Varoşluk üstüne

Varoş’un Macarca olduğunu öğrenince önce Macarca bir sözlüğe, ardından da etimolojik bir iki yazıya baktım. Var, Macarca kale demek, “os” ise bir sonek olarak demek ki “dışında” anlamı katıyor. Bu noktada bir an Macarcanın Latinceden ne derece etkilenip etkilenmediğini düşünmemiş değilim, çünkü Latincede böyle bir durum bir önekle ifade edilirdi. Yine de bu muhabbetin konumuzla ilgisi yok.

Varoş kelimesi, somut anlam yönünden bugün daha çok içinin dolduğu Türkçe bir karşılığa sahip: Kenar mahalle. Yine de fonetik farklılıktan ötürü varoş kelimesi sık sık tercih ediliyor ve genelde kötü anlamlar kazandırılarak kullanıldığından, kenar mahalleden ayrışıyor. Örneğin bir sosyalistin ezilen sınıf geyiğine dönmeye başladığında varoş yerine kenar mahalle kelimesini tercih ettiğini görürüz, özellikle varoş demişse o metnin dilinde bir sertlik yaratmak istediğini düşünürüz ki, bu da solcu sanatın pek sevdiği bir şeydir. Bu tip sertliklerle metinlerini dinamik, güçlü ve güya hayata yakın tutmaya çalışırlar ki, herhangi bir hayalî konuşmanın ayakları mantıkla değilse en azından kelime seçimleri açısından, o yazı sanatının marifetiyle yere basabilsin. Eh, çoğu da bunu yutar.

Bense, bugün olumlu bir anlamda kullanmayacağım, ayrıca iki kelimelik kenar mahalle yerine varoş’u tercih etmek bana daha kolay geliyor, üstelik, bu yabancı kökenli kelime, birazdan tanımlayacağım durumlara yabancı oluşum sebebiyle de bana daha doğru geliyor. Yani, kenar mahalle de olsa, mahalle kelimesindeki potansiyel sıcaklığı, varoş’da bulamıyorum çünkü. Ek olarak, varoşlukla sosyo-ekonomik durum ve konumu da asla kast etmiyorum, çünkü varoşizm bir felsefe, bir yaşam biçimidir ve kişinin ekonomik koşullarından temelde bağımsızdır, biz genelde kenar mahallelerde daha sık görsek de, kentin her yerinde, en lüks mekânlarında bile, pahalı elbiseler içindeki nice insanda varoşluk çok sık rastlanan bir olgu.

***

Varoşluk üstüne ikinci sınıf şehir elitleri daima bir şeyler yumurtlar, bunun sebebi çoğu zaman kendi geçmişlerine karşı duydukları nefrettir. Zira pek çok Cumhuriyet kentlisinin dedesi değilse bile dedesinin babası, Osmanlı’ya göre fazlasıyla varoş, taşra yahut köylü sınıfındandı. Bu sebeple, bugün bu sınıflara en büyük nefret kökeni böyle olan kentlilerden gelir. Pek az kentsoylu ise daha samimi ve kendiliğinden gelişmiş bir tiksinti ya da sıcaklık duyabiliyor.

Konuyu çok dağıtmadan dönelim.

Varoşluğa nereden geldim bugün, birkaç blog okuyordum oradan. İlk başta pek çok kelime cambazının desteğiyle, yaralı ve yorgun ruhları anlayan cümlelere bir anlığına kapıldım, sonra kahkaha attım tabii ki. Varoşluğun ne olduğunu gördüm ve bu saçmalığı yutmama imkân ve ihtimal olmadığını fark ettim. Varoşluk, herhangi bir çevre, kişi ya da durumun kendine layık gördüğü aşağılık damgasından zevk almaktı, bir çeşit mazoşizmdi ve varoş insanın hemen her davranışına, kararına, duyuşuna, düşünüşüne ve duygusuna yansıyordu. Çünkü onun benimsediği kültürle, içinde yaşattığı dünyayla uyumlu olan buydu. Varoş, kazanmasını bilmiyor, yüzeyde çok kazanmak ister gibi görünse de derinlerinde kaybetme arzusu ve kaybın acısını doyasıya yaşama isteği taşıyor. Kazanmak, iyi, güzel ona göre değil. Bu sebeple hatalara karşı tahammülsüzdür genelde varoş, çünkü çok doğal olan hata-düzeltme mekanizmasının düzeltme kısmı onun gerçek dışı algı dünyasında yeşermemiş, gelişememiştir. Onun dünyasında sadece kaba bir kazanmak ve kaybetmek belirgindir, arasındaki gerçek hayat ise onu yorar, yorulduğunda ise tekrar varoşluk kabuğuna sığınır ve yıkıcı, kötücül, içe dönük ancak içindeki karanlığa dönük davranır. Bu sebeple varoşluk, toplumların yarattığı kitlesel bir hastalıktır ve bu hastalığı üzerinden atmak için kişinin para kazanması genelde yetmez, çünkü para kazandığında da bir hayali yaşar varoş, davranışlarında, tercihlerinde, yaşayışında bu sindirememişliği, bu doğal olmayanı görmek kolaydır.

Varoş kaybı yüceltir, acının peşindedir genelde. Tüm dünyaya karşı genelde kendisini kusursuz ve mağdur görür, sadece şanssızdır, tek suçu ise fazla iyi, fazla insan olmaktır ne hikmetse. Bu sebeple, kendisine insanlık gösterenlere karşı saldırganlaşır, çünkü bu yüzden kendi hastalıklı algı dünyasıyla yüzleşmek ona pek çok şeyden daha ağır gelir. Bu hastalıklı ruh hali içerisinde bir yandan sözlerle, inanışlarla duygular yüceltilirken, diğer yandan başkalarının duygularını hiçe saymak da olağan gelir. Çünkü bunu yaparken bir yandan da hayatın kendisine yaptığını sandığı şeyi, yani duygularının hiçe sayılışını, bir başkasına yansıtarak kendi sorunundan uzaklaştığını düşünür. Bu sebeple hemen her macerası hüsranla, daha çok öfke, daha çok üzüntü ve daha çok yalnızlıkla sonlanır. Varoş kazanmayı, düzgün oynamayı, sağlıklı olmayı bilmez, tedavisi ise güçtür ve çoğu varoş bu şansa erişemez. Çünkü tedavi için asalet gereklidir ki, asaletin soyu değil soydan ve her türlü metadan bağımsız olan bir erdemler bütününü ifade ettiğini söylememe gerek yok sanırım. Bu noktada asaletin Jean Valjean’ınki gibi sonradan kazanılabilir olduğu ancak onunki gibi tamamen metaya dayalı ve kolpa olmasının gerekmediğini de belirtmek gerekiyor.

Varoş insanın varlığı, her ne kadar patoloji barındırsa da, diğer tüm hastalıklar gibi bize bir mesaj verir: Herkeste varoşluk potansiyeli bir miktar bulunur, bunu da görebiliriz. Yani, iyiyken kötüleşen veya kaybedince olumsuz değişen insanlar, algısı değişen insanlar, genelde varoş örnekleridir. Varoşun yarattığı çeşitli stereotiplerin hepsinin ortak varoşsal duygu ve algıları vardır ayrıca.

Ne yapmalı? İçimizde varoşluğun yeşermesi, donanımlı bir akla sahipsek zordur, ancak zor zamanlarda bu varoşluk bir boşluk bulup kök salmayı deneyebilir. Varoşluğu bilge parmaklarınıza ezip ait olduğu, o hiç dikkate değmeyecek tutumlarınızın arasına göndermeli.

Kaybetmenin yüceliği, ancak gerçekten de savaşanlar ve asil davrananlar için söz konusu edilebilir, bunun dışındaki kayıplar zavallıcadır ve bunların kabullenilmesi, acıdan meze yapılıp Müslüm’le tüketilmesi aklen, bedenen ve ruhen zayıflara göredir. Dolayısıyla bu yücelik, varoşun öngördüğü ve sık sık hissettiği gibi değildir, onunla alakası bile yoktur. Her türlü yücelik, yüce olanlar için geçerlidir ve kendisini daima en dibe gömen, yükselmeyi bile sindiremeyen insanlarda yücelik aranmamalıdır.

Tüm bunlarla birlikte, bir grip virüsü gibi, varoşluk da her insanda kısa sürelerle de olsa bünyeyi ele geçirebilir, acilen tedavi olmak gereklidir böyle durumlarda.

Dünyadaki hiçbir güzelliğin tarihini varoşlar yazmamıştır, onlar da tıpkı sömürenler gibidir, karşıt uçta olsalar da. Sorumlu oldukları birkaç romantik martavalı saymazsanız tek şey irili ufaklık kötülüklerden müteşekkil dev bir kötülükler yumağıdır. Hastalıklı, zayıf, kötü insan tiplerinin bir kümesi olan varoş timi, diğer olumsuz tip kümeleri gibi insanlığın geleceğinde azalmalı ve yok olmalıdır. Ancak günümüz düzeni bunu sağlamayacağından bize düşen kendimizi bu tip karakter tuzaklarından korumaktır.

Daha güçlü, daha iyi olacağız. Varoşluğa da, godoşluğa da, aklımıza gelen her türlü zayıflık ve kötülüğe karşı uyanık ve sağlam olmalıyız.

Hayatınızda varoş insanlar bir şekilde yer alabilir, zor durumda olan insanlarla varoşları birbirine karıştırmayın, varoşluk bir zihniyet, bir tutumdur, başka şeylere benzemez, işte böyle kişiler varsa onları hayatınızdan çıkarmakta tereddüt etmeyin. Bir bok çukurunda debelenen bir insana üzülmemiz elbette insancadır ancak o çukurun içine girip onunla orada debelenmek, çukurun dışını bilen bir insan katlanılamaz olacaktır. Burada da mağara alegorisini kullanabilirsiniz. Yani, böyle bir insanı çekip çıkarma şansınız yoktur o çukurdan, bir insan ya kendi çıkar, ya da çıkamaz hatta farkında bile olmayıp size burun kıvırabilir.

Varoş kibirlidir de üstelik, tüm tiksinçliğine ve basitliğine rağmen, hak etmediği bir kibir taşır üzerinde. Gerçek kibir, hak edilmesi güç bir vasıftır, gerçek kibir, beğenilmese bile saygıya değerdir, varoş kibri gibi diğer sayısız kibir ise arkası boş, hastalıklı ve sahibini yanıltır.

Kaybedebiliriz, dibe batabiliriz, boğulabiliriz, yenilebiliriz, hatalar yapabiliriz, ancak asla varoş olmamalıyız. Ne dejenerasyon, ne varoşizm, bunlar asla mutluluk yolunda yoldaşlık edemez.

Nice temiz ruhun, genellikle de ilkel bir Türk solculuğundan ötürü, varoşizm batağına batması, varoş varoş yaşaması ise sadece üzücüdür. Türk solunun bu varoşluktan nasıl beslendiği ise, gözlemlemesi kolay ama ayrı bir yazının konusu.

Gandili gundili

olumcul-noktalar

Belki 7 yaşındayken, babamın İstanbul Karate Federasyonu olacak, oranın spor salonunda karate kıyafetiyle çekilmiş fotoğrafını görüyorum (sanırım sonra o federasyon yeni yapılanmalar sonucu Türkiye Karate Federasyonu’na falan katılıyor).

Erkek çocuklarında şiddete daha fazla bir eğilim olduğu doğrudur, ancak bu durum kişinin psikopatlık ya da gerizekâlılığına bağlı olarak kendini belli eder. Örneğin hayvanlara işkence yapmadım yahut birkaç küçük olayı saymazsanız zorbalık yapmadım kimseye, benim gibi örnek de çoktur. Ancak, yine de, belki de toplumsal-çevresel etkenlerden ötürü şiddete meraklı oluyor coğrafyamızda çocuklar. Sonra babamın bir ara Harbiye’de “ölümcül noktaları” öğrendiğini duyuyorum, yıllar sonra askerdeyken yakın dövüş teknikleriyle ilgili askerî bir eğitim kitabını aldığımda orada da bu hususa değinildiğini görüyorum.

Sırf deneme olsun diye ilk defa kestiğim koyunun boynunu kırıp omurgalarının arasından beyaz omuriliğini görüp bıçakla keserek “can almam” ise 19-20 yaşımdaki deneyimlerinden biri oluyor. Daha sonraki yıllarda Amerikan güreşinde altta kalan eleman gibi üstüme art arda iki 90 kiloluk bedenin hoplamasıyla iman tahtamın (sternum) kırılacağını sanıp o garip acıyla yüzleşeli de kaç yıl oldu bilmiyorum.

Şiddetin neredeyse her türlüsünden ve neredeyse her zaman nefret etmem de tüm bu düşüncelerin arasında bütün acayipliğiyle duruyor. Belki de bu sebepten genelde aşırı sakin, öfkesiyle mücadele etmeyi erdem bellemiş bir insanım.

Mas Oyama varmış, ilkokul-ortaokul yıllarında ayıla bayıla izlediğimiz “Karate Baka Ichidai” çizgi filmlerine ilham veren gerçek kişi olduğunu ise sonradan öğreniyoruz. Kendisinin bir boğayı, sırf hava atmak için doğduğuna pişman ettiği video meşhurdur.

Varoş diklenmesinin vazgeçilmez kalıbı “bir mermi iki lira, iki liralık canın var ulan!” söylemini ne kadar bayağı ve küçük görsek de ne yazık ki bir gerçeği ifadesi etmesi bence komiktir.

Savaş sanatları bu sebepten ateşli silahların öncesinde gelişim gösterebilmiş. Şiddet karşıtı olsalar da pasifist olmayan Shaolin kung-fucularının mızrak, kılıç ve saireye karşı yöntemler geliştirmiş olması da günümüzde anlamı azalan, yine de ilgiye layık yeteneklerden.

Osmanlı tokadının ölümcül oluşunu açıklamak isterken yanıtı, çene kemiğinin yerinden anormal şekilde oynayarak şakaktan girmesi, tıbbi bir dille ifade edersek, mandibula’nın ramus bölgesinden os temporale’yi kırması sonucu bayılma ya da mortingen şıtraze gerçekleşmesinde bulmak da ilginç bir konuydu.

Bu kemik örneğiyle birlikte, ölümcül noktaların anlam kazanabilmesi doğru teknik, doğru açı ve yeterli Newton gerçeğiyle karşılaşıyoruz. En basit fizik kurallarının ne derece fark yarattığını bilmenin görkemi her çağ olduğu gibi bu çağda da geçerliğini korumakta.

Bu zayıflığımızı bilmek bizi rahatsız etmemeli ancak gerekiyorsa korkaklığa varmadan temkinli olmak konusunda kulağa da küpe edilmeli. Bir de o var, gerekiyorsa muhabbeti, yani, basit bir şekilde, çoğu durumda “korkak” damgası yemek çok daha mantıklı bir tercihtir. Kaçanın anası ağlamaz dedikleri boşa değil. Yine de bazen savunacağımız şeyin anlam ve değerine göre elimizi kirletmek veya kötü senaryoyla canımızı ortaya koymak da hayatın bir cilvesi. Elbette, günümüzde sudan ucuz hâle gelmiş olan küfür için kavga edilmeli de demiyorum, birisi size küfretmişse veya trafikte çıldırmışsa, genelde en iyi tercih “sensin” deyip uzatmadan yola devam etmek oluyor. Buna eyvallah etmek diyoruz.

Tüm bunlar nereden aklıma geldi, şimdi yıllardan sonra, mesela güreşmenin üstünden bile yıllar geçmişken, tekrar bu keyifli işlere zaman ayıracağım gibi. Bir MMA antrenörünü kendisine fitness konusunda destek olmam karşılığında ayarladım gibi bir şey, bakalım.

Keyifli kısmı şurada ki, örneğin geçmişte bu ölümcül noktalar benim için noktalardan ibaretti. Şimdiyse kayda değer anatomi ve fizyoloji bilgisinden sonra neyi neden işe yaradığını bilmek güzel. İç organlar, kalp, atar damarlar, diğer kritik noktalar kimsede değişmiyor.

varma-kalai

Tüm bu yazı nereden mi çıktı? Karşıma olmadık bir yerde çıkan şu Varma Kalai sayesinde. Bilmiyordum, daha önce de duymamıştım. Bir Hint savaş sanatı ve doğrudan ölümcül noktaları hedef alan bir sistem, yani, birçok savaş sanatı gibi savunma ya da zarar vermeden etkisiz hâle getirmeye odaklanmıyor, amcamlar direkt öldürelim diyor. Hintlilerden beklemezdim doğrusu, belki de Gandi yüzünden yakıştıramadım, ya da bilmiyorum.

“Kara Şahin Düştü”ğüne göre, “alçal”abiliriz…

Bugünkü konum iki ünlü şarkı, birinin adı “Barra Barra” (dışarı, dışarı), diğerinin ise “Get Low” (alçal). Bu şarkılardan biri, 2001 yılında yayınlanan “Black Hawk Down” (Kara Şahin Düştü) adlı filmin resmî müziği, diğeri ise “Fast and Furious 7” (Hızlı ve Öfkeli 7) filminin resmî müziği.

Barra Barra Youtube’da 6 milyona yakın izlenmeye sahip, Get Low ise 22 milyon. Her ikisi de güzel parçalar, tavsiye ederim.

Barra Barra eserinin gerek sözleri gerekse müziği oldukça sert ve şakaya yer yok, tıpkı kendisini seçen film gibi yani. Get Low ise yer yer enerji kazanan, ancak içinde espriye de yer olduğu her hâlinden belli olan bir parça, söz yönüyse ağırlıkta değil, yine de orijinal klibinde alttan alta paraya domalın anasını satayım, nolcek mesajı barındırıyor. Fakat konumuz bu değil.

Mart 2003’de Irak’a girmeyi çoktan kafasına koymuş olan ABD ve İngiltere için, 2001 yılında yapılacak masraflı filmlerin gişe başarısı kadar, ABD ordusuna katılımı artırma yönleri de önemliydi. Aynı zamanda kamuoyunu da hazırlamaktaki detay enstrümanlardan biridir böyle filmler. Özgürlüğün bedeli, ucuz değil anacım tadında propaganda filmleri diyebiliriz bunlara. Gençleri de iyi gaza getirir hani.

Get Low ise, hâlihazırda pek savaş falan da yokken kapıda, dünyayı siktir et, bak keyfine diyen eğlenceli bir şarkı ve aksiyon tanımının sınırlarını fazlasıyla zorlayan, hatta absürt sayılabilecek bir filmin müziği, elbette şakaya da yer var bu yüzden.

Dünyaya isyan eden ağır bir şarkı olan Barra Barra’dan önce mi sonra mı Get Low dinleyeceğiniz ise tamamen size kalmış. Ben bu şarkıların filmlerden kesilmiş görüntülerle oluşturulmuş kliplerini tercih ettim. Bu arada, size tavsiyem Barra Barra’nın sözlerini de bulup okumanız olacak.

Fitness programı tasarlarken ana hatlar üzerine…

Kişiye özel program tasarlarken, kişinin bilgilerini toplayıp sağlık değerlendirmesini ve diğer şeyleri yaptıktan sonra program tasarlama aşamasına geçilir. İlk olarak, beklendiği gibi, kişinin hedefine uygun bir program tasarlamak gerekiyor ama içeriği belirlemek için henüz erken. Kişinin seviyesinin bilinmesi gerekli, başlangıç seviyesinde mi, orta mı, ileri düzeyde mi, sporcu mu, elit sporcu mu? Tabii sporcular için ayrıca koordinasyon, hız gibi ek testleri de yapmak gerekiyor ki, burası bizi ilgilendirmiyor. Bundan sonra antrenmanı fazlara bölerek ihtiyaca göre kademelendirilmiş ve büyük oranda netleştirilmiş bir yol haritamız oluyor. Örneğin ilk ay yüksek tekrar ve düşük şiddetli, az setli bir kuvvet antrenmanı üçüncü aya gelindiğinde düşük tekrar, yüksek şiddet mi olacak, gibi sorular bu aşamada yanıtlanmalı. Yani, bir kişinin ilk ay programını belirlediğinizde sonraki ayların ana hattı da cebinizde olmalı. Bu süreçte temel egzersiz noktalarını da kişiye aktarmalısınız; nefes kontrolünün nasıl yapılacağı, antrenman zamanlaması, güvenlik tedbirleri, ısınma, soğuma, vs… Tabii bu noktada uzaktan danışmanlıkta iletişimin önemi önce çıkıyor ve hangi soruları sormanın önemli olduğunu bilmek gerekiyor. Birebirde kolayca tespit edebileceğiniz pek çok uygulama hatasının hiçbirini kontrol edemediniz çünkü. Bunun için zaman zaman oldukça detaylı bilgi talep edebilirsiniz. Tüm süreç boyunca kişinin kendine yetecek temel egzersiz bilgisi edinmek için de düzenli bir bilgi aktarımı gerekir. Bunlar anatomik, fizyolojik, beslenmeye dair, ilkyardıma dair diye uzayıp giden bir liste oluşturabilir. Kişi neyi, neden, nasıl yapacağını ve sonuçlarını anladıkça, bir süre sonra hayatının geri kalanında kendine gerekecek bilgileri de edinmiş olacak ve temel konularda sizin veya bir başkasının desteğine muhtaç kalmayacaktır. Yani, balıkla birlikte balık tutmayı öğretmek de programınızın bir parçası olmak durumunda. Elbette kişinin özel popülasyon gruplarından birinde olması ya da belirli sağlık sorunlarına sahip olması da bunların gerektirdiği temel bilgilendirme ve program modifikasyonlarını da yapmanızı gerektiriyor. Genel olarak, emniyet-zorlama arasındaki gelişim aralığında yönetilen bir programın sonuç vermesi daha kolay olur ancak imlecin hangi yöne daha çok kayacağı kişiden kişiye değişir. Sporcularla çalışılmadıkça, çoğu zaman bu süreçte öngörülemeyen ancak olasılık dâhilinde olan tipik sorunlar ortaya çıkar. Bu sebeple bunlara karşı hazır olmak ve süreci yakından takip edip yönetmek esas noktadır. Kısa süreli bir süreçse, sonlandığında kişi ufak bir teste alınarak edinmesi gereken bilgileri edinip edinmediği kontrol edilmeli, sürecin sonunda gerek fiziki gerekse bilgi anlamında hedeflere varılıp varılmadığı görülmeli. Hedefine varan ya da artık belirli bir rutinle varabilecek olanlar da deyim yerindeyse ellerine bir yol haritası verilerek mezun edilmeli ve süreç başarıyla kapatılmış olarak arşivinizdeki yerini almalı.

Bizdeki seremoni askerleri en çok öteki ülkelerdeki kadar komik olabilir

cumhurbaskanligi-toren-askerleri

Elcağızlarımla fotoğrafları bile Paint’de birleştirdim, çünkü bu küçük ve önemsiz konunun da saçmaca sunulması beni rahatsız etti.

Çoğu zaman işe yaramaz konularla doldurulan suni gündemimizden kaçmak için ben haberlerden kaçsam da, onlar beni buluyor. Bugünkü haberimiz, kendine “muhalif” diyenlerin anında alay konusu hâline getirdiği yeni bir Cumhurbaşkanlığı uygulaması. İlk kez bugün yapılan uygulamada, Cumhurbaşkanlığı’nda 16 Türk devletini temsil eden askerler güya çok komikmiş, saçmaymış vs. vs… Şimdi, bu konu hakkında yazmazsam olmaz. İlk olarak söyleyeyim, geçmişte, Facebook profil hesabımda yazdıklarımı çoğu okurum hatırlar hatta çoğu AKP’li okurum da siyasi görüşüm, daha doğrusu siyasi tarafım olmadığından, beni takibi de bıraktı, yolları açık olsun. Ayrıca, AKP’nin yaptığı birçok şeyi de sebepleriyle ve sertçe eleştirdiğim çok olmuştur. Seçim döneminde de sertleştiğim ve hiç sevmediğim halde siyaset konuştuğum da doğrudur. Ancak, körü körüne muhalefet aptallıktır, iyiye iyi, doğruya doğru demek, insanlık haysiyetinin gereğidir. Benim tarafım, milletimin tarafıdır; AKP’yi övdüğüm de çokça vakidir, hizmete hizmet, adamlığa adamlık diyeceksin; yapılan neyse onu diyeceksin. Neyse. Cumhurbaşkanlığı’ndaki bu yeni uygulama bir kere ilk kez bizim yaptığımız bir şey değil. Onu bir kenara koyalım, nice Avrupa ülkesinde “tarihî asker kıyafetleri” seremoni amaçlı kullanılır. Bugüne kadar onlara komik demeyenler, kendi ülkesinde görünce nedense gülesi gelmiş! İkiyüzlülük… Seremoni askerlerinin gerekliliği ve fonksiyonu ayrı bir tartışma konusu ancak, ülkelerin geçmişlerini ve köklü oluşlarını falan fistan temsil ederler kısaca. Yani biz öyle ağaç kovuğundan çıkmadık anadın mı, demek içindir özetle. Şimdi, bugüne kadar zaten Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldız ile ve ilgili bayraklarla temsil edilen bu devletler birilerine battı mı acaba? Unutmayalım, bu forsu tasarlayan ve bu devletleri oraya ekleyen kişi Atatürk‘tür. Bugün Erdoğan’ın bu küçük uygulamasıyla klasik bir siyasal İslam propogandası yapamayacağı da aşikâr, çünkü bu devletlerin çoğu Müslüman bile değildir. Sayalım:

1) Büyük Hun İmparatorluğu – Şamanist
2) Batı Hun İmparatorluğu – Şamanist
3) Avrupa Hun İmparatorluğu – Şamanist ve Politeist (Tengri de tanrılardan biriydi)
4) Ak Hun İmp. – Politeist, göktengri
5) Göktürk İmparatorluğu – aynı şekilde
6) Avar Kağanlığı – aynı şekilde
7) Hazar İmparatorluğu – Musevi, Hristiyan, şamanist, politeist ve azcık da Müslüman
8) Uygur İmparatorluğu – Şamanist, mani, budist falan bunlar da
9) Karahanlılar – Şamanist ve Müslüman
10) Gazneliler – Muslim bunlar da
11) Harezmşahlar – Müslüman diyoruz
12) Altın Orda Devleti – Şamanist, Müslüman ve biraz da Hristiyan
13) Timur İmparatorluğu – Şii ve Sunni Müslüman
14) Büyük Selçuklu İmparatorluğu – Müslüman
15) Babür İmparatorluğu – İslam
16) Osmanlı İmparatorluğu – İslam

Bu arada, pek çok Müslüman Türk devletinde de aslında kağanlar öyle softa falan olmadığı gibi, bir kısmının sadece görünüşte halkı yönetmek için Müslüman gibi davrandığı iddiasını da unutmamak gerekiyor. Nitekim o dönemlerde din üzerinden siyaset yapmak şimdikinin 100 katı kolay ve de gerekliydi, dinler çağı diyoruz o dönemlere zaten. Velhasıl, buraya aldıklarımız arasında İskitler yok, Karluklar yok, Anadolu beylikleri yok… Bugün bile Türki devletlerin, yönetimlerin sayısı onlarca ayrıca… Dolayısıyla, bir silsile olduğu ortada. Kardeşim, ABD’de de seremoni askerleri var, onların tarihi eski olmadığından adamlar anca 200 sene önceki kıyafetleri giyebiliyor. Daha eski tarihi olanlarda da kıyafetlerin konsepti daha eskiye gidiyor, normal olarak. Ancak Nazi geçmişi olan faşizmfobik Almanya’da işler farklı biraz, ayrıca halk ayaklanmasıyla monarşileri sona erdiren Fransa ve Rusya’da da işler biraz farklı, yani onlar inceden tırsıyor tabii. Ancak bizde bu devletler halk ayaklanmasıyla değil, tarihin seyriyle yıkılıp yapılmış, sorun yok yani. Onlar yapınca cool oluyor da kendi ülken yapınca neden eziklik psikolojisine girip zorla gülmeye çalışıyorsun? Bu millet bu devletleri kurmuş, forsta temsil edilen yıldızlar sembolik seremoni askerleriyle de resmedilmiş. Büyütülecek bir şey değil, elin İngiliz’inde royal soldiers’lar sınıf sınıf, herifler atla, kılıçla, çağ dışı kıyafetlerle takılıyor. Komikse onlara da çok güleceksin… Sonuç olarak, dünyamız bu, el oğlu yapınca saçma değilse kendi ülkendekine de saçma demeyeceksin. Muhaliflik gözleri kör etmesin, ölçümüz bilim, akıl falan olmalı, parti rozetleri değil. Bunu eleştireceğinize, ülkenin adı bence Osmanlı olmalı diyen Sinan Çetin gibileri eleştirin. Burası laik Türkiye Cumhuriyeti, herkes dininde özgür, ancak tarihi de başta Atatürk olmak üzere kimse çöpe atmadı. Tekrar edelim, o forsu tasarlayan da Atatürk’tür; Tayyip Erdoğan, Atatürk’ün eserini biraz daha somutlaştırmaktan öteye gitmemiştir. Buradan kimseye muhalefet malzemesi çıkmaz, çıkartmaya çalışan da saçmalar. Eskiden birçok devlet kurmak ayıp da değil, günah da değil, bunları sembolik olarak anmak da kabahat değil.

Bana kalırsa bu seremonilerin hepsi, eğer ideal bir dünyada yaşasaydık gereksiz olurdu ama bir şeyi yargılayacaksan “kıyaslama” yoluna gitmek durumundasın. Eğer siz tüm seremonik askerleri komik buluyorsanız, bizimkine de güleceksiniz tabii, ama çifte standart yaparsanız, saçmalamış oluyorsunuz.

SOSYAL MEDYADA GELEN MUKABELELER

Yetkin İşçen: Buraya örneklediğin fotoraflarda görülen tüm eski kıyafetli askerler (muhafızlar, tören kıtaları, vs) o ülkenin tarihinden tek bir örnek alarak yapılmıştır. Buradaki ülkelerin hepsinin geçmişinde sayısız krallık, prenslik, hanedan vs. olmasına rağmen, bizim gibi hepsinden bir tane model alarak bir çorba yapılmamıştır. Vatikan İşviçreli askerleri kullanır, kıyafetleri tek tiptir. İngiliz saray muhafızları öyle İsveç öyle, Fransa da öyledir.


RTE’nin (ya da akıldanelerinin) yaptığı uygulama, baştan sona görgüsüzlüktür. Yeşilçam’ın Kara Murat, Malkoçoğlu setlerinden fırlamış gibi tiplerle ciddi bir görünüm sağlanamaz. Bu manzara, göreni sadece güldürecektir. (Nitekim, şu solda bornoz giymiş gibi duran askerin kimlerden olduğunu soranları “Duşakabinoğullarından” diye yanıtlayan bir tweet var ki, aklıma geldikçe gülüyorum…)

İlşad Özkan (ben oluyorum tabii bu): Bunun “canlı modeller” üzerinden sergilenmesi, kıyafetlerin biraz sallamasyon olması tartışılmalı, ona katılıyorum. Fakat ben kıyasladığım örneklerin de denk olduğunu düşünmüyorum. Örneğin İtalyanlar için kaç devletten bahsedebiliyoruz? Sayısız değil. Fransızlar keza, öyle, sayısız değil. Bizdeki örnekler Orta Asya, Batı Avrupa, Ön Asya, Afrika,, Ortadoğu, Hindistan, Uzakdoğu (sayılır) gidiyor. Coğrafya olarak bu kadar farklı konumlarda farklı devletler kuran Avrupa milleti örneği az diye biliyorum, çoğu da aynı yerlerde kalmış. Ayrıca bir şekilde hanedanlar değişse de büyük ve tek monarklar temsil etmiş milleti onlarda, belirli tarihlerden sonra. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel kökenlerini Osmanlı’yla kısıtlamadan ötelere götürmek Atatürk’ün açık bir politikasıydı ve kendisi burada zikredilmeyen tarihin ilk devletleriyle de bağlantıları araştırıyordu bizzat. Burada Hunların Selçuklulara, Selçukluların Hazarlara, Osmanlı’nın Uygurlara benzediğini söylemek de güç. Yani, gerçek anlamda hemen hepsi “farklı” devlet anlamında. Dolayısıyla bunların bugünkü milletin kendi ülkesini bir şekilde bunların ardılı sayması bence yanılgı sayılmaz. Hem, bir yorum farkı olarak da bu seremonik uygulamaların bizde bu şekilde çeşitlendirilmesinde ben bir yanlışlık görmüyorum. Komiklik yok mu? Elbette çok ancak bu durum fikri ve yapılmak isteneni bence aşağı çekmiyor. Bir tiyatro tadında gerçekleştirilmesi, iş bilmezlik, orası muhakkak. Verilmek istenen bu mesaj daha şık verilse daha güzel olurdu, orası da muhakkak. Bir diğer nokta, baldırı mecazen değil gerçekten çıplak Hun askerlerini gerçek dışı şekilde “tesettüre” sokmalarında bir İslamcı bakış açısı sırıtmıyor mu? Sırıtıyor. Bunlar, başka noktalar. Ancak benim vurgulamak istediğim şey, uygulamanın temelde bir garabet olmadığı. Körü körüne milliyetçilik bir noktadan sonra kişiyi tıkarsa da, hamaset düzeyinde kalması çok zararlıysa da, bir milletin özgüven inşasında çocukluk ve gençlik dönemlerindeki bireylerin özgüven inşasında bu tip çalışmalar bence önemlidir. Bu amaçla yapılan yönlendirmelerde de zarar yoktur, hatta fayda vardır. Örneğin Musevi Türkler tarafından yönetilen Hazarların bu şekilde kanlı canlı sebeplerle merak edilmesi bile, çok kültürlülüğümüzün tarihsel kökenlerini gösterir. Elbette yine geçmişte yapılan hataların da görülmesini ve ders çıkarılmasını sağlayabilir. Bence, hayatı okumada vazgeçilmemesi gereken bir öğretmen olan tarihe, gülünç yönleri de olan tiyatrovari bir şekilde dikkat çekilmesinde eleştirilecek noktaları bazı isimler çok kasıtlı olarak fikirsel yönünden seçti. Örneğin öteden beri Türk kimliğini her türlü diğer etnik kökenden aşağı gören birkaç “ünlü” var bu olayla şiddetle dalga geçen, isimleri lazım değil. Geçen seçimler öncesinde de “Gürcü” Erdoğan’ın “Ben Türk’üm” demesindeki hikmet basit bir seçim manevrası gibi gösterilmek istendi, ki öyle değildi. ABD’den yenen büyük kazığı oldukça ama oldukça geç fark eden ve kaybın büyüklüğünü sindiremeyip ülkesinin çıkarını düşüren bir Erdoğan çıktı ortaya geçen bunca yıl sonunda. Akdeniz’deki yeraltı kaynaklarından hakkını isteyen, 12 sene öncekinden çok daha farklı biri çıktı. Tüm kişilik özellikleri, hataları, yolsuzluk “iddiaları” yanında bulunduğu makamın geleneklerini de sahiplenen ve aslında en çok kendi eski destekçilerini şaşırtan bir Erdoğan var şimdi. Ben alkış tutmuyorum ama, bunları da fark edelim diyorum. Yoksa, belki hatırlarsınız, küfretmekten ağır sayılabilecek nice söz sarf etmiştim ve siyaset konuşmamaya karar versem yine ederdim. Rezaletler çok, yani topyekûn benimsemem mümkün değil ama, bu demek değil ki bu adamın nefes alışı bile hatalıdır. Bu yaptığı cesaret isteyen bir işti, özellikle de şu son yıllarda kendi eliyle darbe vurduğu bazı değerleri düşününce, yine kendi eliyle ama öyle ama böyle, ama küçük ama büyük bir şeyler yapması, yanlış değil. Bir hatanın neresinden dönülürse de kârdır, benim bakış açım böyle. Farklı yönleri de görüp ayrıştırmak lazım genel kanaati değiştirmeyecekse de.

Y.İ.: Tartışmayı uzatmada pek yarar görmüyorum. Çünkü, Fransada birçok devir olduğu gibi, birkaç da cumhuriyet var. İtalya’da kent devletlerinin peşinden İtalya Birliği geliyor ve sonrasında da farklı yönetimler, düzenler var. Kıyasladığım örnekler birebir örneklerdi. Vatikan da yüzyıllardır İsviçre askerini otantik giysileriyle kullanıyor. Böyle maskeli balo kıyafeti yapar gibi bir tören kıtası yapılmaz. Görülmüş şey değildir… Hepsi birbirinden farklı giysi ve aksesuvarlarla böyle bir sunum, ancak bir askeri müzeye yakışır, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na değil. Kaldı ki, kameralara verilen poz da iki liderin el sıkışması pozu değil, adeta “bir Türk filminin yapımcısıyla yönetmeninin el sıkışması” gibi duruyor. Eklediğin diğer ülke fotoğraflarında dikkatini çekmiş olmalı; tören birliği, nizami bir biçimde sıralanmışlar, devlet büyüklerinin geçişinde ihtiram duruşu sergiliyorlar. Böyle “hep birlikte” kameralara poz vermiyorlar. Bu da çok sakil duruyor.
(Türkiye Cumhuriyeti’nin bu meselede, adı geçen diğer 16 Türk devletinden ne aldığı da ayrı bir tartışma konusu tabii… TSK’nın kendi kuruluşunu MÖ. 200’lere kadar çekmesine ve resmi sitesinde yayınlaması da bence çok komik. Bir taraftan yeni Türkiye Cumhuriyeti, yeni bir devlet, yeni bir millet deyip duruyoruz, öte yandan silahlı kuvvetlerimizin kuruluş tarihini milattan öncesine çekyoruz… Saçmalık…)
Böyle bir atraksiyon yapılacaksa-ki düşünerek taşınarak yapılsaydı çok da güzel olurdu- belli bir dönem kıyafetini (mesela yeniçeri) seçip, tüm birliği aynı giysiyle donatıp bunu bir tören kıtası olarak kullanmak iktiza ederdi… Böyle yapmayınca işte manzara da böyle komik oluyor…
😛

İ.Ö: Bunlar doğru eleştiriler. Bu arada TSK’nın tarih olayı yeni değil, yıllardır öyle. “Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız” demenin ön şartı olabilir tarihi geriye götürmek. Ayrı bir konu.

“Sessiz Katil” hipertansiyon bir danışanımda daha karşıma çıktı, ona papuç bırakacak değiliz…

hiper-tansiyon
Birkaç gün sonra çalışmaya başlayacağımız danışanlarımdan biri olan G. Hanım’ın değerlendirmesinde dipertansiyon hastası olduğunu ve kullandığı ilacı öğrendim. Kendisiyle bugün veya yarın detaylı görüşüp programımızda durumuna özel ne tür farklılıklar olacağını anlattıktan sonra, kendisine göndereceğim programı ilk fırsatta hekimine de sunmasını isteyeceğim. Ancak bu vesileyle sizlere de yüksek tansiyon (hipertansiyon) hakkında birkaç şey söylemek istedim, belki işine yarayanlar olur. Öncelikle söylemeli ki, kendini sağlıklı sanan kişiler de hipertansiyon hastası olabilir, çünkü esansiyel hipertansiyon hastalığının esas sebepleri tam bilinmese de çok yaygındır ve de oldukça sinsi seyreder. Baş ağrısı, burun kanaması, kulak çınlaması, baş dönmesi, bulanık görme, ayaklarda şişme gibi işaretler hipertansiyondan kaynaklanabilir, bunlar varsa dikkat. En kısa sürede bir uzman kalp hekimine muayene olmalısınız. Hipertansiyon kalp krizine bağlı ani ölümlerin yanı sıra felç, böbrek hasarı, görme kaybı gibi pek çok ciddi riske sahiptir. Yaşla birlikte hastalığa yakalanma riski artar, ayrıca sigara içmek, yüksek kan şekerine sahip olmak, fazla kilolu olmak ve erkek olmak gibi durumlar riski artırır, ve tabii sigara içmek! Hipertansiyon hastası ya da şüphesi olan kişiler spordan kaçmamalı, aksine spor yapmalıdır ayrıca. Fakat çok zorlayıcı egzersizlerden kaçınmaları gerekir. Ayrıca kullandıkları ilaçlara bağlı olarak su tüketimleri arttığından, su da kendileri için özellikle önemli olduğundan, susuz kalmamaya dikkat etmelidirler. Spor yapıyorlarsa mutlaka hekimlerini bu hususta bilgilendirmelidirler… Aklıma gelenler bunlar. Sizlere tavsiyem, Amor Fati, yani yazgınızı sevin demekten fazlası olamaz. Hastalık da sağlık da bize ait, insan olmanın kaçınılmaz bir yan etkisi. Hayata küsmeye gerek yok, ölene kadar yaşamaya, ama güzel ve neşeyle yaşamaya devam! 🙂

Birebir derslere neden daha başlamadım ve bizdeki personal trainer’lar nasıl yolunuyor?

Evet, artık danışmanlığa ağırlık verdiğim Basra’daki kuşların, Sibirya’daki kurtların bile malumu. Fakat birebir ders almak isteyenleri geri çevirmek durumunda kalıyorum. Bunun sebebini buradan bir kere açıklayacağım. Öncelikle, birebir derslerde ölçüm ve değerlendirmede kullanacağım tam 16 farklı cihaz-ekipman var. Vereceğim kalitede hizmet, hiç şüpheniz olmasın ki Türkiye’de, spor ölçüm merkezleri dâhil yok, Batı ülkelerinde bile zor bulursunuz sanıyorum (belki oralarda da bulamazsınız, tabii aylık 6000 dolar bayılıp Michael Yessis’den falan almazsanız). Fakat bende fiyatları 25 TL ile 2500 TL arasında değişen bu malzemelerden henüz sadece 7 tanesi var, üstelik lüks modelleri de tercih etmediğim hâlde… Geri kalan 9 tanesi için, ki bazısı yurtdışından getirilmek durumunda, yatırım yapmam gerekiyor ve henüz yapmadım. Bu yılın ilk yarısında halletmeyi umuyorum, ondan sonra İstanbul içindekilere birebir danışmanlık verebilirim.

Diğer nokta ise, üç kuruşluk “postural analysis grid chart” dediğimiz postür ölçüm kâğıdını kullanmanın 3-5 saatlik kursları bile güzel ülkemde 200 ila 500 TL arasında fiyatlarla garibim BESYO mezunlarına ya da personal trainer’lık yapmak isteyen diğer meslek erbabına dayatılmış vaziyette. Buradan hareketle söyleyebilirim ki, ben zaten çoğunun eğitimini aldığım cihazlarımın kullanımının kursunu versem, ortalama 300’den 10 kurs dersen al sana kişi başı 3 bin TL söğüşleme yöntemi, oh, ne güzel değil mi?.. Değil tabii, hoş değil, güzel değil. Ben bunun yerine ileride temel 5-6 cihazın kullanımını anlatacağım, 20-25 saatlik bir paket kursu 500-700’e falan vermeyi daha düzgün buluyorum. Yazık günah, zaten ülke ekonomisi bahane edilerek bu arkadaşlar komik maaşlarla çalıştırılmak isteniyor, bir de kurs murs diye diye 3 saatlik sıradan eğitimleri yüzlerce liraya dayamanın insaflı bir yanı yok. Neyse.

Sonuçta, birebir ders almak isteyenlere çok teşekkürler ama sıradan bir birebir danışmanlık hizmeti vermeyeceğimi bilenleri hayal kırıklığına uğratacak değilim. Ekipmanımı tamamlayıp birkaçı için de eğitim aldıktan sonra birebir derslere başlayacağım. O zamana kadar, idare edin 🙂

Not: Bunları ifade etmemden rahatsız olanlar olabilir, eğer buradalarsa kendilerine müshil öneririm. Bunun dışında bu sektördeki pek çok insanın daha iyiye gitmek için bizzat çalıştığına, götürmek uğruna bir taş da olsa koyana da destek olduğunu biliyorum. Hepsini selamlıyorum. Kendi adıma, aslında çok az şey bildiğinin farkında olup öğrenmeye devam eden biriyim, ama uğraştığım bu işi, eğer ölmezsem, dünyadaki en üst seviyeye taşıyıp olabilecek en iyi şekilde yapmak isteyen biriyim. Bu da birilerini rahatsız etmiş. Sözüm onlara: Sen goygoy yaparken, ben yeni kitaplar okuyorum. Sen TV karşısında keyif çatarken ben hiç de mecbur olmadığım hâlde kendime oluşturduğum dersleri çalışıyorum. Sen “En iyi benim!” zannıyla kasılırken ben bu işi daha iyi yapabilmek için gözümün nurunu, saatlerimi, günlerimi harcıyorum. Tüm bunlara rağmen beni çekemiyorsan anten tak arkadaşım, ne diyeyim yani.

Basit bir şeyi anlayıp öyle kabullenmek yerine öküz altında buzağı aramaya ve hayal kurmaya gerek yok. Basit olan şey şu: Ben iddialı biriyim, her ne yaptımsa iddialı oldum ve iddialı olduğum her şeyde de er veya geç hedefime ulaşıp başarılı oldum. Bu işte de iddialıyım ve herhangi bir sebepten bu seni rahatsız ediyorsa, daha çoook rahatsız olacağını garanti ediyorum. Ölüm, felç, savaş, doğal afet gibi mucbir sebepler haricinde de bu iddiaya sahip olup çalışmaya devam edeceğim. Hayır beni anlamadığım, iddialı olan benim, buna rağmen ben karşılaştığım her deneyimli isimden ne öğrenebilirim diye saygıyla bakarken sen hep kısa yollar arayarak ömür tüketen bir çapsız olarak hiç mi utanmıyorsun benimle ilgili ileri geri konuşmaya? Benim, bana ve yapmaya çalıştığım şeye saygısı olan herkese sonsuz saygım var, saygısızlara da ayıracak, burada isimlerini verip reklamlarını yapacak vaktim yok. Ayıp ama, o kadar diyorum. Ek olarak, elle tutulur ve objektif bir eleştirin olsa, ben zoruma da gitse sana teşekkür eder, hatam için de açıkça beni takip edenlerden özür dileyip mağduriyet yaratmışsam telafisi yoluna giderdim. E o da yok! Ne var? İnsanların arkasından asılsız dedikodular üretmek ve zanna dayalı karalamalar yapmak var. Welcome to Türkiye yani, yeni bir şey değil!

Dolmuşum ama ben de 🙂 Selamla…

Soğuk

Az evvel yazmış olduğum bir hikâye, aslında bir deneme demek çok daha doğru. Üzerinde hiç çalışmadan, ham hâliyle. İstanbul’daki bu fırtınanın çağrışımlarıyla…

Gecenin bilmem kaçı, uyuyamadım, üşüyorum. Çok üşüyorum.

Soğukluk bir durum olmaktan çıkıp biçimleniyor, vücutsuz bir kişi olup sokak lambasının ışığının sızdığı odamı dolduruyor. Sanki yattığım ve dakikalardır bir türlü ısıtamadığım için istemeden içinde titremeye devam ettiğim yatağımın bile bana fazla olduğunu düşünüyor. Konuşmuyor ama, onun yerine çıldırmış bir rüzgâr hiç vazgeçmeden o bir türlü kapatamadığım pencere aralıklarında yükselen ve bazen daha da yükselen ıslıklar çalıyor. Kızıyor bana, çok kızıyor soğuk. Bay ya da bayan değil, efendi ya da köle değil o, sahip ya da sahip olunacak bir şey değil. Ama burada, odamda, karşımda, bana bakıyor, biliyorum. Tanıklığını bilmemi istiyor, tanık oldum sana diyor, bebekliğine, ağlayışına, gülüşüne, çocukluğuna, hayatına. Ben, hep vardım, hep buradaydım, hep yanındaydım diyor. Ama, neden bana kızgın?

Aşağıdaki şehirlerarası yoldan tek tük geçen arabaların motorunun sesi geliyor bazen, bazen de bu geçişler bu sonu gelmez ıslıkların arasında ya hiç seçilmiyor ya da belli belirsiz bir an duyulup kayboluyor.

Niye diye sormak istiyorum ona, penceremi neden çılgın gibi zorladığını değil, içeri girmesinden korkmuyorum onun, zaten içeride, niye diye sormak istiyorum, sanki tüm uğursuzlukların sebebi oymuş gibi.

Ben hep oradaydım diyor, umursamaz, mağrur ama sanki merhameti de varmış gibi; karşımda, tepemde, yanımda, yatağımın altında ve havanın olduğu her yerde.

Yakasına yapışmak istiyorum, neden bunu yapıyorsun diye. Ellerimi sıkı sıkıya sarıldığım yorgandan ayıramayacağımı biliyor, ayırsam da, benden korkmuyor.

Biliyordum diyor, seni, hep yanındaydım.

Ondan ürkeceğim düşüncesi beni daha da ürküttüğünden ondan ürkmemekte kararlı davranıyorum ve bunun için ona daha çok kızmaya çalışıyorum.

Yanmayan sobadan onu sorumlu tutuyorum. Neden ağaç kesmedin diye sorup görünüşte haklı çıkarak benimle dalga geçeceğini düşündüğümden odunları sormaktan vazgeçiyorum. Onun bu kapsamlı hüküm anında gücünü daha da artırmaktan korkuyorum, çünkü biliyoruz ki odun kesemememin sebebi de oydu ama bunu kolayca inkâr edip beni daha da aptal duruma düşürebilir.

Camları kırmaya gücünün yetmediğine sinirleniyor olmalı, yine de ben onun hışmında belli belirsiz bir merhamet de seziyorum. Çünkü beni tanıyordu, yıllar ve yıllardır beni tanıyordu, bu kadar yıl tanıdığın birini sevmemen, ona merhamet duymaman mümkün mü?

Yoksa hiç merhameti yok muydu?

Üzerime kaç kat örtü serersem sereyim sanki her katmanının ilmiklerinden girip yine ısınmak için mücadele eden bedenimi soğutuyor. Bana sarılıyor sanki, onunla mücadele edecek gücüm kalmıyor, gözlerim kapanmak istiyor, bu anda geçmişim tatlı bir hayal seli olup gözümün önünden akıyor. Çocukluğum, hayallerim, hayal kırıklıklarım, en üzücü anlarım bile tatlı bir anıymış gibi hiçbir acı vermeden gözlerimin önünden geçiyor.

Tekrar kızıyorum ona bu aldatıcı soğuk sarılmasından kendimi kurtarıp. Böyle olmayabilirdi diyorum, biliyorsun, iyi biliyorsun. Onunla konuşmak için titreyen çenemle takırdayan cümleler kurmak zorunda değilim, o benim kafamın içindekileri biliyor. Pencerenin kenarındaki eski sandalyeye kurulmuş gibi şimdi, sonumun geldiğini biliyor ve bundan keyif alıyor, bu keyfin merhametinden kaynaklandığını ve kurtuluşum olduğunu düşündüğü için buruk bir sevinci olduğunu hissediyorum.

Sonra acımasız fırtınaya daha fazla direnemeyen pencere aniden açılıyor ve büyük bir uğultu savrulan kar taneleriyle birlikte odama doluyor. Bu şiddet birden beni canlandırıyor, sanki, yaşamak için tüm hücrelerim son bir gayrete geliyor. Nasıl yaptım bilmiyorum ama pencere açılır açılmaz yataktan fırlayıp pencereye gittiğimi fark edebiliyorum, sanki giden ben değilim de kendi bedenimden çıkıp yukarıdan kendimi seyrediyor gibiyim. Rüzgarla mücadele ederek yaşlı pencereleri tekrar kapatıyor, onun oturduğu o lanet sandalyeyi de masanın üstüne koyup pencereye dayıyorum.

Bu yaptığım beni biraz kendime getiriyor ama inanılmaz bir titreme alıyor beni. Ben kalkınca korkup saklanmış hatta belki de gitmiş gibi soğuk. Fakat tekrar hareketsiz kalırsam bunun çok sürmeyeceğini biliyorum. Bir kat daha elbise giyip sırtıma da yatağımın en üst örtüsü olan battaniyeyi alıyorum. Salona gidip baltayı alıyorum, bana yıllardır dostluk ettiğini iddia eden bu sahte dost, acımasız soğuğun kafasını bu baltayla yarmayı çok isterdim. Fakat titriyorum, fazla vaktim yok ve onun ele avuca gelmediğini de iyi biliyorum. Sandık gözüme ilişiyor, içinde bir dolu kitabım var, sığındığım bu yerde, şehrin oldukça dışındaki bu yerde, arada bir fatura kesmeye gelen şirket görevlilerini saymazsak, sahip olduğum biricik arkadaşlar, konuklar, dostlar ve düşmanlar onların içinde. Sandık, lanetli bir armağan gibi peşimden gelen nice unutulmaz anımı temsil ediyor. Masa yapıp üstünde yemek yediğim de olmuş, bir başkasıyla bütünleştiğimde. Fazla vaktim yok ama.

Sandığın kapağını açıp kitapları alel acele boşaltırken çoğunun ismini okuyorum istemeden, o sıra kitabın kendisini de hatırlıyorum. Fakat bir saniye bile vakit kaybedemem. Hızla kitapları boşaltıyorum. Bir tornavida lazımdı şimdi, menteşeleri sökmek daha iyi olurdu. Fakat, ne de olsa yanacak, tornavida aramaya vakit yok üstelik.

Gözüm dönmüş gibi baltayı sapının ortasından tutup zaten zayıf olan kapağının ortasına saplıyorum. Kaldır, sapla, ayır, tekrar et. Saniyeler içinde sobamı belki iki kere dolduracak kadar ceviz odununa sahip oluyorum, odun denemez aslında, hepsi çıta gibi ince. Olsun. Hemen odamdaki sobaya dolduruyorum bunları, bunu yaparken de 3 gündür fırtınadan kesik olan elektrikleri açmayan şirkete ağız dolusu, bu sefer sesli olarak, küfürler ediyorum. Sırf otantik falan olsun diye aldığım şu kandiller de salonu aydınlatmasaydı, bunları bile yapamayacağımı düşününce komik geliyor, gülüyorum. Sonra yine beni yaralayan soğuğa kızıyorum.

Titremelerim biraz azaldı, ne de olsa balta kullanmak en soğuk bedenleri bile ısıtır. Kitap arıyorum, zaten hiçbir gazete kalmadı, zaten yollar kaç gündür kapalı. Hiçbir kitabıma kıyamıyorum önce, sonra, bulması en kolay olan klasiklerden birini alıyorum, sayfalarını hızla yırtıp odunların arasına çok da sıkıştırmadan yerleştiriyorum. Ben bunları yaparken azıp da sonra yakalanmış suçlu bir köpek gibi köşede sindiğini hissediyorum soğuğun. Hadi, şimdi bana anlat geçmişimi diyorum, şimdi karşımda keyif çatarak benimle eğlen diyorum. Gidemiyor, çünkü kaçmaya kalkarsa onu mıhlayacağımı iyi biliyor.

Çakmağı çakmamla birlikte dışarıdaki fırtınanın çığlıklarına aldırmayan gür bir ateş yükseliyor tutuşan kâğıtlardan. Ceviz çıtalarının verniği ve boyaları önce kaynıyor, sonra eriyip yıllardır benimle bulunan bu sandığın parçaları yanmaya başlıyor. Bir yandan da üstten yeni kitap yaprakları atmaya devam ediyorum. Göğsümün ısındığını hissediyorum. Odanın kapısını örtüyorum, biraz daha çıta atıp sobanın başında beklemeye devam ediyorum. Bir süt olsaydı da kaynatsaydım keşke üstünde diyorum, belki biraz da kestane, çok iyi olurdu.

Soğuğun hain, sinsi, acımasız fakat sonunda işkence ettiği kişinin eline düşmüş bir cellat gibi ufaldığını görüyorum. Şimdi ben sana bir hikâye anlatayım ister misin diyorum. Alaycıyım onun gibi, acımasızım kendisi gibi. Bunu iyi biliyor. Kaderine razı olmaktan ölesiye korksa da artık kurtuluşu yok, bu sefer titreyen o, ama korkudan, çünkü benim hikâyelerim onun canını daha çok acıtacak…

Online personal trainer – Türkiye

Artık bir genel yayın yönetmeni olmadığım için, eskiden ek işim olan ve hatta kitap yazarken falan gözden çıkarabildiğim online personal training (uzaktan kişisel antrenman) yahut benim deyişimle uzaktan fitness danışmanlığı servisim, öncelikli bir noktaya geldi.

Bu noktada, kişilerin çevrimiçi araçlar vasıtasıyla aldıkları bu hizmet hakkında yeterli bilgiye sahip olup olmadıklarından emin olmadığımı söylemem gerekiyor. Özellikle, “en iyi personal trainer olmak isteyenlere 35 tavsiye” yazımı yazdıktan sonra, bu hizmeti veren kişi sayısı arttı (bu yazımı okumak isteyenler burayı tıklasın: http://www.bodytr.com/2014/01/daha-iyi-bir-personal-trainer-olmaniz-icin-35-oneri.html ). Ancak, verilen hizmetlerin içeriğinden haberim yok, bu sebepten online hizmet almak isteyenlerin bilmesi gerekenler var. Birazdan yazacaklarım, hizmet alacaklar kadar, hizmet verecek olan personal trainer’lara da yardımcı olabilir.

İlk olarak, hizmet alacaklar için birebir çalışmayla uzaktan çalışmanın temel avantaj-dezavantajlarını sıralamak yerinde olur:

Avantajlar

Uzman bilgisine erişim. Satın almış olduğunuz bu hizmet sayesinde, uzman bilgisine doğrudan ve de sizin sorunlarınıza yanıt olacak şekilde ulaşabiliyorsunuz. Bu, önemli bir avantaj. Çünkü piyasada birikimi yüksek olan eğitmenler azınlıkta. Fakat bu noktada, “bilgi birikimi” ve bunu hizmet verilen kişiye çözüm üretebilecek şekilde “uzmanca doğru yorumlayabilme” yeteneği önemli. Ne yazık ki kendisi çok güzel vücut yapmış ve aslında eğitmenden çok birer sporcu, fitness modeli sayılabilecek olan bazı isimlerin bu potansiyellerinin olmadığını söylemeliyim. Zaman zaman internette karşıma çıkan çeşitli paylaşımlarda bu “uzman online personal trainer’ların” açıkça yanlış bilgiler verdiğine de tanıklık ettim. Bu sebeple karşınızdaki kişinin iyi bir vücuda sahip olduğu kadar uzman bir eğitmen olup olmadığını tespit etmeniz önemli.

Daha hesaplı olması. Evet, birebir eğitimler, uzaktan aylık danışmanlığa göre çok daha pahalıdır. Piyasada fitness-pilates sektöründe birebir dersin saat ücreti 40 ila 150 TL arasındadır. Online personal trainer’lık ücretleri ise aylık 35 ila 350 TL arasındadır. Kendim için örnek vermem gerekirse şu an online aylık 300 liraya karşılık birebirde ders saati başına 75 TL gibi bir tarifeye sahibim. Geçmişte istediğim 300 lira, bu piyasadaki en yüksek online ücretti. Bugün ise 350 ve hatta 400 TL fiyatları bile gördüm ancak bu bedeli talep edenlerin hizmeti hakkında detaylı bilgim yok. Ben 250 ile yola çıkmıştım ancak çalışmama bağlı olarak 300’e yükseltmek durumunda kalmıştım.

Zamandan ve mekândan bağımsızlık. Eğitmen için de, hizmeti alan kişi için de alacağı destek zaman, mekân ve birçok başka şarttan bağımsızdır. Öyle ki, tatile bile gittiğinizde buna uygun tavsiyeleri vermek durumundayımdır. Elbette bunun sebebi, sürecin sonucunun beni de doğrudan ilgilendirmesi. Ek olarak, ev veya spor salonunda çalışmanız da mümkündür.

Eğitim yönünün olması. Birazdan anlatacağım gibi, ister birebir ister uzaktan olsun, her personal trainer danışanının sağlıklı yaşam eğitiminden (hiç olmazsa spor ve sporcu beslenmesi yönünden) birinci dereceden sorumludur. Bu, ayrı bir ücret gerektirmesi söz konusu bile edilemeyecek değişmez bir görevdir. Yola çıktığınız kişinin temel bilgileri 1’se ya da 4’se onu 5’e taşımakla yükümlüsünüz. Yanlış bilgileri varsa bunları tespit edip düzeltmeli ve düzeldiğine dair onay almalısınız.

Dezavantajları

Hareketleri doğru veya yanlış yaptığınızın bilinmemesi. Önemli bir konudur ve görece olarak genel uzmanlığı yetersiz bile olsa hemen her eğitmenin hareket bilgisi sizden çok daha iyidir. Dolayısıyla, uzaktan eğitim alırken hareketleri uygularken yaptığınız hataların tespit edilip defalarca yapılacak tekrarlarla düzeltilmesi şansı, genelde hiç, yoktur.

Motivasyon (yahut baskı) eksikliği. Yaşanabilecek temel sorunlardan biri de budur. Birebir ders alanlarda bir dahaki ders saatine giderken, bir önceki derste kendine verilen ödevleri gerçekleştirip gerçekleştirememenin gururu ya da suçluluğu olur. Eğitmenle birebir diyalog kurmayınca bu baskı ya da motivasyon ortamı ortadan kaybolur. Online personal trainer’lara tavsiyem, motivasyon sorunu olan danışanlarını sanal bir kafakola almalarıdır. Son çare olarak başvurmanız gereken yöntem bu olmalıdır, öğrencilerinizden vazgeçmemeniz çok önemlidir. Bunun maddiyatla bir alakası yoktur, bunun, bir insanın hayallerinden vazgeçip vazgeçmemesiyle alakası vardır ve bizim işimizin manevi boyutu doğrudan bununla ilgilidir.

Programın zorluk derecesinin tayininin zor olması. Bir antrenman ve beslenme programının kişiye olabildiğince uygun olarak hazırlanması genelde kâğıt üstünde teorik gerçekleşir. Hata payı buna rağmen salonda gelişigüzel verilen bir programdan daha düşüktür. Yine de çalıştırdığımız kişinin limitlerini ne kadar zorladığımızı ya da ötesine geçip aşırı antrenmana düşürüp düşürmediğimizi ölçümlememiz kesin olarak mümkündür diyemeyiz. Birebir çalıştırdığımızda vücudun yanıtlarını hem antrenmanda hem de antrenman dışında gözlemle çıkarabiliriz. Bu sebeple benim tavsiyem online trainer’lıkda ek sorularla bu durumun peşine ayrıca düşülmesidir.

Online personal trainer’ın başlıca görevleri

Her biri kendi içinde alt dallara ve detaylı açıklamalara sahipse de, online olsun ya da olmasın bir personal trainer’ın yapması gerekenlerden başlıcaları şunlardır:

1) Konsültasyon ve değerlendirme (özellikle sağlık değerlendirmesi online’da ayrıca önemli)
2) Fitness durum tespiti
3) Kişiye özel program tasarlama
4) Doğru egzersiz yönetimi (fizyolojik, anatomik, biyomekaniksel, güvenli, bilgilendirme, motive etme, takip ve gelişim ölçme)
5) Beslenme eğitimi
6) Egzersiz fizyolojisi ve anatomisi eğitimi

Bu süreçte, eğitimlerle ilgili kısım belirlenmiş ders saatlerinde olabileceği gibi, akışına bırakılmış şekilde parça parça ve yeri geldikçe de olabilir ancak bilgilerinizi, en azından onun ihtiyaç duyacağı kadar, danışanınıza vermelisiniz. Bu, sizin lütfunuz değil, sorumluluğunuzdur.

Eğitmen arkadaşlar, “bilmiyorum” demenin gücüne inanın

Her şeyi bilmeniz mümkündür değildir. Elbette, siz bir uzmansınız, bilmeniz gereken çok şey var ve bu konularda yetkin olmak zorundasınız. Ancak, her konunun her detayını falan bilemezsiniz. Bilmiyorsanız, bilmiyorum deyin. Bunun karşı tarafta ne tür bir etki yarattığını şahsen ben hiç umursamam, benim yalan söylememem çok daha önemlidir.

Personal trainer’lık, özellikle online yapılıyorsa mutlak ve ihanet edilmemesi gereken bir güven üzerine tesis edilmelidir. Sürecin verimli geçmesi için de bu çok önemlidir. Danışanınız sizden, siz de danışanınızdan süreci ilgilendirecek bir şeyi gizlememelisiniz. Elbette, danışan gizliliği de esastır, hasta-doktor mahremiyeti aynen geçerlidir.

Bir online personal trainer’ın değerlendirilebileceği kriterler ise şu şekilde ifade edilir ve danışanlar da danıştıkları özel eğitmene bunlar üzerinden puanlar verir:

Vadedilen zamanda görev yapma:
Hijyen (online’da bu kriter eksik de olsa tavsiyeler üzerinden ölçülebilir):
Dürüstlük:
Güvenilirlik:
Sabır:
Çekicilik (meslekte bir detay olan bu husus ne yazık ki diğer önemli kriterlerin önüne geçebiliyor):
İdare:
Arkadaş canlısı olma:
İçtenlik:
Disiplin:
Tahammül:
Hırs:
Motivasyon:
İş etiği:
Profesyonel giyim (online PT’de yok):
Profesyonel dil:
Profesyonel davranışlar:
Profesyonel karakter:
Önyargılı olma:
Tutum ve yaklaşım:
Adil olması:
Olgunluk:
Saygınlık:
İşbirliği yeteneği:
Sempatiklik:
Ölçülü olma:
Sır tutma:
Düzen:
Kararlılık:
Komut ve idare:
Hastalık bilgisi:
Hareket bilgisi:
Beslenme bilgisi:
İleri yaşla çalışma:

İşte, olay ana hatlarıyla böyle bir şey. Dolayısıyla biriyle çalışmaya başlamak bile aslında günler alan bir dizi çalışmayı gerektirebiliyor.

Çağlara meydan okuyan imajıyla, dostumuz Fabio

6 yıl boyunca bodytr’yi yönetmemden olacak, fitness sektörüne ağ kurmuş sinsi bir örümcek gibiyim. Kıyıda köşede bir hareketlilik olsa, çalışma odamdan bu titreşimleri fark etmem hiç de zor olmuyor. Artık eskisi gibi takip etmesem de, en azından önemli gelişmeleri atlamam mümkün değil. Fakat, bugün size son gelişmelerden değil, fitness dünyasında kendine has bir yer edinmiş olan, yılların eskitemediği dostumuz Fabio’dan bahsedeceğim.

fabio-fitness

İnternetteki yabancı fitness ortamlarında, Fabio diye bir fenomen var, daha doğrusu Fabio Fitness. Fabio’muz ilginç bir arkadaş, her şeyden önce şaka değil, gerçek. Jim Carrey ya da Terry Crews gibi bilinçli bir “fitness parodisi” yok ortada ama insanlara komik geliyor Fabio Fitness DVD’si, daha doğrusu bu DVD’nin kapağı. Tanımlaması güç, fakat hepimizin sezebileceği bir komiklik bu.

Bugün yine bir yerde karşıma çıkınca merak ettim, acaba kimdi bu Fabio, neden bir fitness DVD’si yapmıştı ve şimdilerde ne yapıyordu? İlk olarak, Fabio Fitness DVD’si üzerinden onun tam adını tespit etmekle işe başladım: Fabio Lanzoni.

Harlequin-kapak

Boş zamanlarında jigololuk yaptığını sandığımız dostumuzun aslında bir model olduğunu öğreniyoruz (sayılır mı bilmem?). Kendisiyle ilgili ciddi tahminim ise Harlequin romanlarının kapağında yer aldığıydı. Bunun sebebi, bu romanların geçkin kadın cinselliğine hitap etmesi ve Fabio gibi dostlarımızı birer seks objesi hâline dönüştürmesi. Gerçekten de böyle Fabio; 1,90 boyu, bronz teni, uzun saçları ve Feriştah’ın düşlerindeki edeleleriyle, post-menopause kitleye hitap eden gündüz düşlerinden fırlamış bir imajı var onun. Websitesine girdiğimde ise yanılmadığımı görüyorum, gerçekten de birçok aşk romanının kapak çocuğu olmuş Fabio.

Aynı zamanda çeşitli film ve dizilerde de rol alan Fabio, ifadesiz ve sıradan çehresiyle bu alanda pek yükselememiş. Yine de güncel çalışmalarda yer aldığı oluyormuş. Ayrıca gösteri dünyasının merkezlerinden birine yerleşmiş bir Milanlı kendisi, yani Kaliforniya’ya. Bu notu da düşelim.

Fabio’yla ilgili ilginç olan şey ise, bugün kendisini bir espri unsuru hâline getiren imajından asla vazgeçmemesi. 20 yıl sonra bile aynı uzun sarı saçlarıyla salınan Fabio, sanırım kendine ait olan, birtakım doğal takviye gıdaların tanıtımlarında da modellik yapıyor son günlerde. Bu noktada, imajının bir şekilde dikkat çekmesini kompleks hâline getirmeyip geri adım atmaması ve bir şekilde avantaja çevirmesi takdire şayan. Nitekim nice GAP, Hugo Boss modelinin adını sanını bile bilmeyiz, ya da bilmesi gereken de zaten biz değil kadınlardır, bilemiyorum.

Fabio’nun çalışmaları için, tıpkı imajı gibi 90’lardan kalma mütevazı internet sitesine girebilirsiniz: http://www.fabioinc.com/

Kendisiyle ilgili “Avrupa tipi prens saçlı” yorumum ise People dergisinin 1993 yılında katıldığı bir görüş olarak kayıtlara geçsin.

fabio-people