Yazmak, kelimelere can vermek, cansıza can vermek, bunun için “yaratıcılık”. Algı olarak tabii bu. Mesela diğer pek çok iş de bunu yapıyor; resim, heykel, müzik… Fakat yazı başka, yazı hem daha karmaşık hem daha direkt. Çünkü yazıda, yazarın ifade ettiği kelimeler yansır zihnimizde ve anlatılan gerçekliğin izdüşümü belirir kafamızın içinde. Bunun için okunan her yazı mutlak bir canlılık sağlar; okur, yazıya can verir.
Geçmişi düşünmek de, ister aracısız anımsamakla olsun ister bir yazıyla, farklı bir canlılık oluşturur. Yitip gitmiş, geri gelmeyecek olan, artık değişime uğramayacak olan donuk bir canlılıktır onunkisi. Hem canlıdır hem değil yani. Bunun için kendi geçmişimize götüren yazılar, yaşamımızın, bahtımızın şeklüşemalini daha net görmemizi sağlar; üzülebiliriz bahtımıza yahut özleyebiliriz mutluluğumuzu. Bunları anımsayıp düşündükçe, üzüntü duyarız; nostalji burada başlıyor sanırım. Nostalji, ortak bir değer değildir aslen, geçmişi “yaşayabilen, canlandırabilen” kişilerin girebildiği bir seyir tünelidir, izler ama dokunamaz kişi.
Geçmişimi hatırlamayı seviyorum, geçmişimden parçaları. Kaybolan şiir defterlerimin birinde yer alan “ (…) tüm bunlar çarpışacak yeşil yüreğinde / ama yine de için bir garip, gözlerin dalgın olacak.” dizelerini yazdığım sokağı anımsıyorum hâlen. Anımsarken de sanki yeniden 19 yaşında oluyorum.
Geçmişime bazen olmadık tetiklemelerle gidiyorum. Az önceki gibi mesela, bir sitede Gameshow ismini görüyorum. Aklıma kocaman bir geçmiş geliyor. Bütün zavallılığı, bütün neşeleri, bütün değiştirilemezliğiyle.
Satırlar yazıp göndermem, çağrılarım geliyor.
Ve zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım aslında hep aynı yerde olduğumuz gerçeğini fark ediyorum: Kafamızın içinde. Tüm yaşamımız burada geçiyor, geri kalan her şey bu yere ettikleri etki kadar varlar ve aslında hiçbir yere gitmiyoruz. Daima aynı kafanın içinde savrulup duruyoruz.
Yağmurlu ve kapalı havaları, hele bir de deniz kenarındaysa severim, söylemiştim. Geçmişte de en çok böyle havalarda kendimi bulurdum. Demek ki çocukluktan gelme bir rahatlık bu. Garip, kendini rahat hissetmek için neden böyle havalar daha güvenli gelmiştir bana acaba. Herhalde yağmur çılgın insan kitlesine zoraki bir çeki düzen verip onları zapt ettiği için. Olabilir.
“Okuma, yaz artık.” demişti abim geçen ayların birinde. Aslında bu tavsiyeye uymak istediğim için değil de tamamen isteksizlikten ötürü okumadığım için uymuş bulundum bu tavsiyeye. Şimdiyse bakıyorum, yazarken daha “ben” çıkıyor kelimelerim, cümlelerim. Okumamak, yazımızın kişisel kimliğimizin vereceği özgün şekli almasında faydalı bir süreç. Bundan eminim artık. Özgünlük. Özentisizlik. Etki altında kalmamışlık.
Toparlıyorum bir süredir, fiziksel anlamda, zamanında çokça verdiğim kiloları alıyorum geri, 10 kiloya yakın aldım, yağ oranım 4-6 %’lerden 7-8’lere geldi gerçi ama bu da düşük bir oran nihayetinde. Hem, hiç koşmuyorum. Ama yine koşmak için sabırsızlanıyorum. Koşunca tekrar 6’lara iner. Koşmak, hep söylediğim gibi, müthiş, çok sevdiğim bir eylem. Yaşadığımı hissettiriyor bana, kendi gücüm ve çabamla yol almak, yaşamın ne olduğu hakkında tatmin edici bir öğretim oluyor bana.
Bazen gözlerimi kapayıp gri bir havada, ince bir yağmurun altında, geçmişimle meçhul geleceğim arasında koştuğumu düşlüyorum.
Sanki birisi bir yerde, beni bekliyormuş gibi bir düşünceye düşüyorum sonra, bile bile kandırıyor olsam bile kendimi, iyi geliyor. Tüm geçmişimle birlikte ona koşuyormuşum gibi. Sanki. O’ndan kasıt bir insan mı, bir durum mu, bir yer mi, bir düşünce mi, bilmiyorum. “O” var mı, yok mu, ben gerçekten de ona ilerliyor muyum, bilmiyorum. Öyle değilse bile, böyle düşünmekle ne kaybediyorum? Umut da olmasa, yaşamaya katlanılamazdı çoğunlukla.