diyor, bu güzel parça için Hakan Gürses’in yüreğine sağlık” falan. Böyle demiyor tam olarak ama işte sonuçta şarkıcının adını söylüyor: Hakan Gürses. Gülüyoruz, çünkü her ikimiz de tahminimiz de yanılıyoruz ama yarısını tutturuyoruz. Hakan Taşıyan’ın Hakan’ıyla Müslüm Gürses’in Gürses’i var.

***

Ben artık lisedeydim. Zaten orta 3’le birlikte taşınmanın sayesinde mahalleden ve sayısız saçmalıktan uzaklaşmış durumdayım. O anlamda daha rahatım yani, çünkü aslında mahalledeki muhabbetler beni genelde rahatsız eden şeylerdi ama yapacak da bir şey olmayınca, bir şekilde etrafınızı çevirmesine izin veriyordunuz sokağa çıktıkça.

Lise 1’deyken okulla olan ilişkimi açıklamak için, matematik sınavında kâğıdın üstünde uyuyakalıp hocanın da uyandırmayın dediği bir öğrenci olduğumu söylemem yeterli olacaktır sanırım. Sahiden de, sınav bitip kâğıtları toplayan öğrenci kâğıdımı dirseğimin altından çekmeye çalışınca uyanmıştım. Ama kaloriferin yanı o kadar sıcaktı ve benim o kadar uykum vardı ki…

Ali, ki bu gerçek ismi, sessizdi okulda. Nasıl tanıştık bilmiyorum, belki ben ondan borç istedim, belki o benden silgi istedi. Hatırlamıyorum ama şimdi fark ettim, bende silgi falan olamayacağına göre belki de kimse kimseden bir şey istememiştir. Sonra çıkışta bazen beraber sigara içmeye başladık. Şimdi kocaman bir cadde olan okula bitişik birkaç boş arsada yakmaya başlardık. Sonra, benim ev ona çok uzak olacak diye, Anadolu Caddesi’ni geçip onun mahallesinin tarafına giderdik bazen arsalarda oturmak yerine. Kocaman boş bir arsayı geçtikten sonra, tek katlı, badanalı eski bir evdi Alilerin evi. Ama durumları kötü değildi, yani her ne iş yapıyorlarsa artık, yolundaydı anladığım kadarıyla. Kendi evleriymiş, bir tane daha var demişti eliyle mahalleyi göstererek. Alilerin durumu beni ilgilendirmiyordu ama sanırım Ali’nin varoşlardaki alışık olduğum rahatsız edici tipler gibi olmamasında belki de maddi sıkıntıların altında ezilmemesi vardır diye söyledim bunu.

Ev halkından kimseyi görmedim gittiğimiz üç dört seferde de. Sanırım okul çıkış saatinde kimse olmuyordu veya gittiğimiz günlerde o gün kimse olmayacak diye götürmüştür beni, hiçbir fikrim yok. Bahçelerinde oturup sigara içiyorduk, çay da içtik sanırım bir iki defa.

Ali’nin suskunluğu, az konuşması hoşuma giderdi. Böylelikle ben de dilediğim kadar susabilirdim. Az konuşurduk, boş da konuşmazdık. Yani çok önemli şeylerden konuşmazdık ama laf olsun diye de konuşmazdık demek istiyorum.

Bunun dışında, onda bir kötülük görmedim. O da kendine göre içine kapanmıştı, hiçbir çıkar ilişkimiz yoktu. Salt bir arkadaşlıktı kısıtlı görüşsek de, bu arada, okulda Ali’yle aynı sınıfta olmamıza rağmen çok görüşmezdik niyeyse. Belki de ben hep teneffüslerde yapacak bir şeyler bulduğumdan, hatırlamıyorum, ama özel bir sebebi yoktu. Ancak çıkışta hem sigara içmek, hem de beraber susmak ve üflediğimiz dumanda kendi düşüncelerimize dalmak için buluşur, biraz vakit geçirirdik.

Lise 2’in ilk dönemi bittikten sonra abimle Malatya’ya gittik. Ali’yle de görüşmedik dolayısıyla bir daha. Ama iyi çocuktu Ali, soyadı neydi acaba, hatırlasam bir görmek isterdim bulmayı deneyip.

Bizim okul Nergiz’in sonundaydı, Vali Erol Çakır Lisesi, civardaki tek yeni binaydı ve biz de ilk veya ikinci yılının öğrencileriydik zaten. Nergiz de o dönem göçmenlerin yoğunlukta yaşadığı, mahalle kültürü henüz ölmemiş bir yerdi. Nergiz’den denize doğru gittiğinizde ise tren yolundan sonra Bostanlı başlardı. İç tarafa doğru ise, eskiden Anadolu Caddesi’nin bıçak gibi keserek Nergiz’den ayırdığı adını bilmediğim o mahalle vardı. Caddeyi geçmenizle birlikte çok katlı yapılaşmayı neredeyse hiç göremezdiniz, düzensiz sokakların ördüğü, dağınık yerleştirilmiş bakımsız evlerle dolu yıpranmış, yorgun bir kenar mahalleydi orası. Kendine has rahatsızlıkları, hastalıkları, kendine has küçük sıcaklıkları olan ve benzerlerinden eskiden yüzlerce bulunan bir garip mahalle işte.

***

Geçen sene anneme ev bakarken Nergiz’de bile kira fiyatlarının uçtuğunu gördüm. O civarlarda pek çok yeni yapı var, eski iki katlı göçmen evleri “lüks” denen görece rahat apartmanlara bırakmış yerini. Arabayla Anadolu Caddesi’nden de geçtim, Alilerin oradaki boş arsa, muhtemelen oldukça iyi fiyata gidip yerini bir siteye bırakmış. Bahsettiğim mahalle de şu “kentsel dönüşüm” içinde. Eminim Aliler de evlerini oldukça yüksek bedellerle devretmişlerdir, eğer bu dönüşüm zamanlarına kadar satıp matmadılarsa tabii.

Bununla birlikte, artık hiçbir yerde sessizliğin kalmadığını da düşündüm. Boş arsalara her zaman araba sesi, belki çocuk bağırışları, uzaklardan bir müzik sesi falan gelebiliyordu ama sigaranızdan bir duman çekip bir an dalıp gitme “lüksünüz” vardı. Şimdiyse üst üste yaşanan, kendi başınıza kalacağınız bir metrekare yer bulamayacağınız bir yapılaşma var. Belki yine Ali ve Mustafa Kemaller okuldan çıkıp buluşup sigara içiyorlar, ama o sükûneti bulamayacaklar. Belki bu yüzden büyüdüklerinde daha az sakin, daha çok gergin olacaklardır, bilemiyorum, belki de alakası bile yoktur.

***

Tüm bunları anlattıktan sonra şu Hakan Gürses’den bir parçayı bulup sırf Ali’nin hatırına paylaşıyorum. Tamamını da, rahatsızlığımı yok saymaya çalışıp hatta keyif almaya çalışarak, eski günlerdeki gibi dinlemeye çalışacağım. Biliyorum şimdi de sessizsin, sınıflarımızdaki gibi sessiziz ikimiz de bambaşka yerlerde. İnsanları konuşturan şeyler bize, eskisi kadar boş vermiş olmasak da, yine de çok anlamlı gelmiyor. İrili ufaklı hırsların, gerçek değeri olmayan etiket telaşlarının kıyısında, eskisi gibi sakince, sessizce, belki mutlu değilsek bile şikâyet de etmeden bir sigara tüttürebiliyor muyuz bir arkadaşımızla, var mı böyle arkadaşlarımız, soru budur belki de. Tamam, sigara zararlı, zaten ciğerlerinin sağlıksız olduğunu düşünürdüm belki bırakmışsındır sen de, peki ya çay da mı öyle? Ha bu arada, karşılaşsaydık, artık arabesk kontenjanın sadece bir adetle sınırlı olurdu, onu da bilesin.