Saate baktım, dokuz buçuk olmak üzere. Birazdan on olacak. Sonra onbir. Sonra daha fazla, sonra yine dokuz buçuk ve sonra yine diğer saatler. Zaman sürekli işliyor, “an”lar daima yaşanıyor, bugüne kadar yaşandığı gibi…
Geçenlerde abim bilmesi şaşkınlık getiren doğru ve güzel bir şey yazmıştı bana, aslında zamanın hızla geçip gitmediğiyle ilgili. Zaman hep işliyor, “an”lar geride bırakılırken dönüp baktığımızda bunların hepsinin sanki çok kısa bir zamanmış gibi gelmesinin sebebi, basit bir şekilde, hafızamızın zayıf olması. Esasında, nöroloji konusu hep ilgimi çektiği için bunu biliyordum ancak abim söyleyene kadar pek o kadar da “farkında” değildim bu zaman-zihin ilişkisinin.
Geçmişte kalan “an”ları hatırlamaya çalıştıkça aslında ne kadar “çok ve uzun” olduğu hakkında kolayca fikir edinebiliyoruz aklımıza yeni gelen az sayıdaki “an”larda bile. Evet, çok. Ve uzun. Ve ne kadar az şey yaptığımı, ne kadar tembel ve işe yaramaz olduğumu düşünüyorum kendime kızarak. Ne kadar çok şey yapabilecekken ne kadar çok boş şeylerle kendimi oyaladığımı. Nereye kadar böyle devam edecek bu?
Hayattaki en büyük sorunum, ne yapacağımı bilmemek olmamıştır genelde. Okul yıllarımdan bu yana süren kötü bir alışkanlıkla, benim sorunum, ne yapacağımı ve nasıl yapacağımı bilip yapmamak olmuştur. İlgimi çekmediğini sanıyorum aslında, bir açıklama getirmek istediğimde. Gerekli motivasyonum da pek olmuyor. Belki de bu motivasyon eksikliğinin sebebi, çok küçük yaşlardan itibaren ölüm olgusuna fazlaca dikkat göstermem oldu. Ölüm düşüncesi, her şeyi önemsizleştirme gücüne sahip, sakinken tabii. Yani, kendime karşı boşvermişliğimde de bu köklü düşünce dünyamın izi oluyor, başkalarına karşı boşvermişliğimin, affediciliğimin de. Fakat, değişiyorum. Belki daha kötü, fakat benim için daha iyi, çünkü daha yeni, eskinin üzerine bina edilen bir yeni olduğundan eskinin olumsuz yanlarını atıp olumlularını bırakma şansım var gibi geliyor.
…
Saatler, birbirini ardına devrilip diziliyor “an”lar hazneme. Belleğim her anı işlerken, her anı düzenlerken bana danışıyor aslında, yani beynimin başka bir kısmına.
Sonra, zihnimden tarihin çok çok öncelerinde yaşamış insanlar geçiyor. Sonra, mağara resimleri. Sonra, farklı coğrafyalara dağılmış binlerce yıl öncesine ait uygarlıklar. Sonra, modern çağda insanların meydana getirdikleri geliyor aklıma. Araçlardan çok, teknolojiyle gerçekleştirilen yeni sanat eserleri özellikle. Filmler, sesler, görseller…
Nereden geldik, nereye gidiyoruz. Nereye gitmeliyiz? Nasıl gitmeliyiz? Bu temel soruların yüzeysel bir ergen bunalımı işareti gibi göründüğünü kabul etsem de, sadece görüntüsü öyle. Oysa yalın fakat önemli bir soru ve tüm yaşam tecrübemi üstüne koyunca elde ettiğim biraz da bu.
Diğer yanım devreye giriyor sonra, insansı duygu ve düşüncelerden öte, adaptasyona ve soy sürdürmeye yönelik organizma pratikliği. Mesela bugün, soyumu devam ettirmem çok mantıklı göründü bana, daha doğrusu, dünyada ne kadar çok soysuz, düşük, alçak, hain, zalim, kötü, iğrenç insan olduğunu düşününce, tamam mükemmel biri olmasam da kendini birçok açıdan masum ve masun tutmayı başarmış biri olarak, benim gibi hatta benden iyi birilerinin, soyaçekim kanunlarının da yardımıyla, sayemde dünyaya gelebileceğini düşündüm. İlk bakışta, bu çirkin dünyaya yeni bedbahtlar getirmek pek yüce gibi görünmese de, bu hususta Böll’e katılmadığımı fark ettim. Bu savaşıma taze kan lazım, yoksa dünya daha da çirkin bir yer olacak. En az üç değil, belki üç belki hiç, belki bir belki çok daha fazla. Fakat bir görev olarak kanımın ve kendimin soyunu devam ettirmek gözüme hiç olmadığı kadar mantıklı gelmeye başladı. Proje çocuk yapacağım demiyorum, bunun bir insana kötülük olacağını sandığımdan, yapmam. Fakat, birbirlerinin çekimine ya da organizmik gereksinimlerine kapılıp da bilinçsizce çocuk yapanlardan farklı olacak benimki. İşin aslı, biliyorum sadece düşünmek kabildir bu türden bir şeyi (dünya hazır değil!), Cengiz Han gibi ben de sadece soyumu, kendi genlerimi evlilik mevlilik olmadan devam ettirmek isterdim. Mebzul miktarda anneyle!
Altında yatan bir miktar gerçeklik payıyla birlikte bu şakayı bir kenara bırakırsak, sanırım bana kadınlık yapmayı ve çocuklarımın annesi olmayı tüm kalbiyle isteyip kabul edecek birisini bulmak kalıyor geriye (daha da zoru, bu insanı gerçekten sevip istemem!). Yahut da bulunan bir kişiden bu uyumu sağlamasını –çok da uzatıp daha fazla vakit kaybetmeden– beklemek.
En bereketli dönemim, fizyolojik olarak, geçti mi geçmedi mi bilmem fakat en az bir on, on beş yıl daha kaliteli bir dönemim olduğuna inanıyorum. Bakalım.
Bu arada, saat on’a gelmek üzere. Dedim ya, zaman geçiyor.
Bir de, ütü yapmaktan nefret ettiğimi fark ettim. Az evvel yapmıştım. Pek beceremememin de etkisi var kuşkusuz ancak, çok becermek de istemiyorum. Açıkçası, yapmak zorunda kaldığım ancak beni geliştirmeyen, hiçbir amacıma anlamlı bir katkı sağlamayan bu gibi şeylere vakit ve çaba ayırmaktan bıkalı çok oluyor. Hatta bazen bu yüzden salıyorum kendimi, çöküntüde gibi bakımsız oluyorum. Yani sadece dünyaya bakışımdan değil, bu işlerden usandığımdan. Bu noktada, bir kadından beklentimin, ben başka yardımcılar temin edememişsem, bana (ya da benim için, yahut bizim için) bu yönden de hizmet etmesi olduğu aşikar. Modern feminik safsatalara girecek değilim, onları baya biliyorum. Ben kendimin ne istediğini biliyor ve bunu başta kendime olmak üzere açıkça söylüyorum. Yani, “tamamen geleneksel” biriyle pek anlaşamam sanırım ama bazı noktalarda gelenekçiliğe uygun katı beklentilerimin olduğu açık. Bana hazla hizmet etmekten zevk almayan, bana aşık ve sadık bir kadın beklemem çok şey olmasa gerek. Aslında, böyleleri olmuştu, belki de onlara şans vermeliydim fakat ya yeterince güzel değillerdi ya da yeterince akıllı. Yaş da önemli tabii, doğurganlık için.
Belki de beklenti ve ölçütlerimi değiştirmeliyim. Fakat bunu istemiyorum. Bunları değiştirmek bana daha çok taviz ve nihayetinde de istemediğim birini getirecek gibi seziyorum. Öyleyse, çıtayı düşürmektense yalnız kalmak daha iyi. Bu da ayrı bir kesinlik benim için.
Saat onu iki geçiyor.