Yüzüme çarpan yel, suya düşen damla

Kapalı havaları seviyorum, daha doğrusu, haz alıyorum. Hele bir de fırtına ya da ince bir yağmur varsa bu haz katlanıyor. Güneş ışınlarının önü kesilmişken griye veya turuncuya dönen gökyüzünün rengi, ister doğal bir ortam isterse insan yapısı bir yer olsun fırtına çıkınca ara verilen işler dolayısıyla oluşan sessizlik, diğer tüm şeyler, hepsi hoşuma gidiyor.

Doğal afetleri, canlıların gördüğü zararı seviyorum, severim demiyorum, ben sadece fırtınaları ve yağmurları sevdiğimi söylüyorum. Yanlış anlaşılmasın.

Dinlemesi de ayrı bir zevk; rüzgârın ara ara daha da kuvvetlenince çıkardığı ıslıklar, boyun eğdirdiği ağaçların çaresiz fakat şikâyetçi olmayan yapraklarının sesi, hele bir de akarsuya düşen yağmur damlaları varsa… Eşsiz bir senfoni oluyor.

Gerçi, ben bir akarsuya fırtına çıkmadan da hafif bir yağmur yağsa çok memnun oluyorum. Durup seyretmek, sesini duymak beni dinlendiriyor. Fırtına seyretmek de dinlendiriyor ama hangisinin daha çok dinlendirdiğini bilemiyorum, bunun üstüne hiç düşünmedim. Öyleyse şu an düşüneyim, bir bakalım…

Şimdi düşününce de aralarında tercih yapamadım, ikisi de çok dinlendirici.

Bir fırtına, bir yağış esnasında kendi bedenim içinde sağlıklı olmaktır belki hazzı veren gizli şeylerden biri. Belki bir sığınakta olmaktır. Gerçi, dışarıda olup içerisinde olmayı da seviyorum ancak tabii ki başıma bir şey gelse fikrim değişebilir.

Güzel şey sonuçta; fırtına, yağmur, doğa.

 

Sömürüsüz Sömürgecilik

Kitaro konseri, müzikal ve şov yönünden dev bir hayal kırıklığı olmuştu benim için. Belki de Kitaro sahne insanı değildir de stüdyo insanıdır. Tabii böyleyse bile tüm suç onun değil, sahne tasarımı, efektleri, hepsi ama hepsi berbattı; lise müsameresi gibi. Dandik bir ışıklandırma, arkaplanda PowerPoint sunumları gibi değişen resimler, hepsi bu. Üzülmüştüm buna.

Yanni’de sahne havası var, kabul, prodüksiyonları da daha sağlam oluyor ama sahne havası da var. Durduğu yerde bile bir şeyler yapıyor işte, bir şeyler. Rainmaker’ın videosu var aşağıda. Bu parçada hakim bir ton var: Akdeniz. Bunu dinlediğinizde akla Akdeniz gelmeli; İtalya, Türkiye, Yunanistan. Fakat Afrika’dan, Güney Amerika’dan da esinti var. Birer çimdik de Okyanusya ve Uzak Asya belki. Sömürgeciliğin savaşsız olanını düşünün, sanki bu halklar kaynaşmış da bu müziği beraber yapmışlar gibi. Elbette, böyle bir şey olmadı, olamazdı ve olmayacak fakat sanatçıların hayallerinde tüm güzellikler mümkün.

https://www.youtube.com/watch?v=c8RALJ4LAPQ

Stairway to Heaven

Merdivenlerden çıkarken “Stairway to Heaven” aklıma gelmişti, Cennet’e Merdiven. Bu şarkıyı ilk olarak 10-11 yıl önce olacak, abim sayesinde duymuştum; o dinlerdi, ben de dinlerdim. Bilgisayardaki müzik listesini açınca Winamp’da bu da çıkardı ve dinlerdim. İngilizce bilmiyordum, yine de güzel geliyordu kulağıma ve dinliyordum. Daha sonra hiçbir zaman dönüp de sözlerini anlamaya çalışmadım. Şimdi, yani o zaman, ben merdivenleri çıkarken aklıma geldiğinde şarkının anlattıklarının neşemle, keyfimle, mutluluğumla, coşkumla uyuşmadığını biliyorum yine de, çünkü ritimde biraz hüzün, biraz isyan, biraz zorlukların karşısındaki umut var ancak benim duygularımın hiçbirinde bu yok. Ben sadece şarkının adının anlamıyla ilgileniyorum: Cennet’e Merdiven; Cennetime çıkan merdiven. İkinci katın da merdivenlerini çıkmaya başladığımda kapıda onu göreceğimi sanıyorum, yanılmıyorum da, aralık kapıdan başını uzatıyor, karnım, kalbim, beynim, eşsiz bir coşku kokteyliyle doluyor, bir çeşit sarhoşluk ancak alkol sarhoşluğu gibi uyuşturucu değil, ayak parmak uçlarıma kadar uyarıcı. Tamamen, her hücreme kadar canlılık hissediyorum.

Buna benzer duyguyu, o zaman bu şarkı aklıma gelmeden ancak yine benzer merivenleri çıkarken ancak o merdivenler Beşiktaş’ta değil de Kadıköy’deyken, yaşıyordum. Tek farkı, o zaman iki kat değil tek kat merdiven çıkardım. Aynı coşkuyla, aynı mutlulukla; ve yine bir baş vardı orada, kapıyı aralayıp bana gülümseyen, beni bekleyen, kavuşmak için son adımlarımı ikişer üçer basamak attıran.

O zaman yanılmış mıydım? O zaman dediğim, bu satırları yazmamdan sekiz, Beşiktaş’taki merdivenleri çıkmamdan ise altı sene öncesi. Araya giren birçok reklamı bir kenara bırakırsak, her iki film seçimim de bence iyidi, şu var ki, elbette, ikinci film seçimim ilkinden ve aradaki reklamlardan edindiğim tecrübelerden ötürü çok daha iyiydi. Fakat şu var ki, son değerlendirmede onun da yanlış bir seçim olduğunu, filmin sonuna bakarak, ileri sürebiliriz. Aradaki insanları “reklam” olarak değerlendirmek de beni rahatsız etmiyor, bunu hepimiz biliyorduk; hem, bir reklam kendini filme dönüştüremiyorsa burada suç reklamındır. Yani aslında, kimse peşinen reklam değildir de sonradan reklam olmuştur, yahut reklam önyargısıyla yaklaşmışsam bile bunu değiştirememeleri kendi sorumluluklarındadır.

Bir başka Cennet olabilir, olmayadabilir; olması gerekmiyor, olmaması da gerekmiyor. Bazen yalnızlık hissediyorum sadece. Bazen bir şeyleri paylaşamamanın eksikliğini. Bununla birlikte, deneyimin ve yalnızlığın bugün bana eskisinden daha güçlü bir kişilik kazandırdığını anlıyor, görüyorum. En azından “kayıp” görünen şeylerden büyük sayılabilecek kazanımlar elde etmek güzel. Teselli ikramiyesi dedikleri türden değil, belki de büyük ödül budur.

İleri bakıyorum bu sebepten, bazı şeyleri asla göremiyor, seçemiyor yahut tahmin edemiyorum. Üçüncü filmin olup olmayacağı, olursa kim ve nasıl olacağını bilmemek de bu tahmin edemediklerim arasında. Bu beni rahatsız etmiyor, huzursuz etmiyor, kendimden emin hissediyorum, kendimi iyi hissediyorum. Bu hissin güzelliği yanında geçmiş yanlış seçimlerimde küçük kalmamış olmak, o seçimlerden ötürü kaybedip büyümüş olmak, bu gerçek bana iyi geliyor. Geçmiş acı vermiyor, bu bile elde ettiğim kavrayışın önemini ifade etmek için yeterli.

Cennet’e çıkan herhangi bir merdiven yok, aramayın, boşuna yoruluruz. Çünkü tüm cennetler gözlerimizin arkasında, beynimizde.

 

https://www.youtube.com/watch?v=w9TGj2jrJk8

The Godfather

Geçenlerde yaşanan birkaç sorun için çağrıldığım birkaç müşteriye karşı Don Vito Corleone taklidi yapmaya çalıştım ve genelde sorunlarımızı at kesip kafasını muhtelif yerlere koyarak çözdüğümüzü söyledim. Bazılarına da “Bölgemde sorun istemiyorum,” dedim. Tüm sorunlar keyifle çözüldü o gün; sesim hariç.

Geçenlerden önceki geçenlerde, gece havuza girdiğimde üşüttüm, belki de üşütmedim de enfeksiyon kaptım; yahut belki de her ikisi birden oldu. Bilmiyorum. Fakat o gün yerden ısıtmaların ve havadan fancoil ısıtmalarının kapatıldığını biliyorum. Kapatılmıştı, çünkü sıcak suyu yetiştirememiştik. Tesisin mimari ve mühendislik konusunda sınıfta kaldığı çeşitli noktalardan biri de kuşkusuz bu. Çözüm için araştırıyoruz, belki üçüncü bir kazan?

Don Vito sesim bir gün sürdü, sonrasında “deep voice” oldu ve sonrasında, yani yarın, normalleşir ya da hafif bir çatallaşma evresinde olur. Ses önemli. Belki ne söylediğimizden bile daha çok önemli.

İkinci el, pek de yaşlı olmayan tek kapılara bakıyorum, bu günlerde alacağımdan değil de merakımdan ve yakında alabileceğimden ötürü. Corsa’dan başlayan araştırmam CLK’lara uzanıyor. CLS varken CLK’lara bakmak zorunda kalmak, ekonominin böyle olduğu bir ülkede olmak biraz can sıkıcı. Derken, çocukluğumun hayali Z3’lere de gözüm takılıyor. Oysa sedan severdim ben, demek ki evliliği baya silmişim kafamdan, bu kadar keskin bir cabrio’ya dönüşün başka açıklaması olamaz. Belki de hiçbir şey alamam. Geçen sene o talihsizlik olmasa, bir de o evlilik olasılığı olmasaydı 2001 model bir Z3 alabilirdim oysa, gerçi geçen sene o talihsizlik olmasa siteyi de satmazdım ve elime birden toplu para da geçmezdi. Gerçi, siteyi satmamış olsam şimdilerde her ay iyi bir aylık gelirim olurdu siteden. Şans. Önemi yok. Ben hâlâ buradayım ve biraz zaman kaybetmiş olsam da tenim genç. Tenim genç mi dedim? Sanırım yaşlanmadığımı ya da en azından pek o kadar da yaşımı göstermediğimi başka türlü de ifade edebilirdim. Ama böyle ifade ettim. Belki bunda da yanılıyorumdur, bilmiyorum, farklı fikirler alınabilir ancak farklı fikirler mi önemli yoksa benim kendim için olan öz algım mı?

Bilmiyorum.

Bilmiyoruz.

Kimsenin bir boktan haberi yok ve çılgınca yaşıyoruz.

Bazen üzücü olsa da bence keyifli. “Her şeye rağmen,” ifadesi biraz kaybetmişlik vurgusu taşıyor gibi, sevmiyorum. Abartılı da buluyorum. “Tüm keyfine rağmen üzücü.”, buna benzer bir cümle daha iyi ifade edebilir kendi yaşamıma bakışımı. Benim doğal yöntemim keyif üzre sanki, yani, ağırlıklı olan duygu bu. Elbette bazen karamsarlaşır, bazen olmadık şeylere bile çok üzülebilirim. O kadar da olsun. Tadı tuzu işte o da.

İyi.

Hayat Yolunda

Kişisel internet sitem ziyaretçilerini bu iki kelimeyle karşılıyor. Aralarında virgül yok. Virgül konsa tek anlamı olacak. Virgülü koymayarak her iki anlama da açık kapı bırakmak hoşuma gidiyor. Seçenekleri de seviyorum, çift anlamlılığı da.