Bir sengine yekpare Acem mülkü isteyen emlak piyasası

sikisik-metrobus
Bu şehr-i Sıtanbûl ki bî-misl-ü behâdır / Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır

Diyordu Lale Devri’nin parlak şairi ve parlak oğlanlara ilgisini gizlemeyen Nedim’i. Kendisinin sakalından ve sarığından dahi utanmadan parlak oğlanlarla aşna fişnayı yalnızca birkaç gazelinde sanat adına mı yaptığını, yoksa gerçekten de ılık mı olduğu sorusunu tarihçilere ve ateşli LGBT cemaatine bırakıyorum. Belki o dönemde de günümüzdeki “Sanat için soyundum!” olayı gibi “Sanat için oğlancıyım!” lafı vardır, bilemiyoruz. Tek bildiğimiz, Nedim’in Lale Devri’ni sona erdiren Patrona Halil İsyanı sırasında öldüğü.

Sakal ve sarığa gönderme yapma sebebim, her nedense bu ikisinin son yıllarda heteroseksüel eril bir iktidar algısıyla iyice sarmaş dolaş olması. Tarih bilmeyenlere hatırlatmak gerekiyor ki, bereketli insanlık tarihi, her türlü imaj ve serpuş altında homoseksüel yetiştirmiştir ve Anadolu toprakları da müstesna değil. Literatürümüze “oğlancılık, gulamperestlik, civelek, iç oğlanı, vs.” gibi türlü türlü ibnelik terimini kazandırmış olan Osmanlı mirasının üzerine oturmak isteyenler dikkatli olsa iyi olur…

Bana gelince, herhangi bir mirasın üzerine oturmak gibi söylem, eylem ya da tasarılar içerisinde değilim. Tek derdim, birkaç ay içerisinde İstanbul’da insan gibi oturulabilecek kiralık bir ev bulabilmek ve o eve yerleşebilmek. Bu maksatla şimdiden internet üzerinden kiralara bakınca, ister istemez bunca şeyi hatırladım. Acemleri bilmem ama biz Türkler olarak İstanbul’da kiralık da olsa oturabilmek için birçok şey feda ediyoruz gibi görünüyor.

Ev sahipleri mi mantıksız, emlakçılar mı pahalıcı, Suriyeliler mi gerçekten fiyatları yükseltti, “babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi,” gibi sorularım, şu an penceremde ıslık senfonisi yaratan İstanbul fırtınasında yanıt bulamadan kayboluyor.

1+1 gibi bekârlara uygun dairelerin merkezî yerlerde ne kadar köhne olduğuna bakılmaksızın Acem mülkü karşılığında kiralanmak istendiği, yeni yapılan yerlerin ise gerçekten de Acemistan kadar “İstanbul içinde ama İstanbul’a uzak olması”, nice yurttaşı olduğu gibi beni de dertten derde, sualden suale attı. Çevreme baktığımda, yani kendim gibi genç ve bekârlara baktığımda hepsinin aynı dertten ötürü cortlamış olduğunu fark etmem hiç de zor olmadı. Zaten bırakın bekârları, aileler için bile en büyük masraf kalemi “ev kirası”.

Aslında yaşamak bile istemediğim İstanbul’da yaşamak zorunda kalmış gibi göründüğüm şu durumda bir de bu kiralarla yüzleşmek, öve öve bitirilemeyen sengini, rengini ve de cangıldan hallice intizamını sinkaflar eşliğinde andığım bir İstanbul namesi çıkarıyor ortaya. Benim gazelimde yekpare Acem mülkü fedadır yalakalığı yok, olacağını da pek sanmıyorum.

300 yıldır Karacaahmet’te yatmakta olan Nedim’i de bir de bugünün İstanbul’unu görsün diye mezarından kalkıp bir kere olsun iş geliş-gidiş saatlerinde metrobüse “binmeye çalışmaya” davet ediyorum. Eminim kendisi hayranı olduğu genç oğlanların hoyrat sürtünmelerinin önüne narin bedenini siper edecek ve bundan da çok memnun olacaktır. Çok şükür, benim böyle sürekli gitmek zorunda olduğum bir işim yok, olanlara da üzülüyorum.

Gerçi, döneminde önde gelen devlet adamlarına yazdığı kaside adı altındaki yalakalık şiirleriyle makam ve mevki elde eden Nedim günümüzde yaşasa iyi bir gazetede köşe tutardı sanırım. Sonra da Boğaz’ı seyrettiği dairesinden, yine aynı şekilde bir İstanbul methiyesi yumurtlayabilirdi. Yani, amiyane tabirle, İstanbul parası olana İstanbul ve içinde yaşamak zorunda olmayanların sürekli kafamıza vurduğu gibi “çok güzel” bir şehir falan değil.

Midemdeki tanımlanamayan nesne: Hazır noodle (ramen)

Danışanım bir hanımefendinin diyetini sıkı takipteyim, öğünlerini düzenli olarak Whatsapp marifetiyle öğrenmezsem rahat edemiyorum. Uğurlu Lanetli 2014’ümü atlattıktan sonra bundan böyle ilk işim danışanlarım.

Yemekleri kendisi belirliyor, bana söylüyor, onay olursa yiyor. Açıkçası, neredeyse hiç düzeltme bile gerektirmeyen menüler hazırlıyor. Danışmanlığına başladığım ilk aylardaki diyalog ve bilgi aktarımının karşılığını aldığımızı düşünüyorum ama belki de başarıyı kendime mal etmemeliyim, pek de emin değilim.

Her neyse, kendisinin menüsünde bugün doğal noodle var, hani şu Uzakdoğu damgalı yapımlarda her an karşımıza çıkabilen makarnamsı uzun taneleri olan çorba. Ramen de deniyor. Açıkçası, noodle’un görünüşü, hele bir de yenmesini izliyorsanız, iştah açıcıdır. Bunun sebebi, içindeki beyaz makarnaların karbonhidrat olduğunu anlamamızdan fazlasını barındırıyor: Noodle, fiziksel sebeplerden ötürü tüketimi oldukça kolay ama aynı zamanda haz veren bir gıda. Çünkü ince ve yumuşak şeritleri ağzımız için hiçbir sindirim zahmeti taşımadığını belli ederken, uzunluğuyla da ağzımızın tamamına sığmayacağını belli ederek bir haz vaat eder. Böyle bir gıdayı tüketmekten insan nesli olarak neden haz aldığımızdan emin değilim, fakat bu davranışı çocukların “spaghetti” sevgisinde görmek mümkün (ve noodle daha fazla eğlence sunar makarnaya göre). Bana kalırsa bu yapıdaki, yani karbonhidratlı, ince, yumuşak ve uzun gıdaları sevmemizin sebebi çevresel sebepler değil. Elbette TV etkileri yadsınamaz ama uzun bir makarnayı çocukken eğlenerek yiyebilmemizde türümüze has bir hazzın ilkel kökenleri var.

Noodle’ın bir diğer artısı da oldukça fazla aromayı taşıdığını görerek bile anlamamız. Aromalar, tat alma (haz) ve iştahla doğrudan bağlantılı. Bir noodle’ın yenmesini TV’den bile seyretseniz aklınıza sizin sevdiğiniz aromalar gelir. Gerçekten de aklınıza gelebilecek neredeyse her türden aromayı noodle ile buluşturmak mümkün.

Tüm bunların farkındaydım ve hiç de âdetim olmadığı hâlde noodle almaya (yapmaya, pişirmeye değil) karar verdim. Çok önceden beri istemeden geliştirmiş olduğum “sağlıklı yemek erken uyarı sistemimi” bir kenara bıraktım, sağlıksız da olsa noodle yiyecektim. Doğrusu, “oburluk” olgusuyla uzaktan yakından alakası olamayacak benim gibi biri için göz yumulabilecek bir hareketti. Yine de aklımda görece en iyi noodle’ı satın almak vardı.

Markete gittiğimde hayal kırıklığına uğradım, çünkü daha zengin semtlerde satılan ve görece “daha doğal” olan noodle’lardan eser yoktu. Dev gibi bir raf, paketi 1 TL’ye satılan hazır noodle’larla doluydu. Aldım.

Tencereyi çıkartmış, suyu cattle’da ısıtıyorken etiketi okuyordum. O meşhur “şeytan” MSG yani monosodyum glutamat, eriştesinde değilse bile ek görev paketi olarak opsiyonel şekilde sunulan baharat ve aroma karışımlarında vardı. Sorun değil, gerçekten saatlerdir bir şey yemedim, çok açım ve o aromaları istiyorum. Aksi takdirde, çoktan bitmiş hazır kurutulmuş sebze, mantar ve sair “çorbalıklarımın” kendi kendine yeniden ortaya çıkmasını beklemem gerekecek. Eriştesinde ise, şüphe çeken bir ürün olan palm yağı var, elbette raf ömrünün en az 1 yıl olmasını sağlayan birkaç pek de zararı olmayan gıda katkı maddesini de görmezden geliyorum.

Aklıma geçen sene çılgınlar gibi seyredilen “sindirilemez kahraman noodle’lar” videosu geliyor. Video yukarıda. Temel mesajı şu: Bu her ne boksa, midemiz bunu çok, hem de çok geç sindiriyor ve doğal (taze) bir noodle’a kıyasla çok daha uzun süre midemizde neşeli bir biçimde yüzüyor.

Hazır noodle’ların hemen hepsi için bu durum geçerli, özellikle “instant” olanlar için. Yani, hani şu suyun içinde 1 dk bekletip lüpletilen tarzda olanlar. Benim aldığım gibi olanlar da 3-4 dakika kadar kaynar suda pişiriliyor. Her iki ürünün tamamen aynı formülasyonda olduğunu kabul etsek bile, 3 dk pişirdiğinizin sindirimi çok daha kolay olur.

Elbette, sadece makarnası satılan, yukarıdaki her ikisinden de daha sağlıklı noodle’ların yanı sıra, ev yapımı olan tamamen sağlıklı noodle’lar da (biz ülkemizde pek bulamasak da) bulunabilir. Ancak bu durumda, şu anda neredeyse tüm kedi köpek mamalarından bile daha ucuz olan hazır noodle fiyatlarından bahsedemeyiz. Tüm bunlara ek olarak, üretimde kullanılan malzemeler ve katkı maddelerine bağlı olarak teoride sağlıklı hazır noodle üretmek de mümkün ama bunun raf ömrü daha kısa, maliyeti dolayısıyla satın alması daha pahalı olacaktır. Stratejisini sürümden kazanmak üzere kuran hazır noodle üreticilerinin birincil tüketicileri olan gariban takımını kaybettirecek bir uygulama olduğundan, buna yanaşan var mı bilmem.

Noodle’ı tencereye alıp pişirirken düşük protein oranından ötürü içine biraz kavurma atıyorum. Oturup yemeye başladığımda baş döndürücü bir aroma sağnağına tutuluyorum, ağzımın içinde havai fişekler patlıyor. Ronald Mc MSG’nin gücü adına, işte bunu seviyorum!

Hayır, sevmiyorum… Daha doğrusu, aynı cümbüşü sağlıklı bir şekilde elde etmeyi seviyorum. Huzursuz da değilim hani, kırk yılda bir yenen birkaç noodle kimseyi öldüremez veya hasta etmez. Fakat midemde neler döndüğünü biliyorum ve bu MSG ayinini yılda birkaç kereden fazla tekrar etmemem gerektiğinin bilincindeyim.

Zaten paketi açar açmaz plastik mi hamur mu olduğundan kuşku duyduğumuz bu hazır noodle’lar, gerçekten de “bünyemize yabancı” bir şeyler barındırıyor. Yukarıdaki videoda bunun ispatı. Bir yandan taze, yani doğal noodle midede olması gereken sürede parçalanıp sindirilirken, beri yanda hazır noodle’ın sindirilmeye karşı verdiği destansı ve gayet uzun süren mücadeleyi görüyoruz.

Midemiz, besin sınıfına giren her doğal maddeyle başa çıkmayı bilir. Tanımadığı maddeler içinse gerekli biyolojik çözümlere sahip değildir. Kitabımda da yazmış mıydım bilmiyorum ama, selüloz yani ağaç da karbonhidrat içermesine rağmen biz sindiremeyiz ama bazı hayvanlar sindirebilir. Tıpkı bunun gibi, noodle’ımız yeterince doğal olsaydı midemizi çaresiz bırakmayacaktı. Filmin sonunda, uzuuun saatler sonunda hazır noodle’ın pes dedirtildiğini görüyoruz ama bunun sebebi alışıldık karbonhidrat sindirim değil de mide asidine yenik düşmek gibi görünüyor. Aside yenik düşüp parçalanan noodle’dan gıdalar ayrıştırıldıktan sonra, az evvel kahramanca direnen yapay katkı maddelerinin ne olduğu sorusunu sormak, bu tip gıdaların neden orta-uzun vadede zararlı olduğu hakkında kuvvetli iddialar olduğunu da birinci elden anlamamızı sağlıyor.

Hikâye böyle, bu satırları yazarken ben hissetmesem de hassas midemde direnen bir grup noodle var. Aslında, bu tip erişte-makarna cinsi gıdalarla insanoğlunun arası iyidir ve çok köklü olmasa da bunlara genetik uyum da sağlamıştır. En basitinden, binlerce yıl önce Uygur Türklerinin yerleşik hayata geçtikten sonra makarnayı icat ettiklerini biliyoruz. Başka coğrafyalarda da durum benzer şekilde.

Sonuç olarak, benim bu anlamsız küçük maceram tuvalette son bulacak ama dışarıdaki milyonlarca ramenperest umarım midelerindeki savaşın farkındadır.

Or’dan, bur’dan… Peki, neden?

Bodytr’yi kurup yönettiğim 6 yıl boyunca belirli konularla kendimi kısıtlamak durumundaydım. Geçmişte 7-8 ay anonim olarak blog tutmuş ve hatırı sayılır sayıda tumblr takipçisi de edinmiştim ama ana konum cinsellikti ve bir süre sonra söyleyecek pek de çok ve de yeni şeyim kalmadığını fark edip içimi döktükten sonra o blogu silip kapatmıştım. Şimdi burada, kendi ismimle, ordan burdan aklıma esen her şeyi yazacağım (başlıkta düşen sesler kesme işaretiyle belirtildi, titiziz amcası).

Edebiyat ağırlıklı yazacağımı sansam da sanatın her branşı ilgi alanıma giriyor. Özellikle felsefeye meraklıyımdır ayrıca. Psikoloji ve tarih de ilgilenmeyi sevdiğim konular. Neler yazacağımı bilmiyorum, elbette arada bir sağlıklı yaşam falan da olacaktır. Yani hiçbir konu kısıtlamam yok… Hayat yolunda mecburen ilerlerken ordan burdan, ona buna dair düşüncelerimi yazıya geçirmeye çalışacağım.

Yazmanın doğasında hemen her durumda “okutma isteği” yatar, yani, orası kesin ama burada kimse geri bildirim yapmasa da “yayımlamış” durumda olmak bana yetecek. Herhangi bir okunma, beğenilme kaygımın ya da çabamın olması söz konusu değil. Bunun rahatlığı da bambaşka ve üstelik benim için faydalı bir pratik alanı da olabilir… Profesyonel çalışmalarım ise ayrıca devam edecek, bu blogda yer almayacaklar. Onları okutmak için eskisi gibi gayret göstermeye devam edeceğim.

Okumayı yazmaktan daha çok seven bir yazar olarak, bu yolculukta bana eşlik edeceklere selam ederim.

Düşüncenin aydınlığında ve karanlığında atılan adımları konuşmanın kendine has, hayhuya kapılıp gitmekte olan toplumda çoğunun anlayamadığı o eşsiz lezzetine kendi içimden geldiği kadar varmak, bunu da anlayabilecek olanlarla paylaşmak istiyorum.