Nereden, nereye, niye

Yazmak, kelimelere can vermek, cansıza can vermek, bunun için “yaratıcılık”. Algı olarak tabii bu. Mesela diğer pek çok iş de bunu yapıyor; resim, heykel, müzik… Fakat yazı başka, yazı hem daha karmaşık hem daha direkt. Çünkü yazıda, yazarın ifade ettiği kelimeler yansır zihnimizde ve anlatılan gerçekliğin izdüşümü belirir kafamızın içinde. Bunun için okunan her yazı mutlak bir canlılık sağlar; okur, yazıya can verir.

Geçmişi düşünmek de, ister aracısız anımsamakla olsun ister bir yazıyla, farklı bir canlılık oluşturur. Yitip gitmiş, geri gelmeyecek olan, artık değişime uğramayacak olan donuk bir canlılıktır onunkisi. Hem canlıdır hem değil yani. Bunun için kendi geçmişimize götüren yazılar, yaşamımızın, bahtımızın şeklüşemalini daha net görmemizi sağlar; üzülebiliriz bahtımıza yahut özleyebiliriz mutluluğumuzu. Bunları anımsayıp düşündükçe, üzüntü duyarız; nostalji burada başlıyor sanırım. Nostalji, ortak bir değer değildir aslen, geçmişi “yaşayabilen, canlandırabilen” kişilerin girebildiği bir seyir tünelidir, izler ama dokunamaz kişi.

Geçmişimi hatırlamayı seviyorum, geçmişimden parçaları. Kaybolan şiir defterlerimin birinde yer alan “ (…) tüm bunlar çarpışacak yeşil yüreğinde / ama yine de için bir garip, gözlerin dalgın olacak.” dizelerini yazdığım sokağı anımsıyorum hâlen. Anımsarken de sanki yeniden 19 yaşında oluyorum.

Geçmişime bazen olmadık tetiklemelerle gidiyorum. Az önceki gibi mesela, bir sitede Gameshow ismini görüyorum. Aklıma kocaman bir geçmiş geliyor. Bütün zavallılığı, bütün neşeleri, bütün değiştirilemezliğiyle.

Satırlar yazıp göndermem, çağrılarım geliyor.

Ve zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım aslında hep aynı yerde olduğumuz gerçeğini fark ediyorum: Kafamızın içinde. Tüm yaşamımız burada geçiyor, geri kalan her şey bu yere ettikleri etki kadar varlar ve aslında hiçbir yere gitmiyoruz. Daima aynı kafanın içinde savrulup duruyoruz.

Yağmurlu ve kapalı havaları, hele bir de deniz kenarındaysa severim, söylemiştim. Geçmişte de en çok böyle havalarda kendimi bulurdum. Demek ki çocukluktan gelme bir rahatlık bu. Garip, kendini rahat hissetmek için neden böyle havalar daha güvenli gelmiştir bana acaba. Herhalde yağmur çılgın insan kitlesine zoraki bir çeki düzen verip onları zapt ettiği için. Olabilir.

“Okuma, yaz artık.” demişti abim geçen ayların birinde. Aslında bu tavsiyeye uymak istediğim için değil de tamamen isteksizlikten ötürü okumadığım için uymuş bulundum bu tavsiyeye. Şimdiyse bakıyorum, yazarken daha “ben” çıkıyor kelimelerim, cümlelerim. Okumamak, yazımızın kişisel kimliğimizin vereceği özgün şekli almasında faydalı bir süreç. Bundan eminim artık. Özgünlük. Özentisizlik. Etki altında kalmamışlık.

Toparlıyorum bir süredir, fiziksel anlamda, zamanında çokça verdiğim kiloları alıyorum geri, 10 kiloya yakın aldım, yağ oranım 4-6 %’lerden 7-8’lere geldi gerçi ama bu da düşük bir oran nihayetinde. Hem, hiç koşmuyorum. Ama yine koşmak için sabırsızlanıyorum. Koşunca tekrar 6’lara iner. Koşmak, hep söylediğim gibi, müthiş, çok sevdiğim bir eylem. Yaşadığımı hissettiriyor bana, kendi gücüm ve çabamla yol almak, yaşamın ne olduğu hakkında tatmin edici bir öğretim oluyor bana.

Bazen gözlerimi kapayıp gri bir havada, ince bir yağmurun altında, geçmişimle meçhul geleceğim arasında koştuğumu düşlüyorum.

Sanki birisi bir yerde, beni bekliyormuş gibi bir düşünceye düşüyorum sonra, bile bile kandırıyor olsam bile kendimi, iyi geliyor. Tüm geçmişimle birlikte ona koşuyormuşum gibi. Sanki. O’ndan kasıt bir insan mı, bir durum mu, bir yer mi, bir düşünce mi, bilmiyorum. “O” var mı, yok mu, ben gerçekten de ona ilerliyor muyum, bilmiyorum. Öyle değilse bile, böyle düşünmekle ne kaybediyorum? Umut da olmasa, yaşamaya katlanılamazdı çoğunlukla.

En güzel ay

Sonbaharla birlikte değişir aniden bakışım dünyaya.

Sıcaklık azaldığı gün (ki bugün gibi, 3 Eylül), biraz da yağmur yağdıysa, merhaba demiştir Sonbahar.

Sonbaharla birlikte, ister istemez, bir nostalji kaplar içimi. Gelecekten çok geçmişe bakmaya başlarım. İster istemez ağırbaşlı olurum, düşünceli, “kaybettiğini” (yaşadığını) bilen, bunu sindirmek zorunda kalmış biri.

Hafızamızı mı açıyor acaba bu mevsim değişikliği? Belki.

Yazın canlılığı yerini kışın kapalılığına bırakmaya başlar, biz de bunu uyum sağlarız.

Sonbahar, soğuk bir şeyler içip serinlediğin değil, sıcak bir çikolota içip içini ısıttığında gelmiş demektir. Bugün benim de yaptığım gibi.

Sonbahar, içimizi ortaya seren bir şiir aradığımız günlerdir. Anlatamayız dolarız da hani, işte bu dizeler deriz, tam ben. Şiir en güzel sonbaharda okunur.

Müzik seçimin de değişir istemsiz, harekete geçiren değil de ruhunda usulca gezinen, derinlere inen şeyler dinlemekten haz alırsın.

Bu ağırbaşlılık, düşüncelilik, hareketlerine de yansır. Hızlı gitmek değil de yavaş yürümek, yürürken hatırlamak, düşünmek istersin, eski duygularını yeniden yaşamak ister gibi, bir yandan da onları kaybettiğini hayıflanır gibi. Hüzündür sonbahar, güzel bir hüzün. Araç içinde bile yavaş, seyrede seyrede, hissede hissede gitmek istersin; söz gelimi küçükken gördüğün bir ağaç dalının hışırtısını tekrar yakalamak ister gibi camdan…

Sonbaharda işi değil de akışı istersin. Çıkarı değil de samimiyeti ararsın. Kavgayı değil de anlayışı beklersin. Sonbahar, insanlığın tamamlayıcı yüzüdür, savaşın bitip de yaraların sarımı, barışa duyulan gereksinimin ayırdına varılması… Dinlenmek, duymak ve düşünmek zamanı.

Eskiden, mevsimlerin etkisini değiştiremediğimiz zamanlarda, yazın değil de kışın daha sokulgan olduğumuza kuşku yok. Belki bir mağarada yazın nemli, daha da sıcağı istemediğimiz için sarılmıyorduk ancak herhâlde kışları daha da ısınmak için sarılıyorduk birbirimize. Belki bu yüzden sonbaharda sen sarıl, sana sarılınsın istersin. Sıcaktır insan. İnsan, insanla sıcaktır. Bunun için sonbaharın yalnızlığı ayrı bir acıtır insanı.

Kötülükler daha da kötü gelir, iyilikler yetindirmez, az gelir, çoğalsın istersin. Keşke herkes bir ateşin başında toplansa dersin.

En güzel yağmur sonbaharda yağar ve en güzel duyguların bir kısmı, en güzel bu ayda yaşanır. Bunu görenler dedi “Eylül’de Gel” diye, şüphen olmasın.

Odaya girdiğinde, iki ışık varsa kapatırsın birini benim yaptığım gibi. Genelde sevmesen bile loşluğu, sonbahar loşluğu hoşluk eder.

Şehir de uyar sonbahara, her şeyiyle. Hiçbir teknoloji dize getiremedi henüz, boynunu vuramadı sonbaharın. Parklar, sokaklar, ıslaklık, bulutlar, yel, nem; bir çeşit belirsizlik içinde belirginlik arama, belirginliğin önemini kavrama, tutunma.

Onsekizsindir yeniden, yirmisekiz olursun sonra, otuz olduğunu fark edersin sonra. Onsekizinde yaşadıkların sarmalar seni, yirmisekiz sonra.

İnsanlık ilk filmlerini sonbaharda keşfetmiştir, emin olun. İlk filmlerimiz anılarımızdı, güzelliklerdi, sıcaklıktı, hüzündü.

Sonbahar kahvedir, sevgilidir. Yalnız olsanız bile.

Hoşgeldin en sevdiğim mevsim.

Hoşgeldin ürpertim, hoşgeldin battaniyem.

Hoşgeldin eksikliklerim, tamam olduğumuz günlerin hatırına, yaşamaya devam, bir buruk gülümsemeyle. Neyse ki “çayımız sigaramız, bunlarımız tamam”.

Ezgi’nin Günlüğü’nün mevsimi, hoşgeldin.

Başım hep dik olacak, bu hayatı ben yaşadım, her şeyiyle. Kendi ellerimle. Ne kadar dönüp baksam aynı şeyi diyeceğim: Bendim. Kaybetmek, iyiydi, öğrettikten sonra dersler acı olabilir. Sonunda daha sağlam, daha iyi biri olduktan sonra, kayıplar kazançtır.

Saat, saatler, ömür, ömürler…

Saate baktım, dokuz buçuk olmak üzere. Birazdan on olacak. Sonra onbir. Sonra daha fazla, sonra yine dokuz buçuk ve sonra yine diğer saatler. Zaman sürekli işliyor, “an”lar daima  yaşanıyor, bugüne kadar yaşandığı gibi…

Geçenlerde abim bilmesi şaşkınlık getiren doğru ve güzel bir şey yazmıştı bana, aslında zamanın hızla geçip gitmediğiyle ilgili. Zaman hep işliyor, “an”lar geride bırakılırken dönüp baktığımızda bunların hepsinin sanki çok kısa bir zamanmış gibi gelmesinin sebebi, basit bir şekilde, hafızamızın zayıf olması. Esasında, nöroloji konusu hep ilgimi çektiği için bunu biliyordum ancak abim söyleyene kadar pek o kadar da “farkında” değildim bu zaman-zihin ilişkisinin.

Geçmişte kalan “an”ları hatırlamaya çalıştıkça aslında ne kadar “çok ve uzun” olduğu hakkında kolayca fikir edinebiliyoruz aklımıza yeni gelen az sayıdaki “an”larda bile. Evet, çok. Ve uzun. Ve ne kadar az şey yaptığımı, ne kadar tembel ve işe yaramaz olduğumu düşünüyorum kendime kızarak. Ne kadar çok şey yapabilecekken ne kadar çok boş şeylerle kendimi oyaladığımı. Nereye kadar böyle devam edecek bu?

Hayattaki en büyük sorunum, ne yapacağımı bilmemek olmamıştır genelde. Okul yıllarımdan bu yana süren kötü bir alışkanlıkla, benim sorunum, ne yapacağımı ve nasıl yapacağımı bilip yapmamak olmuştur. İlgimi çekmediğini sanıyorum aslında, bir açıklama getirmek istediğimde. Gerekli motivasyonum da pek olmuyor. Belki de bu motivasyon eksikliğinin sebebi, çok küçük yaşlardan itibaren ölüm olgusuna fazlaca dikkat göstermem oldu. Ölüm düşüncesi, her şeyi önemsizleştirme gücüne sahip, sakinken tabii. Yani, kendime karşı boşvermişliğimde de bu köklü düşünce dünyamın izi oluyor, başkalarına karşı boşvermişliğimin, affediciliğimin de. Fakat, değişiyorum. Belki daha kötü, fakat benim için daha iyi, çünkü daha yeni, eskinin üzerine bina edilen bir yeni olduğundan eskinin olumsuz yanlarını atıp olumlularını bırakma şansım var gibi geliyor.

Saatler, birbirini ardına devrilip diziliyor “an”lar hazneme. Belleğim her anı işlerken, her anı düzenlerken bana danışıyor aslında, yani beynimin başka bir kısmına.

Sonra, zihnimden tarihin çok çok öncelerinde yaşamış insanlar geçiyor. Sonra, mağara resimleri. Sonra, farklı coğrafyalara dağılmış binlerce yıl öncesine ait uygarlıklar. Sonra, modern çağda insanların meydana getirdikleri geliyor aklıma. Araçlardan çok, teknolojiyle gerçekleştirilen yeni sanat eserleri özellikle. Filmler, sesler, görseller…

Nereden geldik, nereye gidiyoruz. Nereye gitmeliyiz? Nasıl gitmeliyiz? Bu temel soruların yüzeysel bir ergen bunalımı işareti gibi göründüğünü kabul etsem de, sadece görüntüsü öyle. Oysa yalın fakat önemli bir soru ve tüm yaşam tecrübemi üstüne koyunca elde ettiğim biraz da bu.

Diğer yanım devreye giriyor sonra, insansı duygu ve düşüncelerden öte, adaptasyona ve soy sürdürmeye yönelik organizma pratikliği. Mesela bugün, soyumu devam ettirmem çok mantıklı göründü bana, daha doğrusu, dünyada ne kadar çok soysuz, düşük, alçak, hain, zalim, kötü, iğrenç insan olduğunu düşününce, tamam mükemmel biri olmasam da kendini birçok açıdan masum ve masun tutmayı başarmış biri olarak, benim gibi hatta benden iyi birilerinin, soyaçekim kanunlarının da yardımıyla, sayemde dünyaya gelebileceğini düşündüm. İlk bakışta, bu çirkin dünyaya yeni bedbahtlar getirmek pek yüce gibi görünmese de, bu hususta Böll’e katılmadığımı fark ettim. Bu savaşıma taze kan lazım, yoksa dünya daha da çirkin bir yer olacak. En az üç değil, belki üç belki hiç, belki bir belki çok daha fazla. Fakat bir görev olarak kanımın ve kendimin soyunu devam ettirmek gözüme hiç olmadığı kadar mantıklı gelmeye başladı. Proje çocuk yapacağım demiyorum, bunun bir insana kötülük olacağını sandığımdan, yapmam. Fakat, birbirlerinin çekimine ya da organizmik gereksinimlerine kapılıp da bilinçsizce çocuk yapanlardan farklı olacak benimki. İşin aslı, biliyorum sadece düşünmek kabildir bu türden bir şeyi (dünya hazır değil!), Cengiz Han gibi ben de sadece soyumu, kendi genlerimi evlilik mevlilik olmadan devam ettirmek isterdim. Mebzul miktarda anneyle!

Altında yatan bir miktar gerçeklik payıyla birlikte bu şakayı bir kenara bırakırsak, sanırım bana kadınlık yapmayı ve çocuklarımın annesi olmayı tüm kalbiyle isteyip kabul edecek birisini bulmak kalıyor geriye (daha da zoru, bu insanı gerçekten sevip istemem!). Yahut da bulunan bir kişiden bu uyumu sağlamasını –çok da uzatıp daha fazla vakit kaybetmeden– beklemek.

En bereketli dönemim, fizyolojik olarak, geçti mi geçmedi mi bilmem fakat en az bir on, on beş yıl daha kaliteli bir dönemim olduğuna inanıyorum. Bakalım.

Bu arada, saat on’a gelmek üzere. Dedim ya, zaman geçiyor.

Bir de, ütü yapmaktan nefret ettiğimi fark ettim. Az evvel yapmıştım. Pek beceremememin de etkisi var kuşkusuz ancak, çok becermek de istemiyorum. Açıkçası, yapmak zorunda kaldığım ancak beni geliştirmeyen, hiçbir amacıma anlamlı bir katkı sağlamayan bu gibi şeylere vakit ve çaba ayırmaktan bıkalı çok oluyor. Hatta bazen bu yüzden salıyorum kendimi, çöküntüde gibi bakımsız oluyorum. Yani sadece dünyaya bakışımdan değil, bu işlerden usandığımdan. Bu noktada, bir kadından beklentimin, ben başka yardımcılar temin edememişsem, bana (ya da benim için, yahut bizim için) bu yönden de hizmet etmesi olduğu aşikar. Modern feminik safsatalara girecek değilim, onları baya biliyorum. Ben kendimin ne istediğini biliyor ve bunu başta kendime olmak üzere açıkça söylüyorum. Yani, “tamamen geleneksel” biriyle pek anlaşamam sanırım ama bazı noktalarda gelenekçiliğe uygun katı beklentilerimin olduğu açık. Bana hazla hizmet etmekten zevk almayan, bana aşık ve sadık bir kadın beklemem çok şey olmasa gerek. Aslında, böyleleri olmuştu, belki de onlara şans vermeliydim fakat ya yeterince güzel değillerdi ya da yeterince akıllı. Yaş da önemli tabii, doğurganlık için.

Belki de beklenti ve ölçütlerimi değiştirmeliyim. Fakat bunu istemiyorum. Bunları değiştirmek bana daha çok taviz ve nihayetinde de istemediğim birini getirecek gibi seziyorum. Öyleyse, çıtayı düşürmektense yalnız kalmak daha iyi. Bu da ayrı bir kesinlik benim için.

Saat onu iki geçiyor.

Orada

Küçük bir çocukken, Aslan Kral’ı sinemada izlediğimde, müziğinin “beni alıp götürdüğünü” hissetmiştim. Bir çeşit mutluluk, oföri, sessizce yaşamak istediğim. Gözümde canlanırdı güzel, doğal manzaralar; kahverengi dağların arkada uzandığı bir nehir manzarası, yeşil bir orman bazen, bazen de şehrin içinde ışıklı, ağırbaşlı bir cadde, ve, bazen de fiziksel olarak tam tarif edemediğim bir mekân ve aslında daha çok bir ruh hâli.

Tanımadığım sesler çağırırdı beni. Böyle müziklerde diyorum tabii, yoksa durduk yerde gaipten değil. Yani ben o müziği, sesi beğendiğimde, o kadar beğenirdim ki, sesin geldiği o meçhul, o bilinmez, o güzel yerlere gitmek isterdim. O an gidemesem de bunu düşünebilmek bile beni mutlu ederdi. Hâlâ ediyor.

İlkokul üçüncü sınıftayken, muhtemelen aptalın teki olan ve sürekli boyalı kalemlerim olmadığı için beni rahatsız eden, resim öğretmenimiz bir gün sınıftaki herkese en beğendiği rengi sormuştu. Açıkçası, bugün sorsanız “en çok sevdiğim renk” gibi klişe bir soruya verilecek yanıtım yoktur. Ancak o günlerde vardı, sorun şu ki, o renk etrafta pek görebileceğiniz türden bir ton değildi. Rüyamda görmüştüm, ten rengini andırıyordu ama değil, daha yumuşak, daha güzel, bildiğin güzel, çok güzel bir renkti işte. Bazen gözlerimi kapatıp o rengi düşündüğümde bile biraz da olsa mutlu olmayı başarabilirdim, o kadar da güzel bir renk, ve şimdi tekrar o rengi yazarken hatırlaması bile bana iyi geliyor. Seviyorum o rengi.

Beni de kaldırıp en sevdiğim rengi sordu. Genelde dürüst bir insanımdır, doğruyu söyledim. Rüyamdaki renk öğretmenim dedim. Bana ne dediğini bilmiyorum sonra, umurumda olmadığı da belli, hatırlamadığıma göre. Bu cevabım birilerine gülünç gelmiş de olabilir, gülünçtü de aslına bakarsanız, ama gerçek buydu. Onlar da umrumda değildi, bende istemediklerimi umursamamak çok küçük yaşta gelişmiş doğal bir beceriydi.

Uzanıyorum, bir şeyler okuyorum, arkada çalan müzik birden beni içine çekiyor, ister istemez gözlerimi kapatıyorum ve bu sesin beni çağırdığı yere, bu sese, o yerlere gitmek istiyorum, mutluluk orada çünkü, orada mutlak mutluluk. Açık seçik değil o yerler, olsa belki daha iyi olurdu. Gizemli biraz, belirsiz, bir his esasen, bir oföri dedik ya işte. Ama güzel. Yalnız da olsan, zorluklar da olsa hayatında, beklenmedik bir anda bu yerleri düşünebilmenin verdiği geçici mutluluk bile yeni bir güç, yeni bir coşku veriyor insana. Aşağıya ilgili müziğin olduğu 4 dakikalık kesiti aldım, vurdu beni. (Artist: Electric Moonlight, Parça Adı: Tree of Life)

Ve ben artık, Nietzsche’nin de dediği gibi, hazırım, “Oraya gitmek istiyorum, oraya / Artık güvenim var koluma, kendime”

Sayıklamalar

Dün bunları yazmışım, uyuyup kalmadan önce:

Yazı yazmak, konusu fitness ya da filler olsun fark etmeksizin, kaçındığım bir iş olmuş. Sanırım, şimdilik hatırlamak istemediğim şeyleri hatırlatıyor yazma deneyimi bana. Ya da hatırlatmıyor, müthiş bir tembelimdir belki sadece. Bakıyorum, öyle de değil. Ne öyleyse? Motivasyon eksikliği. Olsa olsa…

Motivasyon dememeli belki de, Maslow’un us gücünden uydurduğu, ne yazık ki çoğunlukla da geçerli olan, piramitte eksik bloklar vardır belki. Belki öyle olmasaydı, kendimi âdeta tuttuğum günlerin sonunda bir gece sızarcasına uyuyacağım bir an yerine daha dinç anlarımda yazardım.

***

İstanbul yine her zamanki gibi kalabalıktı, “insan seli” klişesini pek sevmiyorum, İstanbul’u ifade etmek için doğru benzetme değil. İstanbul için doğru benzetme, eski bir küflü halıyı kaldırınca ışığın altında çılgınca sağa sola kaçışan binlerce böcektir. Sel, adı afet diye düzensiz değildir; hatta belki de afetler içinde en düzenlisi seldir. Derinde kalmış yollardan geçer su, bizim hoşumuza gitmese de düzenlidir esasen. Oysa kara, küçük, çirkin, çılgın böceklerin koşuşturmacasında en ufak bir düzen yoktur; belki can havlidir, belki çaresizliktir, belki aklın yitip gitmesidir; İstanbul’un üst üste yığılmış insanlarında hepsi vardır.

Güzel gibi yerler, anlar da yok değil, vardır tek tük. Ha bir de, bu gelmemde durmadım evde, duramadım. Güzeldi esasen. Şu böcekler desen, onları zaten kanıksadığım için pek batmadı. Uzak durmaya çalışıyorum. Yaşam bu değil çünkü, en azından insan türüne, türümü geçtim kendime, yaraştırdığım şey bu değil.

***

Zinde Türkiye’ye ufak bir dokunuş başladı. Yeni bir sitede, sıfırdan olur mu; göreceğiz. Hiç kasmıyorum. İkinci ve üçüncü kitabın grafik sorununu çözememişken tamamlamak üzere yazacağım birkaç bölümü neredeyse altı aydır tamamlayamama ne demeli? Buna da iş yüzünden diyorum.

***

Çalışanları eve götüren servis minibüsünde olmakla, şirketin “biznıs kılas” koltuğunda sağa sola gidip geliyor olmanın anlamsal açıdan çok da farkı yok. Konfor dışında belki de hiçbir farkı yok. Oysa birindeki kendini düşük ya da kötü hissedebilirken diğeri de kendini yüce, başarılı falan hissedebiliyor. Her ikisi de saçma. En saçma olanı ise, bunca insanın bunca saçmalığı kanıksaması, bunu sağlıklı, doğal bir düzen sanmaları. Hatta en ufak bir alternatifleri bile yok. Yaşam tasavvurları dahi olmayan ne kadar çok, buna karşın kendi yaşam tanımına göre bir yaşantıyı eline almak için mücadele eden ne kadar az sayıda insan var. Geri kalanı sağa sola koşuşturan böcektir belki de. Elbette, böcekleri görebilmek önce halıyı kaldırmak, sonra üstten bakmak gerekiyor.

Üstten bakmak ya da böcek benzetmesini falan kullanmak, aşağılama ve kibir kalıpları içerisinde görünse de yazının semantiğine uygun, “teşbihte hata olmaz” kontenjanı öğeleridir.

***

Gözlerim kapanıyor, uyukluyorum bazen. Dizüstü bilgisayarın ışığı gözlerimi aşırı rahatsız ediyor. Yazdıklarımı kısık gözlerle seçmeye çalışıyorum; klavyeye alışık parmaklarımın neredeyse kendi kendine çalışması da olmasa, yazıyı sürdürmek mümkün olmazdı.

***

Bir şeyler yapmadıkça bunun diğer hiçbir gerilime benzemeyen gerilimini artan dozlarda duyuyorum.

Gözlerim kapanırken başka yerlerde oluyorum, bedenimle sanki. Uyandığımda geçiyor bu. Sızmayı bu yüzden seviyorum, sızmadan önceki yarı düş yarı gerçek küçücük cennet anları yarattığı için.

Kabus görenler de vardır belki böyle durumlarda. Onlardan olmak istemezdim.

Zaten uyanıkken yeterince kâbus görüyoruz.

***

Neşem yerinde gayet. Güneşli günler de hızla artıyor, yakında bundan yakınacağız.

Yakınmayı da içten içe seven sayısız insan vardır. Konuşacak pek az şeyleri olduğundan, hep aynı şeyler de olsa bir konuşma nedeni ortaya çıksın diye çoğu seviniyordur  bu insanların; konuşmayı unuttukları ve hayal satın almakla ömür doldurdukları için olabilir.

***

Uyumak ne tatlı.

Yüzüme çarpan yel, suya düşen damla

Kapalı havaları seviyorum, daha doğrusu, haz alıyorum. Hele bir de fırtına ya da ince bir yağmur varsa bu haz katlanıyor. Güneş ışınlarının önü kesilmişken griye veya turuncuya dönen gökyüzünün rengi, ister doğal bir ortam isterse insan yapısı bir yer olsun fırtına çıkınca ara verilen işler dolayısıyla oluşan sessizlik, diğer tüm şeyler, hepsi hoşuma gidiyor.

Doğal afetleri, canlıların gördüğü zararı seviyorum, severim demiyorum, ben sadece fırtınaları ve yağmurları sevdiğimi söylüyorum. Yanlış anlaşılmasın.

Dinlemesi de ayrı bir zevk; rüzgârın ara ara daha da kuvvetlenince çıkardığı ıslıklar, boyun eğdirdiği ağaçların çaresiz fakat şikâyetçi olmayan yapraklarının sesi, hele bir de akarsuya düşen yağmur damlaları varsa… Eşsiz bir senfoni oluyor.

Gerçi, ben bir akarsuya fırtına çıkmadan da hafif bir yağmur yağsa çok memnun oluyorum. Durup seyretmek, sesini duymak beni dinlendiriyor. Fırtına seyretmek de dinlendiriyor ama hangisinin daha çok dinlendirdiğini bilemiyorum, bunun üstüne hiç düşünmedim. Öyleyse şu an düşüneyim, bir bakalım…

Şimdi düşününce de aralarında tercih yapamadım, ikisi de çok dinlendirici.

Bir fırtına, bir yağış esnasında kendi bedenim içinde sağlıklı olmaktır belki hazzı veren gizli şeylerden biri. Belki bir sığınakta olmaktır. Gerçi, dışarıda olup içerisinde olmayı da seviyorum ancak tabii ki başıma bir şey gelse fikrim değişebilir.

Güzel şey sonuçta; fırtına, yağmur, doğa.

 

Sömürüsüz Sömürgecilik

Kitaro konseri, müzikal ve şov yönünden dev bir hayal kırıklığı olmuştu benim için. Belki de Kitaro sahne insanı değildir de stüdyo insanıdır. Tabii böyleyse bile tüm suç onun değil, sahne tasarımı, efektleri, hepsi ama hepsi berbattı; lise müsameresi gibi. Dandik bir ışıklandırma, arkaplanda PowerPoint sunumları gibi değişen resimler, hepsi bu. Üzülmüştüm buna.

Yanni’de sahne havası var, kabul, prodüksiyonları da daha sağlam oluyor ama sahne havası da var. Durduğu yerde bile bir şeyler yapıyor işte, bir şeyler. Rainmaker’ın videosu var aşağıda. Bu parçada hakim bir ton var: Akdeniz. Bunu dinlediğinizde akla Akdeniz gelmeli; İtalya, Türkiye, Yunanistan. Fakat Afrika’dan, Güney Amerika’dan da esinti var. Birer çimdik de Okyanusya ve Uzak Asya belki. Sömürgeciliğin savaşsız olanını düşünün, sanki bu halklar kaynaşmış da bu müziği beraber yapmışlar gibi. Elbette, böyle bir şey olmadı, olamazdı ve olmayacak fakat sanatçıların hayallerinde tüm güzellikler mümkün.

https://www.youtube.com/watch?v=c8RALJ4LAPQ

Stairway to Heaven

Merdivenlerden çıkarken “Stairway to Heaven” aklıma gelmişti, Cennet’e Merdiven. Bu şarkıyı ilk olarak 10-11 yıl önce olacak, abim sayesinde duymuştum; o dinlerdi, ben de dinlerdim. Bilgisayardaki müzik listesini açınca Winamp’da bu da çıkardı ve dinlerdim. İngilizce bilmiyordum, yine de güzel geliyordu kulağıma ve dinliyordum. Daha sonra hiçbir zaman dönüp de sözlerini anlamaya çalışmadım. Şimdi, yani o zaman, ben merdivenleri çıkarken aklıma geldiğinde şarkının anlattıklarının neşemle, keyfimle, mutluluğumla, coşkumla uyuşmadığını biliyorum yine de, çünkü ritimde biraz hüzün, biraz isyan, biraz zorlukların karşısındaki umut var ancak benim duygularımın hiçbirinde bu yok. Ben sadece şarkının adının anlamıyla ilgileniyorum: Cennet’e Merdiven; Cennetime çıkan merdiven. İkinci katın da merdivenlerini çıkmaya başladığımda kapıda onu göreceğimi sanıyorum, yanılmıyorum da, aralık kapıdan başını uzatıyor, karnım, kalbim, beynim, eşsiz bir coşku kokteyliyle doluyor, bir çeşit sarhoşluk ancak alkol sarhoşluğu gibi uyuşturucu değil, ayak parmak uçlarıma kadar uyarıcı. Tamamen, her hücreme kadar canlılık hissediyorum.

Buna benzer duyguyu, o zaman bu şarkı aklıma gelmeden ancak yine benzer merivenleri çıkarken ancak o merdivenler Beşiktaş’ta değil de Kadıköy’deyken, yaşıyordum. Tek farkı, o zaman iki kat değil tek kat merdiven çıkardım. Aynı coşkuyla, aynı mutlulukla; ve yine bir baş vardı orada, kapıyı aralayıp bana gülümseyen, beni bekleyen, kavuşmak için son adımlarımı ikişer üçer basamak attıran.

O zaman yanılmış mıydım? O zaman dediğim, bu satırları yazmamdan sekiz, Beşiktaş’taki merdivenleri çıkmamdan ise altı sene öncesi. Araya giren birçok reklamı bir kenara bırakırsak, her iki film seçimim de bence iyidi, şu var ki, elbette, ikinci film seçimim ilkinden ve aradaki reklamlardan edindiğim tecrübelerden ötürü çok daha iyiydi. Fakat şu var ki, son değerlendirmede onun da yanlış bir seçim olduğunu, filmin sonuna bakarak, ileri sürebiliriz. Aradaki insanları “reklam” olarak değerlendirmek de beni rahatsız etmiyor, bunu hepimiz biliyorduk; hem, bir reklam kendini filme dönüştüremiyorsa burada suç reklamındır. Yani aslında, kimse peşinen reklam değildir de sonradan reklam olmuştur, yahut reklam önyargısıyla yaklaşmışsam bile bunu değiştirememeleri kendi sorumluluklarındadır.

Bir başka Cennet olabilir, olmayadabilir; olması gerekmiyor, olmaması da gerekmiyor. Bazen yalnızlık hissediyorum sadece. Bazen bir şeyleri paylaşamamanın eksikliğini. Bununla birlikte, deneyimin ve yalnızlığın bugün bana eskisinden daha güçlü bir kişilik kazandırdığını anlıyor, görüyorum. En azından “kayıp” görünen şeylerden büyük sayılabilecek kazanımlar elde etmek güzel. Teselli ikramiyesi dedikleri türden değil, belki de büyük ödül budur.

İleri bakıyorum bu sebepten, bazı şeyleri asla göremiyor, seçemiyor yahut tahmin edemiyorum. Üçüncü filmin olup olmayacağı, olursa kim ve nasıl olacağını bilmemek de bu tahmin edemediklerim arasında. Bu beni rahatsız etmiyor, huzursuz etmiyor, kendimden emin hissediyorum, kendimi iyi hissediyorum. Bu hissin güzelliği yanında geçmiş yanlış seçimlerimde küçük kalmamış olmak, o seçimlerden ötürü kaybedip büyümüş olmak, bu gerçek bana iyi geliyor. Geçmiş acı vermiyor, bu bile elde ettiğim kavrayışın önemini ifade etmek için yeterli.

Cennet’e çıkan herhangi bir merdiven yok, aramayın, boşuna yoruluruz. Çünkü tüm cennetler gözlerimizin arkasında, beynimizde.

 

https://www.youtube.com/watch?v=w9TGj2jrJk8

The Godfather

Geçenlerde yaşanan birkaç sorun için çağrıldığım birkaç müşteriye karşı Don Vito Corleone taklidi yapmaya çalıştım ve genelde sorunlarımızı at kesip kafasını muhtelif yerlere koyarak çözdüğümüzü söyledim. Bazılarına da “Bölgemde sorun istemiyorum,” dedim. Tüm sorunlar keyifle çözüldü o gün; sesim hariç.

Geçenlerden önceki geçenlerde, gece havuza girdiğimde üşüttüm, belki de üşütmedim de enfeksiyon kaptım; yahut belki de her ikisi birden oldu. Bilmiyorum. Fakat o gün yerden ısıtmaların ve havadan fancoil ısıtmalarının kapatıldığını biliyorum. Kapatılmıştı, çünkü sıcak suyu yetiştirememiştik. Tesisin mimari ve mühendislik konusunda sınıfta kaldığı çeşitli noktalardan biri de kuşkusuz bu. Çözüm için araştırıyoruz, belki üçüncü bir kazan?

Don Vito sesim bir gün sürdü, sonrasında “deep voice” oldu ve sonrasında, yani yarın, normalleşir ya da hafif bir çatallaşma evresinde olur. Ses önemli. Belki ne söylediğimizden bile daha çok önemli.

İkinci el, pek de yaşlı olmayan tek kapılara bakıyorum, bu günlerde alacağımdan değil de merakımdan ve yakında alabileceğimden ötürü. Corsa’dan başlayan araştırmam CLK’lara uzanıyor. CLS varken CLK’lara bakmak zorunda kalmak, ekonominin böyle olduğu bir ülkede olmak biraz can sıkıcı. Derken, çocukluğumun hayali Z3’lere de gözüm takılıyor. Oysa sedan severdim ben, demek ki evliliği baya silmişim kafamdan, bu kadar keskin bir cabrio’ya dönüşün başka açıklaması olamaz. Belki de hiçbir şey alamam. Geçen sene o talihsizlik olmasa, bir de o evlilik olasılığı olmasaydı 2001 model bir Z3 alabilirdim oysa, gerçi geçen sene o talihsizlik olmasa siteyi de satmazdım ve elime birden toplu para da geçmezdi. Gerçi, siteyi satmamış olsam şimdilerde her ay iyi bir aylık gelirim olurdu siteden. Şans. Önemi yok. Ben hâlâ buradayım ve biraz zaman kaybetmiş olsam da tenim genç. Tenim genç mi dedim? Sanırım yaşlanmadığımı ya da en azından pek o kadar da yaşımı göstermediğimi başka türlü de ifade edebilirdim. Ama böyle ifade ettim. Belki bunda da yanılıyorumdur, bilmiyorum, farklı fikirler alınabilir ancak farklı fikirler mi önemli yoksa benim kendim için olan öz algım mı?

Bilmiyorum.

Bilmiyoruz.

Kimsenin bir boktan haberi yok ve çılgınca yaşıyoruz.

Bazen üzücü olsa da bence keyifli. “Her şeye rağmen,” ifadesi biraz kaybetmişlik vurgusu taşıyor gibi, sevmiyorum. Abartılı da buluyorum. “Tüm keyfine rağmen üzücü.”, buna benzer bir cümle daha iyi ifade edebilir kendi yaşamıma bakışımı. Benim doğal yöntemim keyif üzre sanki, yani, ağırlıklı olan duygu bu. Elbette bazen karamsarlaşır, bazen olmadık şeylere bile çok üzülebilirim. O kadar da olsun. Tadı tuzu işte o da.

İyi.

Hayat Yolunda

Kişisel internet sitem ziyaretçilerini bu iki kelimeyle karşılıyor. Aralarında virgül yok. Virgül konsa tek anlamı olacak. Virgülü koymayarak her iki anlama da açık kapı bırakmak hoşuma gidiyor. Seçenekleri de seviyorum, çift anlamlılığı da.

 

İşsel kelimeler

Tablo geldi. Kötü diyemem ama beklediğim kadar iyi değil. Birinci orijinali yanılmıyorsam 15 bin dolara satıldığı için yeniden yapmasını, tabii ki çok daha uygun fiyata, talep ettiğim ressam, belki de haklı olarak, aynı işçilikle çalışmamış. Eser tabii ki özgün yağlı boya fakat işçiliği, ilk orijinale göre, daha zayıf. Fena değil ve duvarda da güzel duracak gibi görünüyor ama böyle olacağını bilsem başka bir çizimin ilk orijinalini alabilirdim.

Çalıştığım yerde, önceden çok gevşek davranılıp geç kalınmışken sonradan açılışı alelaceleye getirmekten ötürü, çok fazla yoğunluk olmaya başladı ve buna hazırlanmış oturmuş bir sistemimiz henüz oluşturulmamıştı. Dolayısıyla pek çok aksaklık ve yanlışlık yapıldı. Ön kayıtları aldığımız ilk gün sabah 4’e kadar muhasebeci arkadaşla çalışmak zorunda kaldık; sonraki gün gece saat 2, sonraki gün 12, derken şimdilerde akşam 9-10 gibi çıkabiliyoruz işten. Böyle devam etmemesi için çalışıyoruz ve umarım bir iki hafta sonra çalışma saati rahatlar yoksa seminer ve kitap hazırlıklarım yerinde kalakalır. Bu arada, ben de bu süreçte geçici olarak satışlara bizzat gerçekleştirerek destek verdiğimden (esasen deneyim ve beceri olarak satışları kontrol etme becerim varken), ilk günlerde satış sözleşmesi tahsilat evrakı hatası yaptım biraz. Bu benden umulmazdı ama satışları olması gerektiği gibi yapamadığımız için aşırı yoğunluk hata payını artırdı; daha önemlisi, ben muhasebe detaylarıyla bugüne kadar hiç bu kadar ilgilenmek zorunda kalmamıştım. Neyse, yeni bir deneyim ve öğrenim oldu benim için de, ekip olarak da hata payını oldukça azalttık. Ancak, nihai evrakta hata payı neredeyse sıfıra inmek zorundadır, birkaç yüzde bir gibi değerlere yani.

Bu süreçte üç oyun kaçırdım, ki bir tanesini mutlaka görmek istiyorum. Oyun demişken, son gittiğim oyunda oyunculuk oldukça kötüydü, senaryo ise güzel olmasına rağmen çok kötü Türkçeleştirilmişti. Tamamen ziyan. Buna rağmen, iki kişilik oyunda aktörlerden biri genç ve sevimli olduğu için, salonda bulunan kadınların da katkısıyla olsa gerek, ayakta alkışlayanlar oldu. Ben garipsedim doğrusu, çünkü çok zayıf bir başarımdı.

Son haftalarda, iş için tuttuklarımı saymazsak, not tutmayı terklediğimi fark ettim. Hoşuma giden bazı düşünce kırıntılarını not almayı seviyordum oysa, yarından itibaren boşladığım not işine geri dönmeli.

Seminerim için de heyecanlıyım, sunumumu profesyonelleştirmek için çalışacağım kişilerin çok güzel insanlar olduklarını düşünürken, bana umduğumdan çok daha fazla yardımcı olmaya karar verdiklerini gördüğümde sevincimi anlatamam. Özellikle şu dönemde bana destek olan insanların benim için ayrı bir yeri olacak. İstanbul’a uğradığımda (ya da döndüğümde) onlarla tanışmak için sabırsızlanıyorum, yahut belki ben oraya gitmeden onlar buraya gelebilir; o da iyi olur.

Bir de öteden beri, aslında 4-5 yıldan beri, aklımda olan bir kitap projesini önceleyebileceğimi fark ettim. Şu anda ikinci kitabıma çok büyük oranda şekil vermişken (grafik eksikleri ve bölüm sıralamaları kaldı) ve üçüncü bir kitap (aslında buna kitapçık diyelim) için altyapıyı hazırlamışken dördüncü bir kitabı araya sokmak istemezdim ancak buradaki genç arkadaşların neredeyse tamamındaki eksikliği görünce en azından bu dördüncü kitabın taslağını hazırlamam gerektiğine ikna oldum. Önümüzdeki aylarda art arda mesleki kitaplar gelebilir. Bundan sonra da kurgu metinelrle biraz ilgilenebilirim. Kurgu demişken, İstanbul’da evde gizemli bir şekilde kaybolan iki dolu şiir defterim henüz bulunmuş değil. Bu biraz can sıkıcı, çünkü onlarda beğendiğim 20 kadar şiirim vardı; yine de büyük bir kayıp değil çünkü o şiirleri ben yazdım ve kayboldularsa kaybolmuşlardır, en az onlar kadar iyi yeni şiirler yazabilirim. Tabii ileride bir de deneme kitabı düşünüyorum. Öykü yazmaya ise baya ara verdim. Roman çalışmasından ise hiç söz etmeyin, öylece duruyor daha.

Edebiyata ilgi duyan insanların bilim ve ekonomi gibi alanlarda başarısız olduğunu düşünenlere de kulak asmayın; bunun aksini ispat eden sayısız örnek var. Hatta belki tam tersi iddia edilebilir (özellikle meşru bilimsel başarı ve meşru kazançları baz alırsak).

Okumayı sevmek, bilmek ve yorumlamak bir beceri olduğundan bu yetenekler hayatın her alanında işe yarar. Zaten, gerçek okur dediğimiz, yani bilimsel bakış açısına sahip eleştirel okuma ve yorumlama yapan azınlık dışındakileri de okur saymamak gerekir (onlar “okuyup yazmayı” öğrenmişlerdir), o da ayrı bir konu tabii.