Eminönü’nde dükkânlar ve apandisit

Kalabalık ve birbirine bağlı bir aileymiş, kim olduğunu şimdi unuttum, içlerinden biri, tabii bu savaş dönemlerinden falan sonra, Adana’ya gider olmuş. Adana’da şarkıcı (dolayısıyla “düşük”) bir kadını sevip, gidip geldikçe onunla birlikte yaşamaya başlamış.

Ancak memleketindeki ailesi katı şekilde gelenekçi, ayrıca da çok dindarlar. Bir gün Adana’da onun bu sefahatini bir hemşerisi görüyor.

O da “ailem benim böyle yaptığımı öğrenirse ben ne yaparım” diyerek geride küçük bir notla intihar ediyor. Tam Japonlara yaraşacak bir hikâye bana sorarsanız.

Neyimiz olduğunu unuttum, ama babaannem ve dedemin (ikisi aslında amcazade olduğundan) yakın akrabası işte. Aslında dedemin babası Münüp Efendi’nin Eminönü planları kendisinin zamansız ölümüyle rafa kalkmak zorunda kalmasa, belki de bunlar yaşanmaz, belki utanç da duymaz ya da en azından daha kolay gizleyebilirdi bu aşk macerasını. Ne de olsa Darende değil ama İstanbul bu tip şeyleri kolay kaldırırdı.

***

Büyük dedem Münüp Efendi’nin planına geçmeden önce aile geçmişi hakkında kısa bir bilgi vermekte fayda var.

Baba tarafından atalarımın Darende denilen yere yerleşmesi biraz şans eseri oluyor aslında. Selçuklular döneminde Urfa civarında kendi askerleriyle Selçuklu’ya bağlı bulunan bir Esebey var. O dönem Malatya civarında yerleşik bulunan Köpekoğlu Mehmed Bey, Selçuklu’ya isyan ediyor. Köpekoğlu aslında muhtemelen ona Selçuklu’nun taktığı bir isim ve özel bir isim de değil. Anadolu’daki Türk hakimiyeti boyunca isyan eden birçok kişiye bu türden lakapların takıldığını görüyoruz tarihî metinlerde, genel bir ad gibi yani. Eminim sevenleri onlara çok başka isimler takmıştır.

Sonuçta ilgili Köpekoğlu’nun isyanı sorun olunca, Selçuklu’dan Esebey’e emir geliyor: Köpekoğlu isyanını bastır. Urfa’dan yola çıkan İsa ya da Ese Bey, Köpekoğlu üzerine yürüyor ve çarpışmanın sonucunda üstün geliyorlar, ne var ki Köpekoğlu bugün Darende’nin bir mahallesi olan Hacılar Vadisi’ne kaçıyor. Takip sonucu bu mevkide sıkıştırılan Köpekoğlu’nun kellesi alınıyor ve Selçuklu Sultanı’na gönderiliyor.

Sultan, âdet olduğu üzere teşekkür etmek için armağan isteğini sorduğunda, Esebey de Darende ve Hacılar civarının beyliğini istiyor, Hacılar’ı çok beğenmiş; üstelik, Köpekoğlu’ndan sonraki siyasi boşluğu da doldurmuş olacağını düşündüğünden bence oldukça akıllı davranmış. Bu dileği kabul ediliyor ve bu yörede beyliğine devam ediyor.

Kabilesinin bir kısmı Urfa’da kalıyor, bunlar daha sonra şu meşhur Urfa camisini yaptıranlarla aynı kökendenmiş. Onlar da çok kalabalık bir aile ve bizim çok uzak akrabalarımız oluyorlarmış.

Darende, Gürün civarında yerleşiyorlar ancak Osmanlı dönemine gelindiğinde de yeni ayrıcalıklar elde etmeyi başarıyorlar. Darende halk kütüphanesinde de kaydı bulunduğunu anımsadığım olaya göre, yine bu büyük atalardan biri, yolda kalan bir asker grubunu bir kış boyunca bilabedel ağırlıyor. Subaylar rütbelerini gizlemiş olduğundan kendilerini erattan sandığı hâlde atlarına ve kendilerine koca bir kış bakan bu adamın adını bizzat dönemin padişahına vermişler döndüklerinde. Yaklaşık kırk subayının ağır kış şartlarında yolda kalıp öldüğü zannında olan padişah da bu haberi alınca yine kesenin ağzı açılıyor ancak farklı bir şekilde; bu adama yeni topraklar ihsan ederken, oğullarını da yüksek sayılacak mevkilere atıyor. Beş oğlundan dördünü başka yerlere kaymakam vs. olarak yolluyor. (Burada söylemeliyim ki bu ailede devletle ilişkinin sorunsuz olmasına dikkat edilmiş. Örneğin Tunceli civarındaki toprak ağaları Cumhuriyet’le ellerinden alınan haklara isyan ederken bizimkiler hiç itiraz etmeyip, toprak altından sonradan çıkan kimi şeyler bile kendilerine verilmek istendiğinde kabul etmemişler.)

Sadece siyasi olarak değil, dinsel açıdan da ayrıcalık elde etmek istedikleri ortada. Meşhur veli Somuncu Baba’nın üç kızından birini alarak peygambere akrabalık da ediniyorlar (bugün bu kayıtları Somuncu Baba Vakfı saklamaktaymış, işlerine gelmediğinden olacak). Hatta, onun türbesine de Cumhuriyet’e kadar yine bunlar bakıyor. Bir ailenin görevi sadece bu oluyor. Ancak Cumhuriyet’in bazı katı uygulamaları yüzünden, son bakıcısı olan adam türbeyi kendi hâline terk ediyor (onun oğlu da hayattadır bugün). Ortam yatışınca, bugün hazret mertebesine çıkartılmış bir imam türbedeki boşluğu görüp dolduruyor ve ardından kendini hem erkek çocuğu olmayan Somuncu Baba’ya, hem de peygambere torun ilan ediyor. Bugün ilgili vakıf büyük bir dinsel saygı görüp bol miktarda paraya da hükmediyor. Bizim aile meselelerin aslını bildiğinden böyle bir aldanmaya kapılmamış olsa da, ilgili kişilerin ilçeye faydası dokunduğundan olacak hiç ses de etmiyor. Boş kavgalarla işleri olmamış zaten.

Peki, neyle işleri olmuş? Cumhuriyet’e kadar sürekli toprakla, büyük hayvan sürüleriyle ilgilenmişler, daha doğrusu köylüleri çalıştırmışlar. Osmanlı’nın son demlerinde pek çok şehitle zayıflasalar da servetleri pek azalmamış. Bu noktada, o dönem Darende’sinin bugünkü gibi 9 bin değil, 45 bin civarında nüfusa sahip olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Nüfusun önemli bir kısmı da Ermeni ayrıca, ancak bu Ermeniler, malum sebeplerden, katlediliyor ve kadınları da kaçamamışsa alıkonuyor.

Geçiş yollarının üstünde bulunmanın da etkisiyle Darende’nin geçmişinde yoğun bir ticari faaliyet gözleniyor. Kervanların düzüldüğü canlı bir merkez. Kervan konusu o kadar ciddi ve köklü ki, kervancıların kendilerinin geliştirdiği dil bugün bile Hazeyince yahut Hazeynce adıyla Darendeliler tarafından bilinir. Ancak çoğu Darendeli bu dilin kervancılardan geldiğini bilmez. Dil demeyelim, aslında minik bir kod sistemi. Bugün bazı amatör araştırmacıların topladığına göre bin civarı kelimesi var. Kervancılar birbirine Hazeyn diyorlar, bu kelime “dost” anlamına geliyor. Hazeynler, aynı yörenin tacirleri olduklarından ticari gerekçelerle kâh sır saklamak, kâh başkalarını “uyandırmadan” birbirleriyle haberleşme gereği duyuyorlar. Bunun için kervanlarıyla gittikleri farklı bölgelere ait kelimeleri alıp kendi diyalektlerinde yeni bir biçim veriyorlar. Rumca, Arapça, Farsça, Türkçe, Ermenice gibi dillerdeki çeşitli kelimeleri yeni kalıplara sokup bir jargon yaratıyorlar. Örneğin yağ satın almak üzere olan bir hazeyni gören, kendisi de yağın iyisinden anlayan bir başka hazeyn ona “cort” dediğinde, malı alacak olan hazeyn bunun “kötü” demek olduğunu biliyor. Bunun gibi pek çok kelime işte.

Ancak değişen zaman kervanları da, kervancıları da, ticareti de yok ediyor. Münüp Bey gibilerin çalıştıracak köylüsü de azalmış olsa gerek. Ancak Münüp Bey’in zaten çoktan kentsel bir yaşantıya geçtiğini, sofistike zevkler geliştirdiğini görüyoruz, büyükçe bir antika koleksiyonu var örneğin ve ailedeki kızların hepsi. Ayrıca düzenli olarak gön ticaretine başlamış ve kervan diye bir şey kalmasa da, kendi imkânlarıyla İstanbul’dan bol miktarda gön alıp bunu getirip yöresinde satıyormuş.

İstanbul’u sevmiş olmalı ki, Eminönü’nün kim bilir neresinde olan bir arsayı, sürekli ticaret yaptığı bir kadından satın almak istiyor. Dedemin abisinden duyup anlattığına göre, kadına kaparo verdiğinde kadın duyduğu güvene binaen tapuyu da vermek istiyor ancak, etik bulmadığından olacak, almıyor. Bu noktada, güvenilir olmanın bu ailede saplantı düzeyinde bir kural olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığını söylemeliyim ki, biz de bu çeşit dürüstlükten mirasımıza düşeni bir şekilde almışız.

Memleketine dönen Münüp Efendi geri kalan altınları hazırlamış ve ayrıca, ismini vermeyeceğim bir başka bilinen aileden birini de inşaatın başında durmak üzere bir dükkân vermek karşılığında İstanbul’a götürmeye karar vermiş. Anlaşılan, tasarladığı bu 300 (veya 33) dükkânlık hanın inşaatı sürerken kendisi de Darende’ye taşınma hazırlığı yapmak üzere dönmek niyetindeymiş.

Ancak İstanbul’a gitmek üzere atına atladığında “Yandım Allah!” diyerek ata binmeden düşmüş. Eve götürüp yatırmışlar, derhâl zaten bir tane olan doktoru alıp gelmişler ama doktor da bir şey yapamamış. Apandisti patlamış aslında, sonrası, sizlere ömür. Dedem de annesinden sonra, 12 yaşındayken babasını da bu şekilde kaybetmiş. Sonra olanlar esasında bol entrikalı esas hikâyeler, örneğin dedemin abisi Münir’in meşhur Malatya mebusu Hamit Fendoğlu ile gizli ortaklığı ve bu yolla edindiği servet bile ayrı hikâye teşkil edecek türden. Bu arada, ortağı Hamido Malatya belediye başkanı olduğu sırada bombalı paketle katledilirken, büyük amcam da silahlı saldırıda öldürülecekti.

Tüm bu karmaşık hikâyelerin arasında şimdi ne zaman Eminönü’ne gidip oradaki sayısız işhanını görsem, acaba derim, dedemin babasının apandisti patlamasaydı ne olurdu?

Bazı hayatların, küçük, küçücük olaylardan çok büyük şekilde etkilenmesi bana oldukça komik geliyor. Sonuçta, bu olayın benim için anlamı herhangi bir hayıflanma değil, bu mantıksız olurdu. Ben bu olayı kendime yakın bulduğum için şunu daha kolay öğrenebildim mesela: İnsanların oldukça kolay bir şekilde büyük maddi zenginlik elde edebileceğini veya aynı hızla madden fakirleşebileceğini.

Büyüyen Sakal

Bugün 2013’de bir solukta yazıp sonra tamamlamadan bıraktığım bir öykümü sizlerle paylaşacağım. Bitirip de paylaşsam daha iyiydi ama, belki de birkaç yorum ve eleştiri umuyorumdur içten içe, ben de bilmiyorum ama paylaşmak istiyorum bitmemiş olsa da.

BÜYÜYEN SAKAL

Dündar aradı bugün, hanımlar konuşmuş, müsaitseniz akşam ailecek sizdeyiz diyor, hayhay müsaitiz üstat dedim. Dündar bizim bakanlıkta benim gibi memur, üst katta başka bir kısımda çalışır. Sakardır da biraz, zaten bu sayede tanışmışızdır; bir öğle paydosunda yemekhanede yanımdan geçerken üstüme kadınbudu köfteleri düşürmese herhâlde tanışamazdık. Sonrasında kırk defa özür dilemeler, verin pantolonu kuru temizlemeciye vereyim diye ısrar etmeler, ben “Yok ya hu, olur böyle şeyler gerçekten gerek yok,” dedikçe yeni pantolon almayı teklif etmeler… Amirler, müdürler masasında da değilim hâlbuki, onun gibi sıradan memur olduğum belli. Hakperverdir yani, mahçuptur hep, dürüsttür de, hasılı iyi adamdır. Sonra tanışıp konuştukça ailecek görüşür olduk, hanımlar tanıştı, çocuklar tanıştı… Varı yoğu, kıblesi kâbesi ailesidir Dündar’ın. Hovardalık nedir bilmemiş, içkiyi birkaç kere arkadaş zoruyla tatmış, kendini hep müstakbel ailesine saklamış gençliğinde. Tabii böyle adamların çoğu gibi kızlardan yana şansı yaver gitmemiş, tanıştıklarına nasıl davranacağını bilememiş, kısmetleri bir bir elinden kaçırmış. Ailesi de kız bulamamış çünkü annesi Dündar 17’sindeyken rahmetli olduğundan, babası da kız bulma konusunda kabiliyetsiz olduğundan 32’sine kadar yalnız başına beklemiş durmuş evinin kadını olacak kişiyi. Teyzesi Yalova’dan beş vakit abdestli namazlı bir Muhacir kızı bulmasaydı daha 42’sine kadar evde kalırdı bana sorarsanız. Yenge hanım, kendisi duymasın ama, öyle pek güzel değildir fakat kendisi de bunun farkında olduğundan olacak, bu eksikliğini hamaratlığıyla, ahlâkıyla, geçinmesini bilmesiyle örtmesini bilmiş. O da kendisini hep “düzgün” bir adama saklamış, Dündar’la nişanlanana kadar üç kere nişan bozmuş, gerekçesi ise taliplerini “düzgün” bulmamasıymış. Bizim hanım söyledi, nişanlardan birini adamın bir kere sarhoş olduğunu duyunca bozdurmuş. Bana kalırsa yenge hanımın bu titizliğinin altında, anasına çok çektirip onu boşadıktan sonra da gidip başkasıyla evlenen alkolik babasının hatırası yatıyor. Dündar’ı bulunca tıpkı Dündar gibi o da sonunda hayallerine kavuşuyor, ailesine dört elle sarılıyor. Parada pulda gözü olmamış hiç, kanaatkâr olduğundan gül gibi geçinip gidiyorlar. Biri kızacak olsa diğeri yatıştırıyor onu, böyle böyle kavgasız gürültüsüz geçinip gidiyorlar. Bana kalırsa bizim hatunun da bu kadından birkaç şey öğrenmesi lazım. Geçen gün, beni Facebook’tan bulan lise arkadaşım Ankara’ya gelince Gölbaşı’nda bir iki tek attım diye iki gün surat astı. Bu yaşta adamın Facebook’ta ne işi olurmuş, liseden arkadaş içelim dedi diye eve gece 3’te gelinir miymiş… Çocuklara da yansıtmış, bizim büyük oğlan eve geldiğimde odasına kapattı kendini, küçüğü annesinin dizinin dibinden ayrılmayıp bana garip garip baktı. Şimdi televizyonda bir “kötü baba” çıkınca bir garip oluyorlar, kanalı değiştirtmek istiyorlar. Neden? Çünkü bizimki ben eve gelmeyince kardeşini arıyor, iki saat telefonda benim dedikodumu yapıp günahımı alıyorlar, e tabii çocuklarda bu konuşmaları, bu yakınmaları, şikâyetleri duyuyor, beni karılarla gezip tozan hayırsız bir herif sanıyorlar. Neyse, düzelir çocuklar da, bizim hanım düzelmez. Pireyi deve yapar, felaket tellalıdır, eli maşalıdır; bu üç özellik bir arada bir insanda bulunursa, bir bilenden size tavsiye, fersah fersah kaçın. Ben kaçamadım, kaderimmiş dedim çekiyorum; açıkçası, biraz delidir ama seviyorum da hani…

Dündarların çocukları ise bu tip şeyleri hiç bilmezler ama bana kalırsa onların küçük oğlan alkolik dedesine çekmiş, Dündarlara çok çektirecek, inşallah yanılırım.

***

Dündarlar akşam geldiler, sofralar kuruldu kaldırıldı, meyveydi oydu buydu derken bizim karnımız yine şişti, çaylar ve kek geldi bu sefer. Evlendiğimizden beri on sekiz kilo almışım, bizim hanım da almış başını gidiyor, sonumuz ne olacak bilmiyorum. Dündarların ufaklık yere oturmuş ellerini kocaman kocaman açarak bizimkilere bir şeyler anlatıyor. Benim de dikkatimi çekince Dündar güldü, bu haftasonu sinemaya gitmiştik de dedi, onu anlatıyor. İyi yapmışsınız dedim, gülümsedim, o da gülümsedi. Sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi suratına bir şaşkınlık ifadesi düştü ve “Ya, ne oluyor biliyor musun? Ne zaman sinemaya gitsem, çıkınca insanları minik minik görüyorum. O dev perdedeki her şey de sanki daha da büyük oluyor,” dedi, “Bu durum salondan çıktıktan sonra beş on dakika sürüyor.” Ben cevap verdim:
“Bana da oluyor o, sanırım miyop olduğumuzdanmış, birisine sormuştum da o demişti.”
“Doğrudur, doğrudur,” dedi. Duraksadı, kanepenin kenarındaydı dirseği, diğer eli de dizine dayanmıştı, gözleri yere doğru daldı, birkaç saniye öyle donmuş gibi kaldı ve sonra söylenir gibi “Bilir misin,” dedi, “Ahmed bin Üftade Halfetiî hazretleri vardı bir, ne mübarek adamdı, o olmasa ben böyle olamazdım,” dedi.

Bu isim bana tanıdık geldi, bu sefer ben duraksadım. Nereden tanıdık gelmişti bu isim bana? “Kim dedin?” dedim, “Ahmet bin Üftade Halfetiî hazretleri,”dedi. Allah Allah, bir yerden biliyorum bu ismi ama… “Bilir misin,” dedi, “mübarek oturduğu yerde büyürdü, Hak Teala kendisine bunu ihsan etmiş, bizleri uyarsın diye hem sözleriyle gönüllerimizde, hem de bedeniyle gözümüzün önünde büyürdü. İşte sinemada yaşadıklarımı sana anlatınca onu anımsadım şimdi, şimdi kim bilir nerelerde, kimleri irşad ediyordur…”

Bedeniyle büyüyen deyince bende şafak attı, bahsettiği hazreti hatırladım ve kahkahayla gülmeye başladım. Dündar şaşkın şaşkın suratıma bakıyordu “Ya gülmesene, vallahi de billahi de adam büyüyordu. Mübarek insanlar bunlar, gülmek iyi değil,” dedi. Onun mübarek demesiyle gülmemin şiddeti arttı, göbeğim sallanmaya başladı, çay elimden düşecekti neredeyse. Çayı sehpaya koydum ve “Dündar, bu dediğin adam böyle kara sakallı, sarıklı, iri yarı, cübbeyle gezen biri değil mi?”

“Sakalları kırdı ama diğer dediklerin doğru.”
“Bu adam karanlıkta, kendi özel kabininde sohbetler verir miydi?”
“Evet?..”
“Ya hu, ermişe dervişe ben de inanırım da, bu dediğin adam şarlatanın tekiydi ya hu!”
“İftiradır iftira, gözümle görmesem kerâmetini neyse ama, çok mübarek bir zât.”
“Öyleyse iyi dinle bak şunu,” dedim. Hanımlar da sustu, anlatacaklarıma kulak kesildiler. Onlara başımdan geçen şu olayı anlattım…

***

Yılı unutamam, memuriyete atanma tarihim, 1987. Fatih’teyiz, eski müstakil evde dedemlerle beraber kalıyoruz. Feci bir kış var, evimiz Alipaşa camiine yakın, dedem beş vakit namazını orada kılar. Cuma günü daireden eve geldiğimde mutfağa uğradım, babannem ve annem “Çok mübarek adammış,” gibi bir şeyler konuşuyorlar, mutfağa girerken “İşte mübarek adamınız da geldi, hayırdır?” dedim gülerek. Onlar da güldü ve babannem “Aman oğlum, Pazar günü mutlaka dedenle sohbete git, evliya-ı kiramdan bir adam buraya gelip yerleşmiş, bir süre kalıp gidecekmiş, bu fırsat bir daha gelmez, bu devirde öyle mübarek adam bir daha zor bulunur,” dedi. Ben kafamı hızlı ve hafifçe iki yana doğru sallayıp neden bahsediyor diye soran gözlerle anneme baktım, annem biber doğramaya tekrar döndü ve “Bursa’dan bir evliya gelmiş, deden camide konuşulurken duymuş da.”

“Bizim mahalleye mi gelmiş? Niye gelmiş?”

Babannem cevap verdi soruma, “Niyesi var mı oğlum! Böyle adamlar kendi keyiflerince gezmezler, vardır bir hikmeti, gidince kendin öğrenirsin.” Diye bana biraz çıkıştı. Hayırdır inşallah dedim ve içeri geçtim, babam daha gelmemiş, dedem divana oturmuş tesbih çekiyor, pencereden sokağa bakıyordu. Selamünaleyküm dede dedim, aleykümselam deyince sordum, “Ya hu dede, mutfakta bizimkiler bir evliyadan bahsetti, hayırdır?” dedim. “Hayırdır oğlum, hayırdır, pek mübarek bir zât imiş, Halep mi, Eflak mı, Halfeti mi öyle bir yerdenmiş aslen. Mısır’da, Şam’da, Bağdat ve Hicaz’da en büyük âlimlerden ders almış, en sonunda 999 gün bir mağarada riyazete girmiş, çıktıktan sonra da halkı irşad etmeye başlamış. Her gittiği yerde pek çok mucizeler olmuş, bu devirde böyle hoca bir daha bulunmaz, Pazar günü ilk sohbetini yapacakmış, beraber gideriz,” dedi. Yemekten sonra babam geldi, evliyanın haberi ona da verildi ama pek ilgilenmedi, çalışmaktan imanı gevrediğinden olacak, dinî sohbetlere olan ilgisi azalmıştı herhâlde.

Pazar günü geldi çattı, mahalleden herkesin dilinde Şeyh Ahmed bin Üftade Halfetî hazretleri var, herkes meraktan çıldıracak. Yatsıdan sonra sokaklardan üçerli beşerli gruplar hâlinde insanlar bizim üst sokağa, Şeyh’in bulunduğu dört tarafı duvarla çevrili eski konağa akın etmeye başladı. Biz erken geldiğimiz için bahçe kapısının önündeyiz, kapı açık değil, kimse de cesaret edip açamadığından herkes bize bir şey soruyor bildiğimizi düşünerek. Bekleme uzadıkça merak ve heyecan da artıyor, arkada ayrı bir grup oluşturan yaşlı kadınlar şimdiden dualara başlayarak az sonra yaşayacakları irşad olayına kendilerini hazırlıyorlar. Çoluk çocuk getirilmemiş, Şeyh’e saygısızlık edilmesinden korkmuşlardır ama bir süre sonra alışıp onları da getirirler bana kalırsa. En sonunda bahçenin demir parmaklıklı kapısının önüne, kafasında Mevlevî dervişiyle medrese talebesi sarığının arasında garip bir sarık bulunan bir genç yaklaşıyor. Açık kahverengi cübbe giymiş, elinde bir defter, bir kâğıt, kapıya yaklaşırken ileri de bakmıyor bize de bakmıyor, iki üç adım önünü görecek şekilde yere doğru bakıyor. Gencin yaklaşmasını görenler arkalara haber verdikçe kalabalıktan bir uğultu yükseliyor, herkes geleni görmek veya içeri alınmak için kapıya daha çok yaklaşıyor, biz dedemle neredeyse kapıya yapışacağız. Adamcağız ezilmesin diye sağ elimle demir kapının parmaklıklarını tutup kolumu dedemin sırtına getirdim, sırtıyla kolum arasına boşluk koymaya çalışıyorum ki arkadakiler yüklenemesin ona ama nerede, hem benim kolum, hem de koltuğumun altındaki dedem eziliyor. Kapının tam önündeyiz biz, adam kapıya birkaç adım kala durup bize bakınca artık dayanamayarak “Aman aç kardeş, eziliyoruz vallahi,” dedim. Adamsa o kadar sakin, rahat ve ağır görünüyor ki, gerçekten ezilsek umurunda olmayacak sanki, sağ elini göğsüne götürdü ve sesini yükselterek öyle bir “Esselamüaleykümverahmetullaaaah” çekti ki, ön taraftakiler duyunca sesleri de hareketleri de kesildi, arkadakiler de önde olanlardaki garipliği görünce selamı duymadılarsa da birden durdular, bir sükûn hâkim oldu kalabalığa. Kısa süren şaşkınlık ve sessizlik, zincirleme bir “vealeykümselamverahmetullahi” başladı. Değil kapıdan geleni, kapıyı bile göremeyen ve duvarın bir dibinde toplanan kadınlar da selamı almaya başlamıştı, içlerinde birkaçının coşup ağlamaya başladığını duydum. Selamdan sonra ben susup adamın kapıyı açmasını beklerken adam demir kapının tam karşısına geldi ve yine sakin sakin durdu. Demir kapı çift kanatlı, eski, kocaman bir kapı. Kapının öbür yanı büyük bir bahçe, bomboş, bir girsek rahatlayacağız ama açmıyor adam. Bu konak ise yıllardır kullanılmıyor, sahibi de Sarıyer’de eski bir ailenin yaşlı başlı varisi derler. Ben onların bu konakta ne işi olduğunu merak ediyorum ama şu an tek düşündüğüm şey kapıdan içeri girip arkamdaki kalabalıktan kurtulmak.

Genç adam “Ey cemaat-i müslimin!” der demez herkes pürdikkat onu dinlemeye başladı, şimdi kalabalıktan çıt bile çıkmıyordu, sinek uçsa vızıltısı duyulurdu. Adam devam etti, “Hocamız, Allah’ın aciz kulu, fakirullah ü hakirullah, Ahmed bin Üftade mahallenizde ilk dersi bu akşam verecek. Lakin bu dersten her bir müminin istifade edebilmesini canıgönülden istiyor. Bu sebeple biz sizlere yer hazırladık fakat yerimiz kısıtlı olduğundan sizleri sırayla almak zorundayız. Dinimübinimiz gereği beylerin hanımlardan önceliği varsa da yatsıdan sonra fazla beklemelerini hocamız uygun bulmadığından bugün hariç bundan böyle önce mümine kardeşlerimize akşam saat sekizde ders verecektir, ancak ki bir saat sonra mümin kardeşlerimizi içeri kabul edecektir. Eğer hâlâ bekleyen kalırsa da bir saat daha sonra onlara ders verecektir. Bu sebeple ben şimdi derse gireceklerin isimlerini kaydedeceğim ki karışıklık olmasın.” dedi. Kayıt denilince ben korktum, yeni memur oldum ve ismimi o deftere yazdırmayı ne olur ne olmaz diye sakıncalı bulduğumdan sahte isim vereceğim, vereceğim ama yanımda dedem var, ona ne diyeceğim? Allahtan adam ilkin dedeme sordu, dedem adını söyleyince kapıyı açtı ve bundan sonra öne doğru akın edenlerden diğerlerinin adını kaydederek içeri almaya başladı, beş altı kişiden sonra dedemin duymayacağına kanaat ederek genç adama iyice sokuldum ve “Yusuf Yakuboğlu” dedim, adam şöyle bir baktı bana, sonra ismimi yazdı ve diğerlerinin ismini sormaya devam etti.

*Siyah perdeyle çevrilmiş sahne alanı ve düzeneği anlatılacak*

*Şeyhin mahalleden gezip hediyeleşmesi ve çevre edinmesi anlatılacak*

Şeyhin ünü kısa zamanda İstanbul’a yayıldı. Son model arabalar mahallede görülmeye başlandı. Söylentiye göre, geceleri devlet erkânından da bazı büyükler şeyhe uğrayıp feyzinden feyizlenir olmuşlar. Mahalleliye kalsa, Başbakan, bakanlar ve her yönetici şeyhe uyup dinlese, bu eşsiz âlime hak ettiği saygıyı gösterip aklına uysa ülkede hiçbir sorun kalmazmış. Zaten, geçenlerde falanca hayırlı kanunu da meclisten bir vekile şeyh söylemiş, falanca iş neden öyle, böyle vekillik yapılmaz diye dillere destan gazabıyla koca vekili azarlayınca vekil ezilmiş, büzülmüş, sonra ağlamış da ağlamış, şeyhin elini öpüp geri geri odasından çıkınca derhâl Ankara’da mecliste o yasa tasarısını verdirtmiş. Talebeler fısıldıyor böyle haberleri, sonra kulaktan kulağa abartılarak yayılıyor. Yine mahalleliye kalsa, böyle bir evliya şu devirde peyda olmuşken dünya milletlerinin hepsi ona uysa ne savaş kalırmış ne hastalık ne açlık, ama tabii kâfirler de o feraset ne gezermiş…

Bir de şeyhi rüyasında görenler var, şeyhi rüyasında görenin yüzünde ertesi gün güller açıyor, cennetle muştulanmış gibi hafifliyor. Rüyasında şeyhi gören başkaları da var ama şeyh rüyalarında onlara kızmış oluyor ve ertesi gün şeyhin kapısının dibinde bitip af diliyorlar ondan, suçları nedir onu da bilmiyorlar ama bir hataları olduklarından emin olduklarından, şeyhin kendilerini affetmesini, doğru yolu göstermesini istiyorlar. Şeyh de onların başını bir kedi yavrusu gibi okşayıp günahlarını itiraf ettiriyormuş, fakirlere sadaka vermesini, parası yoksa

*İyi olayların şeyhe, kötülerin şeyhe yapılan yanlışlara bağlanması işlenecek*

*Şeyhin sahne dedikodusu duyulunca bir gecede kayıplara karışması anlatılacak*

* Baş karakterin düzeneği görüp kimseyi inandıramamasıyla bitirilecek ve evine gittiği arkadaşı da inanmayacak. O günden sonra aralarında bir soğukluk olmasıyla öykü bitirilecek.*

 

Bir monarkın günlüğü…

Bugün, eskiden yazdığım seçimlerle ilgili bir yazının sonuna eklediğim bir kurguyu sizlerle paylaşacağım. Beş sene evvel, 2010’un başında yazmışım. Bir dergide yayımlanmak üzere hazırladığımdan kısa tutmak zorunda kalmıştım, yer sınırlıydı çünkü ve yazının önceki kısmı bu kurgunun iki misliydi zaten. Ha, neden mi yayımlanmamıştı? Baya yere çaktığım için, bunu yayımlarsak olumsuz olur demişlerdi… Neyse, buyrun siz okuyun, işte “Bir Monarkın Günlüğü”.

Taçsız Kral Olmaz

Sevgili Günlük,

Biliyor musun, bugün çok ama çok heyecanlıyım; taç giyme törenim var. Başvezir ve başdinadamı bana rahmetli pederimin peleriniyle birlikte mabedimizde taç takacak. Kral olunca ilk işim kendime daha güzel bir taç yaptırmak olacak. Bu taçta yeşim taşlarıyla sitrinin bir arada kullanılması hiç olmuş mu? Eminim, bizim kuzeydeki komşularımızla sorun yaşamamıza bu taç sebep olmuştur, bunu babamın kafasında gören elçiler kim bilir ne kadar küçümsemişlerdi zavallı babacığımı… Rahat uyu baba, senin düştüğün hatalara düşmeyeceğim! Her zaman şık ve gösterişli olacağım!

Yalnızlık Tanrımıza Mahsus, Monogami ise Fakirlere 🙂

Geçen gün bir kıyı ülkesinden getirdiğim fıstığı görmelisin Günlük, bir içim su. Kız 16’sında daha. Askerlerim keşif yaparken bulmuşlar ve kız çok güzel olduğu için kimse paylaşamamış, kızı âmirine kaptıran herkes, kapan kişinin bir üstündekine haber uçurmuş. Böyle böyle, kıza kimse el süremeden bana kadar gelmiş oldu kız.

Sanatın da Bi’ Sınırı Olmalı!

Bilim ve sanatla uğraşanları destekliyorum, ama içlerinden bir şair çok sivri dilli, kendine yaşam hakkı verdiğimi düşünmeden alttan alta bana bile laf sokuyor eşşolusu… Bilimcilerden biri ise keşfettiği şeylerin yeni silah yapımında kullanılmasını istemiyormuş. Hiç olacak iş mi bu! İşime yaramayan bilimi ben ne yapayım derdim ama o zaman kırılıp iyi çalışamaz belki. Biraz dindarmış, ona en büyük din adamını göndererek kâfirleri yok etmenin faziletlerinden bahsettireceğim. Umarım fikrini değiştirir, yetenekli çocuk vesselam.

Yer mi Bunları Bavyera Çocuğu!

Doğu komşumuz bana elçi gönderdi ve on sene boyunca savaşmayalım teklifini iletti. O, bu aralar çok zayıfladı ama benim askerim gürbüz, silahlarım bol ve kasam ise dolu, bu teklif bana pek uygun görünmüyor. Onun topraklarındaki nehrin bittiği yerlerde müthiş buğday, arpa falan oluyor anasını satıyım, bize pahalı pahalı satıyorlar… Ben şimdi diyorum ki, bu elçiyi umutlandırıp göndereyim ve hemen savaş hazırlığına başlayayım. Hiç beklemedikleri bir anda saldırırız, yer misin yemez misin, heh heh he! O salak kral istiyor ki, bu güçsüz zamanında benden emin olsun ve kendini rahat rahat toparlasın, yer miyim ben bu ayakları be!

Utanmaz Vatan Hainleri!

Manitalardan birinin adı çıkmış, ben yüz vermediğimden beri elden ele geziyormuş güya, Saray’ı cümle âleme rezil edecekler… Dedikoduya karışanları da, dedikoduyu çıkaranları da, dedikodu edenleri de astırdım. Hâlâ çok kızgınım, elim ayağım titriyor şu an biliyor musun Günlük? Öyle bir cezalandırdım ki onları asmadan önce, bir daha bana madik atmayı kimse hayal bile edemesin… Şerefsiz vatan hainleri!..

Sanatçılar Bazen Özgür Bırakılmalıdır

Bugün keyfim çok yerinde, kıpır kıpırım Günlükcüğüm. Bizim ortanca vezirlerden biri var, ismi lazım değil şerefsizin, neyse işte bu son zamanlarda gözüme çok batmaya başlamıştı; gelirlerini arttırmış, askerlerini ve nüfuzunu çoğaltmıştı ve bana böyle daha bi’ fazla fikir beyan edebilmeye başlamıştı ve üstelik diğer vezirler falan da hoşlanıyordu bu heriften. Gıcık oluyorum namussuza! Ama bak işte, Tanrı’nın sevgili kulu olduğum için ve Tanrımızın da sopası olmadığı için ne oldu: Meğer bu vezir güneydeki topraklarından ek vergi almaya başlamışmış, haberim bile yok benim tabii, neyse efendim, meğerse o topraklarda hani sana şu geçen gün bahsettiğim şair vardı ya, hah işte onun ailesi mi ne varmış. Şairin ailesi resmen dara düşmüş tamam mı, vergiler falan çok, e bi de kuraklık olmuştu bu sene orada. Neyse. Bu şair de saray bahçesine bu veziri eleştiren çok komik bir şiir yazmış, bana da getirdiler, altıma sıçtım gülmekten ya! Kalemi çok kuvvetli ve zehir gibi kafa var şerefsizde. Bizim vezir bunu cezalandırmak istemiş, bırakır mıyım, özgürlük falan filan diye aldım hemen himayeme ve ailesi için de maddi yardımda bulundum. Usulen de kulağını çektim, daha doğrusu öyle göründüm. Vezirin karizma ise yerlerde… Ben keyifli olmayayım da kim olsun…

Tebaamdaki Korkaklar Beni Deli Ediyor!

Bizim ülkenin doğu sınırındakiler savaş hazırlıklarına uyanmışlar ve savaş istemediklerini falan gevelemeye başlamışlar. Öncelikle, bu savaşmaktan korkan alçak rezillerden birkaçını ibret olsun diye cezalandırttım. Sonra ise bölgeye din adamlarını göndererek savaşın faziletlerinden falan bahsettirdim ve ayrıca savaştan kaçanlara da ölüm cezası getirdim. Ben o alüvyonlu ovaları o namussuz krala bırakır mıyım be! Bunun için savaşacaksın kardeşim! Sanki senin oturduğun topraklar bize dededen kaldı, onları da savaşarak aldırdı benim atalarım, o zaman itiraz etmemişsin ama, uyanık! Bu sınırdaki tebaam çok salak, savaşı büyük ihtimalle kazanacağız ve ben o deltaya onları yerleştirektim, ama yok, bana bunu yaptılar ya, batıdan birkaç bin aile getirip oraya yerleştireceğim, doğudakiler de eski yerlerinde kalsınlar, kapak olsun bu doğudakilere!..

Sanat “Bizim” İçindir

Şu bizim şaire ilk başta kızmıştım ama tabiatı uysalmış aslında, arada bi muhabbet falan ediyoruz, bana karşı sivriliğinden eser yok, pamuk gibi… Şimdi doğudaki cepheye kahramanlık şiirleri falan da yazıyor, bunu okuyan askerler de feci gaza geliyormuş ki sorma gitsin. Ben bile okuyunca cepheye gidesim geliyor ama öyle ufak tefek savaşlarla uğraşamam, dizim de ağrıyor hem bu aralar…

Bazen sadece yazıp silersin…

Dün birkaç yazı yazmıştım ve sonra hepsini silmiştim, zaten kısa şeylerdi. Yazıları beğenmemiştim, canım sıkılmıştı yayımlamayı düşündüğümde boş ver demiştim. Bu bana bir şeyi hatırlattı ve bir şeyi de gösterdi.

Hatırlattığı şey, buradaki yazılarımda beğeni kaygısı gütmediğimdi. Doğru. Öyleyse neden beğenmediğim yazıları yayımlamadım? Çünkü kendim beğenmedim, yani ne gerek var dedim.

Gösterdiği şey ise, bazen düşüncelerimi yazmak, bunları zihnimde yazı aracılığıyla bir düzene koymak bile bana yetebiliyor. Hepsi bu. Yaz, sadece yaz, yayımlamana gerek de yok. Bu tabii blog mantığıyla çeviriyor ama blogun içimi gösteren büsbütün şeffaf bir katman olmasına da gerek yok belki.

Sonuçta, yazı yayımlamak zorunluluğu taşımamak ve yayımlayınca beğendirme zorunluluğu taşımamak ve bir yazı yazınca yayımlamamak, hepsi benim isteğime bağlı ve bu çok rahatmış.

 

Musa, ke!

sina-dagi-ve-musa

Belki de yazılar sadece yazıldıkları ve okundukları anda varlar, sonraları yok, olması da gerekmiyor belki. Bir öyle, bir böyle yazmakta da sorun yok belki, yazmak, bazen sadece sesli düşünmek ve bunları biriyle konuşuyormuş gibi aktarmak. Doğru veya yanlış olması gerekmiyor böyle bir yazının, sadece yazılması, okuyucusu varsa da sadece okunması gerekiyor. Ama bir yazı, okunmakla varlığını tamamlasa da aslında yazan biri için yazıldığı andan itibaren kendini tamamlıyor olabilir. Bilemiyorum. Tabii böyle ifade edince, hedefli yazıyla hedefsizin, ki hedefsiz yazı son dönemlerde fazlasıyla moda, farkı ortaya çıkıyor. Sanat ile ilhamın farkı gibi yani. Neyse.

Vivaldi bizi daha iyi ifade ediyor dese biri bana, ben de onu dinlesem, Vivaldi’yi değil, bu tespitin sahibini; neden, nasıl, anlasam. Beethoven hızlı desin mesela, ya da yavaş ne bileyim, veya hüzünlü desin, fazla romantik desin, kekremsi desin, buna bile razıyım… bir şeyler desin, benim bilmediğim, üzerinde düşünemeyecek kadar yabancısı olduğum belki. Bilmiyorum. Bir şiir gibi dinlesem tüm bunları, klasik müzik eşliğinde.

Bu arada, eskiden, yani artık değil ama eskiden, garip ama, belki de farkında olmadan kendimi şartlandırıp film etkisinde mi kalmıştım bilmiyorum da, klasik müzik bende çoğunlukla şiddet uygulama isteği yaratıyordu. Fazlasıyla hem de. Ama yapmadım, sadece hayal ettim. Sonra, geçti. Aksi durumdayım şimdi. Sanırım daha huzurlu biriyim artık.

Müzik, başka bir âlemden gelmiş gibi gelmez mi size de, her türlüsü hem de. Bir Irak Türkmeninden müzikle ilgili bir şey dinlemiştim, o da İtalya’da bir başkasından dinlemişmiş sanırım. Size de anlatayım, orijinal bir hikâye. Kendi tarzımla anlatacağımdan, siz sadece olay akışına, ana hatlarına dikkat edebilirsiniz.

Zamanında Musa, Yahudilerin peygamberi biliyorsunuz, hani şu Tur Dağı olayı var ya, oraya çıkıp tanrıyla konuşması, bu olayla, ve müzik kelimesinin kökeniyle ilgili…

Biliyorsunuz, sayısız dilde müzik kelimesi birbirine çok yakın yazılıyor. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde. Müzik, music, musik, musika, museke, vs. Peki, neden? Etimolojiyi sevsem de giresim yok, bu hikayenin içine etmek olur üstelik. Hikâyemiz, bu kelimenin nasıl ortaya çıktığını anlatıyor…

Musa dağa çıkmış ve tanrıyla konuşacakmış, tabii tanrının eski âdeti, aracılarını falan göndermiş, ne bileyim herifin yüreğine ilhamlarda bulunmuş falan. Musa ise, emirleri yasakları ve muhabbetin diğer konularını alıp gideceğine, seni duymak istiyorum demiş tanrısına, bizzat seni, senin sesinle, ne olur, acı bana ve duyur kendini. Tanrı ona ilhamla ya da meleğiyle artık neyse, hayır demiş, sen benim sesimi duyarsan dayanamazsın, bunu duymaya gücün yetmez, bu seni aşar… Musa inatçı, daha doğrusu, tanrı aşkıyla yanmış yürek kebap, akıl gitmiş firik olmuş, ille de duyacağım seni, senden.

Tanrı bakmış Musa konudan sapmış, aşağıda Yahudileri emirleri bekliyor, sanırım inatlaşmak istememiş onunla, tamam demiş, bunu sen istedin artık… Ve, onunla konuşmaya karar vermiş. Ve, ona seslenir seslenmez, daha ilk kelimelerde Musa bu sesin eşsizliğinden, muhteşemliğinden, kendinden geçmiş, bayılmış, dağdan aşağı yuvarlanmış.

İnince, meraklı bir grup onu beklediğine kuşku yok. Musa ne oldu, Rab’le konuştun mu falan üşüşmüşler başına onu yerden kaldırıp. Musa ise büyülenmiş, hipnotize olmuş gibi afedersiniz yani mal gibi öyle bakar bakar dururmuş, tek kelime edememiş bir süre, sesin etkisinden yani. Sonra sonra kendine gelince, soruları duymuş, sorular aynı, onunla konuştun mu, Rab sana ne dedi?

Evet demiş Musa sakince, âşıkça, evet demiş onunla konuştum. Fakat ilk kelimelerini duyar duymaz kendimden geçtim ve bayıldım, düştüm, yuvarlanıp buraya geldim. Sonra ne oldu bilmiyorum, fakat dostlarım, dünya üzerinde böyle güzel bir ses bugüne kadar duyulmamıştır, onu anlatmak için bütün kelimeler yetersiz kalır…

Sanırım birkaç kelime de olsa meraklı Yahudilerimiz için önemliydi. Ne dedi demişler sana, ne dedi Musa, ne dedi?

Musa durmuş, seslendi bana demiş, “Ey, Musa!” dedi, ben sadece bunu duyabildim, ancak böyle bir güzel ses ne önce duydum, ne de sonra duyabilirim.

İbranice de bu hitap “Musa, ke!” şeklinde söyleniyormuş.

Sonra, insanlar tanrının sesini tarif edebilmek, taklit edebilmek, ona yakın bir ses bulabilmek için müziği keşfetmişler. Yani Musa, ke’yi arayıp durmuşlar… Musake.

İşte bu yüzden, müziğin kökeni tanrının sesiymiş. O gün bugündür insanlar, o eşsiz, o güzel sese ulaşabilmek, onun bir benzerini duyabilmek için müzik, yani “Musa, ke” yapıp duruyorlarmış.

 

Arabeskçi uçurumun kenarındaysa, sebebi bungee jumping değildir

Hayatımda iki dönem arabesk dinledim. İlki, Adana’da yetişen halaoğlum sevgili Murat’ın biz lisedeyken sürekli Ferdi, Müslüm kasetleriyle falan yanımıza gelmesinden mütevellit. Özellikle Ferdi. Her akşam, yatarken mecburen Ferdi dinlerdik, şikâyetçi de değildik. Zaten Adana arabeskin membaı, bunun sebebini birkaç sosyolojik araştırmayla anlamak kolay olurdu. Yahut Orhan Kemal okumak da yeterdi ancak Adana’nın gelir adaletsizliğinin gerçek Arap kültürünün izleriyle de birleşmesinden olacak, arabesk müzik burada yeniden yoğruluyor, yeni bir biçimde tekrar vücut buluyor.

İkincisi ise askerlik. Askerde yoğun akan bir arabesk damar kaçınılmazdır. Önceki varoşizm yazımı okudunuzsa sebeplerini kendiniz de anlayabilirsiniz, yani zor durumda olan insanın bundan zevk almaya çalışmasının bir sonucu.

Arabesk çokları için ifade ettiği anlamları benim için ifade etmiyordu o zamanlar. Öncelikle, kendi MP3 çalarımda ağırlıklı olarak hareketli İspanyolca şarkılar veya sevdiğim başka şarkılar olurdu. Ancak kendi müziğimi dinleme şansım olmadığında, örneğin başımızda rütbeli varken arazide, yalnızca küçük radyolara, o da kişisel ilişkilerimizden ötürü izin olurdu. Asker bölgelerinde genelde çoğu istasyon menzile girmez ve giren istasyonlar da askerleri dinlettirmek için dayarlar arabeski.

Erol Budan’ın “Uçurumun Kenarına Getirdin Ömrümü” deyişini, adını bilmediğim adamın “Kaç Cumalar Geçti, Ne Görüşler Bitti” deyişini ilk askerde duydum. Bu arada, bir hapishane şarkısının askerde dinlenmesi, temelde hapishane ve askerlik birbirine karşıt gibi dursa da kolayca anlıyoruz, çünkü her iki ortam da kişilerin hürriyetlerinin zorla kısıtlandığı yerler, hapiste askerlik hissi olmuyorsa da askerde hapislik hissi kaçınılmaz.

Türk arabesk müziği varoşizmin estetik bir meyvesi, zaman zaman hiçbir anlam aramadan da ezgileri için dinlenebilir üstelik. Az evvel benim uçurumun kenarına gelmem gibi. Tabii ki Ömer Lütfi Mete’nin “Uçurumun Kenarındayım Hızır” diye başlayan şiirindeki estetiği çoğu zaman herhangi bir arabesk güftesinde göremezsiniz.

Kayıpların, asla gerçekleşmeyecek heves ve isteklerin, imkânsız aşkların müziğinin temelinde ağıt var aslında. Ancak ağıt daha çok feryada kaçar, ağıtın edebî ürünlerinde estetik bulunsa da ağıtın da temeli acıyı kaşımak yatar. Teskin, teselli olmaz ağıtta. Arabesk müzik de daha modern, kendine ait kuralları olan daha modern bir ağıt ama ölüye, kaybedilenlere değil, belki de hiç sahip olunamayanlara, toplumsal adalet(sizliğ)e yakılan bir ağıt. Onun için ağıt gibi çökertir arabesk, ileriye götürmez, hasar varsa tamir etmeye bakmaz, daha çok yıkmaya, acıtmaya, kanatmaya bakar. Çünkü acı çekmek hissetmek, hissetmek ise yaşamaktır; güzel yaşamayı keşfedemeyen insan, bir şekilde yaşadığını acı çekerek de olsa hissetmek durumunda.

Uçurumun kenarında yaşar gerçekten de, düşmek için bir gamzelik rüzgâr yeter her zaman. Bu psikoloji kendini zaman zaman “cinnet” şeklinde açıkça gösterir, sorsanız Adana sıcak ondan derler. Hayır, bu bir zihniyetin, toplumsal bir öğretinin sonucu.

Tepkiler aşırı, bencilce ve iletişime kapalıdır arabeskte. Arabeskin dayanışma gerektiren sosyal şartlardan çıkıp da nasıl bu kadar bireysel olduğunu, insanın zaaflarında aramak gerekiyor elbette. Arabesk zihniyeti benimseyenlerin acı dışında hiçbir şeyde birleşememesinin de açıklaması yine bu zaaf. Acıda birleşme ise, toplu bir Caferi ayini gibi, bireyin acısını daha derinden yaşamasına olanak tanıyan bir çeşit ritüel oluyor. Arabeskin dayanışmasında, dayanışma gerçekleştiğinde de bunun toplumsal bir bilinçle, diğerkâm bir bilinçle gerçekleştiğini görmüyoruz. Örneğin bir arkadaşı, bir yakını, sevdiği biri için fedakârlık yapan birinde bu fedakârlığın acılı oluşunu, kendinden vazgeçişini, sonuçta arabesk bir tutumu görüyoruz. Kişi, bir başkası için kendini feda eden kişinin yüceliğine inanmış, ben mutlu olamıyorsam X olsun demiş, bu yolla tatmin ve garip bir mutluluk hissi aramıştır.

Bu sebepten arabesk zihniyet tek kişiliktir, bırakın toplumculuğu, iki kişilik ilişkiyi bile sağlıklı sürdüremez. Arabeskin toplumculuğu ise ayakları yere basmayan, masalsı, irrasyonel bir toplumculuktur. Bir çeşit şahsi ideadır o, merkezde yine ilgili birey vardır ve kendisi daima gizli özne olarak merkezdedir. Toplumun bir parçası olarak kendini konumlasa bile bu bencillik değişmez. Bu kültürün Arap kültürüne, çöl yaşamına kadar uzanan kökenleri ise konumuz dışında. Arap sazlarının farklı karakteristiğini, içe dönüklüğünü ve başka kültürlerdeki hangi enstrümanlara benzediğini anlatan olsa da dinlesek.

10 maddede gerçek açlık oyunları

aclik-cocuklar

Dünya Gıda Programı ya da orijinal adıyla Wood Food Programme (WFP) basit bir açlık istatistikleri yayınlıyor: http://www.wfp.org/hunger/stats

İstatistiklerin başında, açlığın tek başına, AIDS + Tüberküloz + Malarya’nın sebep olduğu ölümlerden daha çok ölüme sebep olduğuna vurgu yapılıyor. Ardından gelen 10 maddelik dünya gerçekleri ise şöyle:

1) 805 milyon kadar insan sağlıklı bir şekilde yaşamını devam ettirecek şekilde beslenemiyor. Bu, dünyadaki her 9 kişiden 1’i anlamına geliyor.

2) Açlık en fazla gelişmekte olan ülkelerde görülüyor. Bu ülkelerin toplam nüfusunun %13,5’i yetersiz besleniyor.

3) Açlığın en fazla olduğu kıta Asya, dünyadaki tüm açların 2/3’ü burada. Son yıllarda güneyde açlık azalsa da Asya’nın batısında açlık yavaş yavaş artmaya devam ediyor.

4) Sahraaltı Afrika ise, sayıca değilse de yoğunluk yönünden açlıkta birinci. Buradaki her 4 insandan 1’i yetersiz besleniyor.

5) Her yıl gerçekleşen 0-5 yaş arası çocuk ölümü sayısı 3,1 milyon, bu ölümlerin %45’inden yetersiz beslenme sorumlu.

6) Gelişmekte olan ülkelerdeki yaklaşık toplam sayısı 100 milyon çocuk ele alındığında, her 6’sından 1’inin yetersiz beslendiği görülüyor.

7) Dünyadaki çocukların 1/4’ünün gelişimi beslenmeye bağlı olarak olumsuz etkilenmiş, gelişmekte olan ülkelerde ise bu oran 1/3.

8) Eğer kadın çiftçiler de kaynaklara erkekler gibi erişebilseydi, dünyadaki açlığın 150 milyon kişi kadar düşebileceği tahmin ediliyor.

9) Gelişmekte olan dünyada, ilkokul çağındaki 66 milyon çocuk açlık tehdidi altında. Sırf Afrika bu sayının 23 milyonunu barındırıyor.

10) WFP, bu 66 milyon çocuğun tamamının yeterli beslenmesini sağlamak için, her yıl 3,2 milyar Amerikan dolarını gerekli görüyor.

Bizim solcular neden bir Yunan düşüne uyudular?

Yunanistan kötü yönetimin ve Türkiye karşıtlığının getirdiği maddi yükün altında ezilen bir ülke. AB’ye büyük miktarda borçları var ve ödemek zorundalar. Uzun zamandır ekonomik durumu kötü ve bu yüzden orta direk yıkılmış, dar gelirliler ise isyan vaziyetindeydi. Seçimlerle birlikte hayal pazarlayan, ancak bu hayallere belki de inandığı için başarılı olan, solcuların çılgınca sevinmesine sebep olan birisi seçildi. Tek başına iktidar olamasa da başbakan oldu ve kabinenin çoğunu kendi adamlarından atadı.

Seçimlere ilk tepki, beklendiği gibi, para piyasalarından geldi, zira bir kural olarak para emniyeti ve sözlere bağlılığı sevdiğinden, başbakanın çılgın projeleri parayı tedirgin etti. Bankaları takip eden borsa ise bizim için bir anlam ifade etmese de ekonomide geçerli bir gösterge. Vahim olan ise, düzelmek yerine daha kötüye gideceğine kuşku yok.

Hayatın sert yanı karşısında “devrimci bir ruhla” ve hayallerle ayakta kalan sol ideal için iktidar olmak çoğu yerde alışılmadık ve sıra dışıdır. Dolayısıyla, bizde alışmamış kıçta don durmaz dedikleri gibi, sol bir yönetim de iktidara asla hazır değildir. Ne kendi içinde kavgaları biter ne de katı gerçekler karşısında etkili çözümler geliştirebilirler. Bir ülkenin hayallerle yönetilmek istendiğinde neler olduğunu az çok kendi sağ hükûmetimizden biliyor olmamız lazımken, bizdekilerin gereksiz Yunanistan sevincini anlamlandırmak pek kolay değil. Yalnızca ideolojik farklılığın duygusallığıyla Yunanistan’ı güzel günlerin beklediğine inanmak, örneğin Fransa’da Müslüman bir hükûmet iktidara gelmesine ve çok güzel günler yaşayacağına inanan bir Müslüman olmak gibi havada, asılsız.

Örneğin savaşı düşünelim, katı gerçeklerden örnek vereceğiz ya. Savaşlarda ideolojiler değil, askerler savaşır; bedenler, silahlar, teknikler, taktikler… Gerçek olan budur, arkaplandakiler ise ikincil önemdedir artık. Bu durum ekonomi için de, sağlık için de, tarım için de böyledir.

Görme engelli bir sağlık bakanı atamış çiçeği burnunda başbakan, açıkçası, oldukça dokunaklı. Öncelikle, engellilere hak ve fırsat eşitliği verilmesinin insanlığın bir gereği olduğuna kuşku yok, ancak, gözleri görmeyen bir bakanın, bazı bakanlık vazifelerini doğrudan yapamayacağı da ortada. Kendi adına birçok denetimi ise danışmanları veya güvendiği başka isimler yapacağına göre burada bir hak ve yetki paylaşımı ortaya çıkar ki, bu durumda bakan yalnızca bu bilgilere göre karar veren kişi olarak o anda bakan mıdır, yoksa bakılan mıdır tartışılır. Bu işin olası tek iyi yanı, engelli haklarında iyileşme olabilir. Onun dışında, kabul etmesi zor da olsa, çeşitli maluliyetlerin bazı görevlere uygun olmadığı ortadadır. Örneğin görme engelli bir insan askerlik yapamaz, vinç operatörü olamaz (en azından günümüz tekniğine göre bu olanak henüz yok), cerrahlık yapamaz… Örnekler çoğaltılabilir. Bakanlığın ise bu işlerden daha az “gözle görmeye” ihtiyaç duyduğunu düşünmek ise ayrı bir tartışma konusu ve bana göre, ne yazık ki, her türlü üst düzey yönetim işi gözle görmeyi gerekli kılıyor. Dolayısıyla yapılan bu atamanın kamuoyu desteği sağlamak için yapıldığını ancak ters tepeceğini düşünüyorum, son yıllarda oldukça çilekeş olan Yunanların bir engellinin engeliyle dalga geçecek olması da bize insanlık dışı gibi gelecek olsa da, kaçınılmaz bir sonuç. İlk önce sağcılar dillendirecek, sonra onlara karşılık veren solcular da gün geldiğinde mecburen susacak. Zaten darboğazda olan bir ekonomide kusurlara karşı tolerans da iyice azalır üstelik.

AB ise başbakanın hayallerine karşı sert bir sözlü uyarı yaptı çoktan, “Yunanistan’ın borçlarının yeniden yapılandırılması söz konusu değil,” dediler. Başbakanın hemen pes etmeyeceğine kuşku yok ancak ayakları yere basmadan güreşen herkes tuş olur, bu benim gibi güreşenlerin iyi bildiği basit bir gerçek. Güç ayaklarımızdan gelir, ayaklarınız yere basmadığı zaman havaya savrulmanız çok kolaydır. Hayat ise mücadeledir, dolayısıyla güreşle benzerlikler kurmakta sorun yok.

Sol idealin küçük topluluklarda başarılı şekilde uygulanması pek mesele değil, üstelik hoş tablolar da ortaya çıkar, desteklerim. Ne var ki ölçek büyüdüğünde yeni sorunlar karşısında, zaten kendi ideolojik problemleri olan solun yönetimde olması kaçınılmaz son demektir. Sol’un belirsiz bir ideoloji olmasından daha evvel bahsetmiştim burada, okuyabilirsiniz.

Bir başka toplumun yeni zorluklarla karşılaşacak olmasından ötürü sevinçli değilim, buna karşın bizdeki solcuların ölçüsüz ve taşkınlığa varan bir ideolojik sevinci paylaşmasını anlıyorum. Çünkü oradaki seçim başarısı onların hayallerini ateşledi, bir Yunan düşüne yattı hepsi, sert bir şekilde uyanacaklar, birkaç seneye kalmaz.

Sonra da emperyalizmi suçlayacaklar, tipik teraneler işte. Hâlbuki emperyalizm de muğlaktır, var olmakla birlikte. Dolayısıyla, buna karşı mücadele edilmesi gereken noktalarda başarısızlığın açıklaması emperyalizmin acımasızlığı mı olacak? Şüpheniz olmasın ki öyle olacak.

AB üyesi bir devletin Venezuela ya da Küba gibi görece tecrit altında olamayacağını biliyoruz. Dolayısıyla AB içindeki bir devletin haddiden fazla dozdaki irrasyonalizmle yönetilebilmesi mümkün değil. Başbakanın ise sanki aba altındaki bir sopaymış gibi ima ettiği AB’den çıkma tehdidi ise aslında kendi halkına karşı yapılan bir tehdit, çünkü bunun anlamı ekonominin azıcık nefes aldığı son delikleri de tıkamak demek.

Yunanistan oldukça zayıflamış bir ülkeydi, bunun sebebi yıllardır oldukça kötü yönetilmesiydi. Ardından hepsi birbirinden çılgınca olan sağ veya sol hayaller sunuldu halka, halk ise daha iyi görünen sol hayalleri seçti. Başbakanın tepetaklak olacağını görmek ise “liseli devrimci” takma adını gururla söyleyen solcuların hayallerini yıkmayacak, çünkü sol, irrasyoneldir. Sağlam bir kavrayış ve akla dayanan uygulamalar yerine ideolojiye dayanan diğer bütün yönetim tarzları gibi.

2001: Bir uzay hayal kırıklığı

Asla iyi bir sinema okuru olmadım, çok film de bilmem ama Kubrick’i ve birkaç kült filmini bilmemem mümkün değil. Bir “A Clockwork Orange” veya “Full Metal Jacket”i beğenmedim diyemem ve her dönem değerli olacağını düşünmüşümdür. Dr. Strangelove’ı ise belki o anki ruh hâlimden, izlemeyip kapatmıştım. Orijinal DVD’si durup duruyor hâlen bir köşede, kim bilir, belki bir gün?..

Ayrıca milyonları kendine hayran bırakan The Shining’i de henüz izlemedim, izlemek istiyorum. Bu noktada, Kubrick’in izlemediğim pek çok filminin olduğunu ancak izlediklerimin hem deneysel hem de başarılı olduğunu söylemeliyim. Dolayısıyla, geçen gün Interstellar izledikten sonra bazı çok bilmişlerin “Bir ‘2001: ASO’ değil” diye burun kıvırmalarını anlamak için bu filmi izlemem gerektiğini düşündüm.

Büyük bir hevesle ancak yine de kendimi önyargılardan beri tutarak filmi izlemeye başladım. Açıkçası, giriş sahnesinde pek çok insan gibi ben de video dosyasının bozuk olduğunu düşündüm ancak müziğin devam etmesi beni sabırla bir süre daha beklemeye itince film yavaş yavaş, gerçekten de yavaş yavaş anlatıma başladı.

Pek çok filmde başlangıç bölümlerinde bir serim ya da düğüm olur, ancak ASO’da ilk bölümün bir çözümü peşinen verdiğini düşünüyorum. Nitekim filmin sonunda da bu çözüme oldukça bağlı kalan yeni bir çözüm daha var ki, bu da bana göre filmi çift başlı yapıyor.

İlk bölümün biraz sıkıcı da olsa başarılı anlatımı filmin devamı hakkında umutlarımı beslemeye devam ediyor. İkinci bölümü de fena bulmuyorum ve artık üçüncü bölüme geldiğimde çözüme doğru gittiğimizi sanma gafletinde bulunuyorum.

Bu noktada söylemeliyim ki, 3’üncü bölümden itibaren yönetmenin bizi aptal yerine mi koyduğunu yoksa gerçekten de işleyiş kabızlığı mı çektiğini bilmiyoruz. Kubrick hayranları için bu filmi de süper ötesi olduğundan bu ilkel sunumu çok sanatsal bulmalıyız ama ben bulmadım.

Son bölüme geldiğimizde ise kafa karışıklığı ve anlam veremememiz doruk noktasına ulaşıyor.

Filmi izleyip boşlukta kaldıktan sonra filmle ilgili yorumları okuduğumda herkesin “Bir de kitabını okuyun anca öyle anlarsınız,” diye filmin başarısızlığını savunduğunu görüyorum ki, tam bir şecaat anlatırken sirkat arz etme durumu. Yani herhangi bir sanat eseri için başka sanat eserlerinin okunması şartının olması, ilgili eserin değerini düşürür, bu her zaman böyledir ve değişmez bir kuraldır. Kaldı ki, bir eser diğer eserlerden bağımsız olarak kendini başka bir okumaya muhtaç kalmadan ifade edebilmeli, neyi işlediğini, nasıl işlediğini kendi içinde barındırmalıdır. Okura, yeterli ipucunu vermeli.

Kubrick’in bu filminin, çağına göre oldukça yenilik taşısa da son tahlilde başarısız bir deneme olduğundan kuşkum kalmadı. Nasıl bir şairin, dönemlerinden bağımsız olarak, her eseri iyi değilse, bir yönetmen için de sanat yolculuğunda iyiler ve kötüler söz konusu. Bu noktada elbette sinema gibi ortaya konması çoğu zaman yıllar alan (ki bu film 4 yılda çekilmiş), dolayısıyla çok daha az eser üretilen bir branş olsa da sonuç değişmiyor; iyi örnekler ve kötü örnekler var.

Kaldı ki filmdeki öngörülerin oldukça isabetsiz olması da diğer bilimkurgu filmlerine göre bir eksikliği. Bir diğer nokta ise, tamam o dönem astrofizik bugünkü kadar ilerlememişse de, filmde birden çok bilimsellik hatası bulunması. Bilim kurgu filmlerinde boşluklar kurgusal varsayımlarla doldurulacak tabii ki, ancak o dönem bir bilinmez olsa da yerçekimsiz ortamda “grip shoes” mantığının neden filmdeki gibi olamayacağının aslında gayet öngörülebilir olduğunu düşünüyorum. Filmin bilimsel yön yerine insanoğlunun diğer soru işaretlerine yönelmesi ise bu tip kusurları kabul edilebilir tutuyor. Yine de aşırı uzatılmış sahnelerine rağmen kendi içinde anlatımının oldukça yetersiz kaldığı gerçeğini değiştirmiyor.

Tüm bunlardan sonra bugün filmi “anlatmak” için gerçekleştirilen çeşitli interaktif çalışmaları da izledim ki, bu sayede filmin mesajının hem zayıf olduğundan, hem de kötü anlatıldığından emin oldum.

Belki sinema sanatı için oldukça önemli bir filmdir ancak genel anlamıyla sanat yönünden değeri düşük bir film olarak kalmaya devam edecek. Yine de filmin ilk bölümündeki basit ama kuvvetli anlatım her dönem için değerini koruyacaktır.

Sonuç olarak, 2001: ASO, bana göre değildi. Bu kadar konuşulan bir filmi görmem açısından iyi oldu o kadar. Kubrick’in ortaya koyduğu işin başarısızlığının ise tek açıklaması belki o dönem şöhretli bir yönetmen olmasıyla açıklanabilir, öyle miydi bilmiyorum ama başka türlü böyle bir filmi bu kadar özgüvenle sunmuş olamazdı. Diğer bir olasılık ise, belki de kendi türünce “öncü” sayılacak bir film olduğundan bugün bize bu kadar yetersiz gelmektedir ama kendinden sonraki çok şeyi etkilemiş olabilir. Ancak bu bize sonuçta sadece temelde zayıf olan bir klasiğin tadını verebilir, yani nasıl ki kendi türünün ilk örnekleri olarak bugün çok yetersiz olsa da aslında çığır açmış eserler varsa, bu film de öyle olabilir. Yani, resim sanatında mağara resimlerinin bugün nasıl aslında “yetersiz” ancak “öncü” olduğunu kabul ediyorsak, örneğim biraz abartılı da olsa, aynı durum bu film için de geçerli.

Tamamen duygusal

Yapmam gerekenin ne olduğunu genelde bilip, uzun yıllardır genelde yapmamamın açıklaması duygusal olmam. Bu sabah bunu çözdüm. Psikolojime duygusal durumum hakim genelde, dolayısıyla eylemlerime, irademe, hayatıma…

Çocukluğumda çok az olsa da sorunsuz geçen kısa dönemleri hatırlıyorum, mutlaka başarı vardı. Ama tabii ki genelde, ailemden kaynaklanan duygusal yükün altında ezilip kaybetmeyle karakterizeydi.

19 yaşında kendimi topladığım o kısa dönemde, bu arada 19 yaşında şimdikinden daha yakışıklıydım, hâlbuki şimdi daha yakışıklı olmam lazımdı, neyse. O dönemde her gün sabah 7’de kalkıyordum, lise mezunuydum, 9’da işimin başına, çalışanlarımdan önce gidiyordum. Tam üç ay, cumartesileri dâhil ve pazarları da genelde erkenden kalkıp evde işleri planlıyorum. Karşıyaka Devlet Hastanesi’nden iş bağlıyorum ki, medikal sektöründe bunu rüşvetsiz, şunsuz bunsuz yapmak bile bir başarı. Bu üç ay sürüyor, sonrasında, işin başında görüp uyardığım ama elimden olmayan o noktadan ötürü her şey yıkılıyor, yine bunalım. Bunu atlatabilirdim, ama sonra yine duygusal bunalımlar, eski ayak bağlarım, beni yere seriyor.

Bu sürdükçe, ben hem yapmam gerekenleri yapmadım hem de “self punishment” dedikleri şekilde pasif kalarak ya da kötü şeyler yaparak kendimi cezalandırdım. Bana göre olmayan şeyler. Yıllarca.

Sonra 2014, hayatımdaki en büyük ve en uzun süren maddi sorun, diğer duygusal sorunlarım da devam etmekle birlikte önemleri büyük ölçüde azalmıştı çünkü yeni ve eşsiz bir duygusal destek bulmuştum. Bu dönemde antrenmanlarıma iyi kötü tekrar başlayabildim, tam anlamıyla bir yangın yerinin ortasında. Ve yine bu dönemde kitabımı yazdım, 500 sayfa, sonra 384’e indirdim ki insan yiycek bunu insan diye.

Bir sabah, kitap çıkmadan önce, ben çok iyiyken, bir sabah kafamdan aşağı kaynar sular dökülmüştü, o yeni duygusal desteğimin geldiği taraftan kocaman bir saçmalık ve hayal kırıklığı. Yine tüm dengem bozuldu, ama bu sefer tam kontak atması; sinir, üzüntü, hayal kırıklığı, aldatılmışlık hissi, kurtulma, kaçma, savaşma, sarılma, her şey, çok yoğundu ve hiç dengem kalmadı… Kısa sürse de, etkisi, sonradan ortaya çıkacağı üzere, çok yıkıcı oldu. O dengesizliğimi hem o dönem pişmanlık olarak ödedim, hem de sonradan daha büyük bir pişmanlıkla tekrar ve kalıcı bir diyetle ödedim, sanırım kendimden de nefret ettirerek, tiksindirerek, yine de böyle olması gerekmiyordu. Yine de karşımızdakiler bizim kadar olgun olmak zorunda değil, yahut önceden başka bir olasılık için altyapı yaptılarsa onu bekletmek zorunda da değil…

***

Kendimi toparlamam gerekirken neden toparlayamadığımın sorusu duygusal olmamda yatıyor. Benim için somut şart ve imkânlardan çok duygusal olarak sorunlu olup olmamam önemli olmuş hep. Geriye dönüp baktığımda kabak gibi görünen şey bu.

Şimdi, beni ben yapan bir şey olduğunu düşündüğüm bu duygusallığımı taşlaştırmadan, yok etmeden, vazgeçmeden bundan gereksiz olduğu noktalarda kurtulmanın yolunu arıyorum. Yani beni harekete geçiren ya da geçirmeyen şey bu duygusallığımsa ya bunu izale etmeliyim ya da o sorunları çözmeliyim, ikisi de olabilir. Ayağıma taş gibi bağlanmış bu yükleri yeniden tahlil edip kafamda yeni ve geçerli yanıtlar bulmak bana yardımcı olabilir, bir şeyleri de geride bırakıp tutum değiştirmek gerekebilir.

Ne yapmam gerektiği hakkında hiçbir soru işaretim yok, seçenekler olması da kafamı karıştırmaktan çok bana kendimi iyi hissettirir üstelik. Yani, yapabileceklerim belli ama bunları yaparlığımda olan sorunu halletmeliyim. İradesiz olduğumdan emin olmaya başlamıştım artık ama sonra işte, geçmişi şöyle bir düşünmek, sıradan nice insana imkânsız görünen şeyleri başarmış olduğum aklıma geldi. Hayır, duygusal olarak iyiysem iradem de çok güçlüydü, disiplinden yana da sorunum olmamış.

***

Sonrası her şey teker teker düzelecektir, gerçi, yine düzeliyordu ama sanırım bu sefer yalnız başarmam gerekecek, hem böyle olunca kimsenin dengesizliğine de önceden olduğu gibi alışmak zorunda kalmama gerek kalmayacak. Gerçi, alışmak da iyi, bu sayede insan tekrar tiksinç hatalar yapmamayı öğrenmiş oluyor, benim yaptığım gibi.

Dolayısıyla beni günler boyu defalarca öldüren yaralarımı sarmadan, tedavi etmek durumundayım. Kaçmak bana göre değildi, bir ara az kalsın yapacak oldumsa da, tesadüfler ve kronolojik uyumsuzluk durdurduğunda, başka şeyler de gördüm sonra… Hatalarımın da iyi yönlerimin de farkındayım artık, hem de daha çok, daha kritik noktalarımda.

Tamamen duygusal. Tamamen, duygusal.

Muhtaç olduğum kudreti damarlarımda değilse bile, kafamın bir köşesinde sürekli erişilebilecek şekilde bulmalı, yoksa da oluşturmalıyım.

Bazı çözmediğim duygusal sorunlar şimdiden gözümün önünde belirginleşti, dünden daha yakınım şimdi çözüme, yeni bir hayata. Önce en yakınımdan başlayacağım.

Beni affet, kendim başta affetmesi gereken kim varsa.

Hayal kırıklığı değilim, deneyemediğim şeylerde bununla suçlanamam.

Şimdi deneyeceğim ve denersem bunun anlamı yapacağım demek.

Tamamen

Duygusal

Ben olmanın ödülü de bu laneti de, lanet kısmına çalışıyorum, ödüllerinden rahatsız değilim.

Tek bildiğim, her anlamda eskisinden daha iyi olmak istediğim, çok daha iyi, çok daha güçlü, çok daha enerjik.