“Sağcıdan sanatçı olmaz” burunlamasına parmak sokmak

politik-estetikler

Sanat, politikanın gölgesinden çıkmadıkça özgür sayılmaz.

Küçümseme, genelde kendini yüceltmenin güven verici sıcaklığını hissetme dürtüsüyle gerçekleşen hayvansı bir davranış biçimidir ve çoğu durumda hak etmiş olmak oldukça güçtür, çaba ve bedel ödemek ister. Doğada küçümsemenin neredeyse karikatürize edilmiş yansımalarını görmek mümkün. Örneğin mutlak zafer anında bir kedinin fareyle oynadığını görmek bunun acıklı bir örneğidir. Karnı yarılmış bir antilobun, bacaklarını arada bir hedef alamadan çaresizce savurması, başında oturup soluklanmakta olan avcı leoparın yüzünde bir rüzgâr yaratmaktan öteye gidemediği gibi, kuşkusuz bu tehlikesiz hareketlilik leoparın zafer duygusunu pekiştirip ona haz ve güvenlik hissi verir. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, muzaffer olanın bu “hakkı” dünya üzerinde her gün binlerce defa kullanılır. Çoğu durumda küçümseyen, yaptığı eylemin bilincinde değildir. Bugün insanların çok büyük bir kısmı gündelik hayatında farkında olmadan sayısız “muzaffer küçümsemesi” örneği davranış sergiler. Bu kişilerin herhangi bir belgeselde gördükleri zavallı avla dalga geçilmesine acıması ise aslında kendi durumlarına tutulan bir aynadır ancak, kavrayamazlar.

Zekâsı geliştiği için soyut düşüncenin topraklarında gezinebilen insan, bu içgüdüsel davranış biçimini “tersten okuma” yoluyla bir savunma/saldırı aracı olarak da kullanabilir. Tersten okumadan kasıt, bu davranışın doğasında “zafer” olmasına rağmen, tersten okunarak kullanıldığında ortada bir zafer olmadığı gerçeğidir. Kişi ya da grup, “sözün gücünü” kullanarak mücadele hâlinde olduğunu hissettiği kişi ya da grubu küçümseyerek ona saldırıp özgüvenini yaralamak, aynı zamanda da kendi özgüvenini sağlamlaştırmak ister. Küçümsemenin bir zafer davranışı olduğunu içgüdüsel olarak bildiğimizden, bu gibi durumlara seyirci kaldığımızda kazanan tarafı “küçümseyen taraf” zannederiz ve bu sayede bir kere daha küçümseyen tarafın sahte zafer duygusunu pekiştirip özgüvenini sağlamlaştırmış oluruz. Ancak bu noktada kazanılmış, hak edilmiş bir özgüven olmadığı için, özgüveni gereksiz yere fazla yükselen bu kişilerin niteliksiz davranış ya da eserler ortaya koyması durumu ortaya çıkar. İşte, ülkemizde zaman zaman bazılarının dile getirdiği “Sağcıdan sanatçı olmaz abicim!” cümlesinin arkasında yatan durum budur. Bu burunlamaya parmak sokmasam, rahat edemezdim doğrusu.

***

Politik anlamlarıyla sağ ve sol, dünya genelinde aşağı yukarı aynı anlamlara gelir. Anlamlar üzerindeki bu anlaşmanın sebebini bilmek için, kavramları doğuşundan başlayarak kısaca hatırlamakta yarar var. 1700’lerin sonunda devrim ateşiyle kaynayan Fransa’da, geleneksel monarşik düzeni destekleyenler parlamento başkanının sağında otururken, sosyal adaletsizliğe ve hiyerarşiye karşı duranlar solunda oturuyormuş. Bu noktada söylemeden geçmeyelim ki, yine hayvansı bir davranış olarak bu kişilerin “fikirsel türdeşlerinin” yanında fiziksel olarak konumlandıklarını unutmamak gerekiyor. Daha iyi bir dünya idealize edilirken, faklı fikirlerin dirsek mesafesinde barış içerisinde yer alabilmesinin neden daha üstün olduğunu da buradan anlayabiliriz.

Her neyse, işte bu olaydan sonra Fransa’da Sağ/Sol, Sağcı/Solcu, Sağcılık/Solculuk kavramları siyasi birer etiket olarak ortaya çıkıyor. Gelenekçi sağcılar, argümanlarını desteklemek için içine bol bol tanrı, kral, gelenek, doğanın kuralı gibi laflar kattıkça, sağcılığın tanımında kullanılacak ölçütler de oluşmaya başlıyor ve bugün bu tanım dünyada genel olarak kabul ediliyor. Buna karşın, o dönem Fransa’sında temelde eşitsizliklere karşı durmakla tanımlayabileceğimiz solculuk, kendi “iç kural düzenini” oluşturmadığından, doğuşundan itibaren “yoruma daha açık” bir görüş/duruş oluyor. 200 yıl önce de bugün de sağcıların genelde safları sık ve düzgün tutmayı başarırken solcuların sürekli bölünmesinde de “solculuğun genetik etkisi” diyebileceğimiz bir gerçek söz konusu yani. Çünkü sağcılar adı sağcılık olmadan net sağ görüşler üzerinde farklı gruplarda güçlenebilirken, sol grupların hemen hepsi “solcu” adını kullanmak istiyor.

Soğuk Savaş döneminde Komünist ülkelerin, Fransız Devrimi’nin kültürel mirasını katık edip yeme arzusundan ötürü “solculuğu” benimsemesiyle birlikte, bu kavramlar tarihleri de unutularak Soğuk Savaş etkisindeki her yere (neredeyse tüm dünyaya) sıçramış oluyor. Kendine has ve kör topal da olsa “demokratizm” bayraktarlığı yapan ABD’nin ise, demokrasinin pek çok ilkesine ters görünen bu antika sağcı etiketine nasıl kavuştuğu ise bence komik ve ilgi çekici bir dizi açıklama gerektiriyor.

Konuyu beynelmilel yönden buraya kadar açıklamak, bu yazıda ülkemiz çerçevesinde ele almak için yeterli, yoksa yazı çok uzar.

***

Solculuk kendi içinde kaygan bir zeminde durduğundan tanımlamak zor olsa da, solcular için sağı ve sağcıları yaftalamak dünyanın en kolay işiymiş gibi görünür. Bunun sebebini yukarıda biraz açıklamıştık, sağcılık daha net ölçütlere sahipti;

* Monarşiyi desteklemek (günümüzde hangi rejim için olursa olsun statükoculuk yapmak),
* Kilise’yi savunmak (günümüzde hangi dini olursa olsun bir şekilde referans almak),
* Geleneği savunmak (günümüzde “düğünü erkek tarafı yapsın,” demek bile gelenekçilik olarak yorumlanabilir),
* Doğal düzen olduğu iddiasında bulunmak (günümüzde homoseksüelliği beğenmemek bile sağcılık olarak yorumlanabilir),
* Kişinin kendi toplumunun diğer toplumlara kıyasla önceliği olduğuna inanmak (günümüzde milliyetçilik veya birkaç adım ilerisi olan ırkçılık noktasındaki her görüş sağ olarak değerlendirilebilir),
* Toplumsal sınıf farkının sosyal hak hiyerarşisi yarattığına inanmak (günümüzde artık kimsenin ağzıyla söylemeye cesaret edemediği bir düşünce hâline geldiğinden büyük oranda yaftalatabilme gücünü yitirmiştir),

Listeyi uzatabiliriz ancak, solcuların sağcıları tanımlarken ölçüsüzlüğe varan bir etiketleme “hakkına” sahip olmasının sebebi budur. Bu durum her ne kadar insanlığa aykırı olsa da, “insanlığın haklarını koruyan yüce kişiler”, yani bunu en çok bağıra bağıra söyleyen isimler “solcu” olduğundan, kimsenin aklına solculuğun kendi içindeki karmaşasından doğan bu insanlık dışı çelişkiler yumağı garabeti sorgulamak gelmez. Ayrıca bu yumak, kendini, kim bilir neden, “solcu” olarak tanımlayabilen herkese o andan itibaren “sağcı yaftalama” gücü veren sihirli bir küredir. Yani, kendi kendini solcu ilan ederek yücelen bu kişi de artık canı her istediğinde “mücadele hâlinde olduğu” heyulayı kişilere yansıtarak canının istediği hemen herkesi küçümseyebilir. Bu bizde öyle bir noktaya varmıştır ki, aslında solculuğun sistematikleştirilememesinden kaynaklanan bu dejenerasyon, solcuların kendi gruplarından birini suçlamak istediğinde “Sen dejenere olmuşsun!” suçlamasını da kapsar. Türk solunun kendini eleştirirken “Biz neden birlik olamıyoruz ulan!” serzenişindeki esas sorunu solculuğun müphemliğinde aramak da bu serzeniş sahiplerinin aklına gelmez. Çünkü, “Gerçek İslam bu değil!” diye kendi dışında canının istediği her “Müslüman’ı” İslam dışına itip “İslam’ı aklayan” günümüz İslamcıları gibi, günümüz solcuları da kendi yorumlarının en doğrusu olduğuna inandığından “ötekileri” suçlayıp ideolojisini ve kendini temize çıkarmış olur.

Hâlbuki günümüz Türk solcularının ekserisi basın sektöründe çalışıyorsa beleş içki olan davetlere koşup goygoy yapmakla, piyasada reklamcılık yapıp “düşman olduğu” kapitalizmi semirtmekle falan meşguldür. Solcuların kendi içindeki bu çelişik durumlar da, solculuğun doğasındaki yoruma açıklıkla kolayca kapanır ve hiçbir solcu olayı kolay kolay gerçek kökünden yakalayıp da sorgulamaz. Çünkü bu pek özgürlükçü solcuların her zaman ama her zaman bir gerekçesi vardır. Örneğin arkadaşlarıyla buluştuğunda “pis katil!” dediği bir yönetici için, çalıştığı gazete o görüşten birine ait diye her gün o katili aklamak üzere hizmet etmekte bir yanlışlık görmez. Bu noktada iş artık tiksinti boyutuna vardığından günümüz bazı solcularının bu acayip grup seksinden çıkıp esas konumuz olan sanata geçeceğim.

Not: Yeri gelmişken uzun dönem bir şekilde sağcı olarak yaftalanan Cumhuriyetçilerle bir kısım solcuların nasıl barıştığı hakkındaki görüşümü de sizinle paylaşmak isterim. Türk solcularıyla, hatırı sayılır gücü olan “cumhuriyetçilerin” barışmasında küçük bir kelime sihirbazlığı yatıyor: Ulusalcılık (bu barışmanın alt metnini okuyabileceğimiz sloganlarını da hatırlayalım: “Ne sağcıyım ne solcu, ulusalcıyım ulusalcı!”) İşte bu küçücük kelime oyunuyla algı yönetimi tarihe not düşülmesi gereken bir başarıyla gerçekleştirilmiştir ve eminim buna sebep olanların bunu neden ve nasıl yaptıkları hakkında benim kadar bile fikri yoktur. Kişi ulusalcı oluverince, birden sanki Cumhuriyet’i destekleyen tipik bir sağcı olmaktan kurtulmuştur bu solculara göre. Ah minel solculuk!

***

Solcuların “sağcı” olarak niteledikleri isimlerden sanatçı çıkmaması gülüp geçilecek bir yalan olmakla birlikte, bu “argüman görünümlü safsatayı” dile getirirken, gelenekçiliği damarlarına kadar yaşamak istemenin açmazındaki bir grup İslamcıdan örnekler seçmeleri çaresizliklerindendir. Örneğin pekala “sağcı” gömleğini giydirebilecekleri safkan bir milliyetçi olan Ömer Seyfettin, bugün bile aşılması güç bir edebî ışıkla parlamaktadır. Sağın bile sağında yer alan ırkçı Nihal Atsız ise Bozkurtlar’ını anlatırken üstün bir sanat becerisi sergiler. Dilde Nihat Sami Banarlı’nın çalışmalarını dikkate almamak elde değilse de, ola ki almadınız, Kaplan’ı ve daha nicesini solcu mu sayacaksınız? Türk şiirinin tartışmasız en kuvvetli şairlerinden biri olan Necip Fazıl’ı sırf İslamcıydı diye sanatta Nazım Hikmet’ten aşağı tutabilmenin bir olanağı var mıdır?

Buna karşın kendini bağıra bağıra solcu olarak niteleyip de sanatın çöplüğüne bile yakışmayacak nice çalışması olan birçok isim sizin de aklınıza gelmiyor mu?

Sağ, özellikle edebiyatta ülkemizde oldukça güçlü olagelmiştir. Kişilerin dünya görüşünden bağımsız olarak sanatlarında başarıya eriştiklerine kuşku bırakmayan birçok örneğimiz var. Müzikte de Türk milliyetçisi olduğu gün gibi meydanda olan Barış Manço gibi çınarları yok saymak mümkün değil.

Dünyada da durum hiç farklı değil. Koyu bir faşist olan Giovanni Papini’nin çalışmaları her dönem İtalya’nın en seçkin eserleri arasında yer almaya layık birer entelektüalizm anıtıdır. Salvador Dali’nin resimde eriştiği başarıya kaç solcu erişebilmiştir? Ingmar Bergman’ın Nazi destekçisi olması o güzelim filmlerinin değerini mi düşürmüştür? Sanatçı yönünden de kuşku duyulmaması gereken Aristo’nun öjenik olması yapıtlarının dünyayı iyi yönde değiştirmesini engellemiş midir?

Sanat, kendini solcu olarak tanımlayarak rahatlayan bazı aptalların zayıf düşlerinin erişemeyeceği bir yerdedir. Sağcı, solcu, bokçu veya püsürcü olsun, sanatı insan davranışlarına ve çokyönlülüğüne aykırı düşecek şekilde sınırlayıp tekele almaya çalışmak, ilkel bir kendini savunma dürtüsünün çirkin bir tezahürüdür.

Bu gibi iddia ve inanışları olan insanlar o derece aptallaşmışlardır ki, bu yazıyı okuduklarında bile beni kendi küçük dünyalarında konumlandıracak şekilde yaftalamak isterler. Hâlbuki insanlar, “insanı” kavrayıp olgunlaştıkça her türlü katı, kalıplara sıkıştırılmış gerçek dünyayı tanımlamakta aciz ideoloji zincirlerini de kırmaya başlar. Bir iddianın saçmalığını dile getirmek, karşı çıkılan bir başka görüşün güzellemesini yazmak da değildir. Saçma, saçmaysa, saçmadır.

Bir sengine yekpare Acem mülkü isteyen emlak piyasası

sikisik-metrobus
Bu şehr-i Sıtanbûl ki bî-misl-ü behâdır / Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır

Diyordu Lale Devri’nin parlak şairi ve parlak oğlanlara ilgisini gizlemeyen Nedim’i. Kendisinin sakalından ve sarığından dahi utanmadan parlak oğlanlarla aşna fişnayı yalnızca birkaç gazelinde sanat adına mı yaptığını, yoksa gerçekten de ılık mı olduğu sorusunu tarihçilere ve ateşli LGBT cemaatine bırakıyorum. Belki o dönemde de günümüzdeki “Sanat için soyundum!” olayı gibi “Sanat için oğlancıyım!” lafı vardır, bilemiyoruz. Tek bildiğimiz, Nedim’in Lale Devri’ni sona erdiren Patrona Halil İsyanı sırasında öldüğü.

Sakal ve sarığa gönderme yapma sebebim, her nedense bu ikisinin son yıllarda heteroseksüel eril bir iktidar algısıyla iyice sarmaş dolaş olması. Tarih bilmeyenlere hatırlatmak gerekiyor ki, bereketli insanlık tarihi, her türlü imaj ve serpuş altında homoseksüel yetiştirmiştir ve Anadolu toprakları da müstesna değil. Literatürümüze “oğlancılık, gulamperestlik, civelek, iç oğlanı, vs.” gibi türlü türlü ibnelik terimini kazandırmış olan Osmanlı mirasının üzerine oturmak isteyenler dikkatli olsa iyi olur…

Bana gelince, herhangi bir mirasın üzerine oturmak gibi söylem, eylem ya da tasarılar içerisinde değilim. Tek derdim, birkaç ay içerisinde İstanbul’da insan gibi oturulabilecek kiralık bir ev bulabilmek ve o eve yerleşebilmek. Bu maksatla şimdiden internet üzerinden kiralara bakınca, ister istemez bunca şeyi hatırladım. Acemleri bilmem ama biz Türkler olarak İstanbul’da kiralık da olsa oturabilmek için birçok şey feda ediyoruz gibi görünüyor.

Ev sahipleri mi mantıksız, emlakçılar mı pahalıcı, Suriyeliler mi gerçekten fiyatları yükseltti, “babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi,” gibi sorularım, şu an penceremde ıslık senfonisi yaratan İstanbul fırtınasında yanıt bulamadan kayboluyor.

1+1 gibi bekârlara uygun dairelerin merkezî yerlerde ne kadar köhne olduğuna bakılmaksızın Acem mülkü karşılığında kiralanmak istendiği, yeni yapılan yerlerin ise gerçekten de Acemistan kadar “İstanbul içinde ama İstanbul’a uzak olması”, nice yurttaşı olduğu gibi beni de dertten derde, sualden suale attı. Çevreme baktığımda, yani kendim gibi genç ve bekârlara baktığımda hepsinin aynı dertten ötürü cortlamış olduğunu fark etmem hiç de zor olmadı. Zaten bırakın bekârları, aileler için bile en büyük masraf kalemi “ev kirası”.

Aslında yaşamak bile istemediğim İstanbul’da yaşamak zorunda kalmış gibi göründüğüm şu durumda bir de bu kiralarla yüzleşmek, öve öve bitirilemeyen sengini, rengini ve de cangıldan hallice intizamını sinkaflar eşliğinde andığım bir İstanbul namesi çıkarıyor ortaya. Benim gazelimde yekpare Acem mülkü fedadır yalakalığı yok, olacağını da pek sanmıyorum.

300 yıldır Karacaahmet’te yatmakta olan Nedim’i de bir de bugünün İstanbul’unu görsün diye mezarından kalkıp bir kere olsun iş geliş-gidiş saatlerinde metrobüse “binmeye çalışmaya” davet ediyorum. Eminim kendisi hayranı olduğu genç oğlanların hoyrat sürtünmelerinin önüne narin bedenini siper edecek ve bundan da çok memnun olacaktır. Çok şükür, benim böyle sürekli gitmek zorunda olduğum bir işim yok, olanlara da üzülüyorum.

Gerçi, döneminde önde gelen devlet adamlarına yazdığı kaside adı altındaki yalakalık şiirleriyle makam ve mevki elde eden Nedim günümüzde yaşasa iyi bir gazetede köşe tutardı sanırım. Sonra da Boğaz’ı seyrettiği dairesinden, yine aynı şekilde bir İstanbul methiyesi yumurtlayabilirdi. Yani, amiyane tabirle, İstanbul parası olana İstanbul ve içinde yaşamak zorunda olmayanların sürekli kafamıza vurduğu gibi “çok güzel” bir şehir falan değil.

Midemdeki tanımlanamayan nesne: Hazır noodle (ramen)

Danışanım bir hanımefendinin diyetini sıkı takipteyim, öğünlerini düzenli olarak Whatsapp marifetiyle öğrenmezsem rahat edemiyorum. Uğurlu Lanetli 2014’ümü atlattıktan sonra bundan böyle ilk işim danışanlarım.

Yemekleri kendisi belirliyor, bana söylüyor, onay olursa yiyor. Açıkçası, neredeyse hiç düzeltme bile gerektirmeyen menüler hazırlıyor. Danışmanlığına başladığım ilk aylardaki diyalog ve bilgi aktarımının karşılığını aldığımızı düşünüyorum ama belki de başarıyı kendime mal etmemeliyim, pek de emin değilim.

Her neyse, kendisinin menüsünde bugün doğal noodle var, hani şu Uzakdoğu damgalı yapımlarda her an karşımıza çıkabilen makarnamsı uzun taneleri olan çorba. Ramen de deniyor. Açıkçası, noodle’un görünüşü, hele bir de yenmesini izliyorsanız, iştah açıcıdır. Bunun sebebi, içindeki beyaz makarnaların karbonhidrat olduğunu anlamamızdan fazlasını barındırıyor: Noodle, fiziksel sebeplerden ötürü tüketimi oldukça kolay ama aynı zamanda haz veren bir gıda. Çünkü ince ve yumuşak şeritleri ağzımız için hiçbir sindirim zahmeti taşımadığını belli ederken, uzunluğuyla da ağzımızın tamamına sığmayacağını belli ederek bir haz vaat eder. Böyle bir gıdayı tüketmekten insan nesli olarak neden haz aldığımızdan emin değilim, fakat bu davranışı çocukların “spaghetti” sevgisinde görmek mümkün (ve noodle daha fazla eğlence sunar makarnaya göre). Bana kalırsa bu yapıdaki, yani karbonhidratlı, ince, yumuşak ve uzun gıdaları sevmemizin sebebi çevresel sebepler değil. Elbette TV etkileri yadsınamaz ama uzun bir makarnayı çocukken eğlenerek yiyebilmemizde türümüze has bir hazzın ilkel kökenleri var.

Noodle’ın bir diğer artısı da oldukça fazla aromayı taşıdığını görerek bile anlamamız. Aromalar, tat alma (haz) ve iştahla doğrudan bağlantılı. Bir noodle’ın yenmesini TV’den bile seyretseniz aklınıza sizin sevdiğiniz aromalar gelir. Gerçekten de aklınıza gelebilecek neredeyse her türden aromayı noodle ile buluşturmak mümkün.

Tüm bunların farkındaydım ve hiç de âdetim olmadığı hâlde noodle almaya (yapmaya, pişirmeye değil) karar verdim. Çok önceden beri istemeden geliştirmiş olduğum “sağlıklı yemek erken uyarı sistemimi” bir kenara bıraktım, sağlıksız da olsa noodle yiyecektim. Doğrusu, “oburluk” olgusuyla uzaktan yakından alakası olamayacak benim gibi biri için göz yumulabilecek bir hareketti. Yine de aklımda görece en iyi noodle’ı satın almak vardı.

Markete gittiğimde hayal kırıklığına uğradım, çünkü daha zengin semtlerde satılan ve görece “daha doğal” olan noodle’lardan eser yoktu. Dev gibi bir raf, paketi 1 TL’ye satılan hazır noodle’larla doluydu. Aldım.

Tencereyi çıkartmış, suyu cattle’da ısıtıyorken etiketi okuyordum. O meşhur “şeytan” MSG yani monosodyum glutamat, eriştesinde değilse bile ek görev paketi olarak opsiyonel şekilde sunulan baharat ve aroma karışımlarında vardı. Sorun değil, gerçekten saatlerdir bir şey yemedim, çok açım ve o aromaları istiyorum. Aksi takdirde, çoktan bitmiş hazır kurutulmuş sebze, mantar ve sair “çorbalıklarımın” kendi kendine yeniden ortaya çıkmasını beklemem gerekecek. Eriştesinde ise, şüphe çeken bir ürün olan palm yağı var, elbette raf ömrünün en az 1 yıl olmasını sağlayan birkaç pek de zararı olmayan gıda katkı maddesini de görmezden geliyorum.

Aklıma geçen sene çılgınlar gibi seyredilen “sindirilemez kahraman noodle’lar” videosu geliyor. Video yukarıda. Temel mesajı şu: Bu her ne boksa, midemiz bunu çok, hem de çok geç sindiriyor ve doğal (taze) bir noodle’a kıyasla çok daha uzun süre midemizde neşeli bir biçimde yüzüyor.

Hazır noodle’ların hemen hepsi için bu durum geçerli, özellikle “instant” olanlar için. Yani, hani şu suyun içinde 1 dk bekletip lüpletilen tarzda olanlar. Benim aldığım gibi olanlar da 3-4 dakika kadar kaynar suda pişiriliyor. Her iki ürünün tamamen aynı formülasyonda olduğunu kabul etsek bile, 3 dk pişirdiğinizin sindirimi çok daha kolay olur.

Elbette, sadece makarnası satılan, yukarıdaki her ikisinden de daha sağlıklı noodle’ların yanı sıra, ev yapımı olan tamamen sağlıklı noodle’lar da (biz ülkemizde pek bulamasak da) bulunabilir. Ancak bu durumda, şu anda neredeyse tüm kedi köpek mamalarından bile daha ucuz olan hazır noodle fiyatlarından bahsedemeyiz. Tüm bunlara ek olarak, üretimde kullanılan malzemeler ve katkı maddelerine bağlı olarak teoride sağlıklı hazır noodle üretmek de mümkün ama bunun raf ömrü daha kısa, maliyeti dolayısıyla satın alması daha pahalı olacaktır. Stratejisini sürümden kazanmak üzere kuran hazır noodle üreticilerinin birincil tüketicileri olan gariban takımını kaybettirecek bir uygulama olduğundan, buna yanaşan var mı bilmem.

Noodle’ı tencereye alıp pişirirken düşük protein oranından ötürü içine biraz kavurma atıyorum. Oturup yemeye başladığımda baş döndürücü bir aroma sağnağına tutuluyorum, ağzımın içinde havai fişekler patlıyor. Ronald Mc MSG’nin gücü adına, işte bunu seviyorum!

Hayır, sevmiyorum… Daha doğrusu, aynı cümbüşü sağlıklı bir şekilde elde etmeyi seviyorum. Huzursuz da değilim hani, kırk yılda bir yenen birkaç noodle kimseyi öldüremez veya hasta etmez. Fakat midemde neler döndüğünü biliyorum ve bu MSG ayinini yılda birkaç kereden fazla tekrar etmemem gerektiğinin bilincindeyim.

Zaten paketi açar açmaz plastik mi hamur mu olduğundan kuşku duyduğumuz bu hazır noodle’lar, gerçekten de “bünyemize yabancı” bir şeyler barındırıyor. Yukarıdaki videoda bunun ispatı. Bir yandan taze, yani doğal noodle midede olması gereken sürede parçalanıp sindirilirken, beri yanda hazır noodle’ın sindirilmeye karşı verdiği destansı ve gayet uzun süren mücadeleyi görüyoruz.

Midemiz, besin sınıfına giren her doğal maddeyle başa çıkmayı bilir. Tanımadığı maddeler içinse gerekli biyolojik çözümlere sahip değildir. Kitabımda da yazmış mıydım bilmiyorum ama, selüloz yani ağaç da karbonhidrat içermesine rağmen biz sindiremeyiz ama bazı hayvanlar sindirebilir. Tıpkı bunun gibi, noodle’ımız yeterince doğal olsaydı midemizi çaresiz bırakmayacaktı. Filmin sonunda, uzuuun saatler sonunda hazır noodle’ın pes dedirtildiğini görüyoruz ama bunun sebebi alışıldık karbonhidrat sindirim değil de mide asidine yenik düşmek gibi görünüyor. Aside yenik düşüp parçalanan noodle’dan gıdalar ayrıştırıldıktan sonra, az evvel kahramanca direnen yapay katkı maddelerinin ne olduğu sorusunu sormak, bu tip gıdaların neden orta-uzun vadede zararlı olduğu hakkında kuvvetli iddialar olduğunu da birinci elden anlamamızı sağlıyor.

Hikâye böyle, bu satırları yazarken ben hissetmesem de hassas midemde direnen bir grup noodle var. Aslında, bu tip erişte-makarna cinsi gıdalarla insanoğlunun arası iyidir ve çok köklü olmasa da bunlara genetik uyum da sağlamıştır. En basitinden, binlerce yıl önce Uygur Türklerinin yerleşik hayata geçtikten sonra makarnayı icat ettiklerini biliyoruz. Başka coğrafyalarda da durum benzer şekilde.

Sonuç olarak, benim bu anlamsız küçük maceram tuvalette son bulacak ama dışarıdaki milyonlarca ramenperest umarım midelerindeki savaşın farkındadır.

Or’dan, bur’dan… Peki, neden?

Bodytr’yi kurup yönettiğim 6 yıl boyunca belirli konularla kendimi kısıtlamak durumundaydım. Geçmişte 7-8 ay anonim olarak blog tutmuş ve hatırı sayılır sayıda tumblr takipçisi de edinmiştim ama ana konum cinsellikti ve bir süre sonra söyleyecek pek de çok ve de yeni şeyim kalmadığını fark edip içimi döktükten sonra o blogu silip kapatmıştım. Şimdi burada, kendi ismimle, ordan burdan aklıma esen her şeyi yazacağım (başlıkta düşen sesler kesme işaretiyle belirtildi, titiziz amcası).

Edebiyat ağırlıklı yazacağımı sansam da sanatın her branşı ilgi alanıma giriyor. Özellikle felsefeye meraklıyımdır ayrıca. Psikoloji ve tarih de ilgilenmeyi sevdiğim konular. Neler yazacağımı bilmiyorum, elbette arada bir sağlıklı yaşam falan da olacaktır. Yani hiçbir konu kısıtlamam yok… Hayat yolunda mecburen ilerlerken ordan burdan, ona buna dair düşüncelerimi yazıya geçirmeye çalışacağım.

Yazmanın doğasında hemen her durumda “okutma isteği” yatar, yani, orası kesin ama burada kimse geri bildirim yapmasa da “yayımlamış” durumda olmak bana yetecek. Herhangi bir okunma, beğenilme kaygımın ya da çabamın olması söz konusu değil. Bunun rahatlığı da bambaşka ve üstelik benim için faydalı bir pratik alanı da olabilir… Profesyonel çalışmalarım ise ayrıca devam edecek, bu blogda yer almayacaklar. Onları okutmak için eskisi gibi gayret göstermeye devam edeceğim.

Okumayı yazmaktan daha çok seven bir yazar olarak, bu yolculukta bana eşlik edeceklere selam ederim.

Düşüncenin aydınlığında ve karanlığında atılan adımları konuşmanın kendine has, hayhuya kapılıp gitmekte olan toplumda çoğunun anlayamadığı o eşsiz lezzetine kendi içimden geldiği kadar varmak, bunu da anlayabilecek olanlarla paylaşmak istiyorum.