Az evvel yazmış olduğum bir hikâye, aslında bir deneme demek çok daha doğru. Üzerinde hiç çalışmadan, ham hâliyle. İstanbul’daki bu fırtınanın çağrışımlarıyla…
Gecenin bilmem kaçı, uyuyamadım, üşüyorum. Çok üşüyorum.
Soğukluk bir durum olmaktan çıkıp biçimleniyor, vücutsuz bir kişi olup sokak lambasının ışığının sızdığı odamı dolduruyor. Sanki yattığım ve dakikalardır bir türlü ısıtamadığım için istemeden içinde titremeye devam ettiğim yatağımın bile bana fazla olduğunu düşünüyor. Konuşmuyor ama, onun yerine çıldırmış bir rüzgâr hiç vazgeçmeden o bir türlü kapatamadığım pencere aralıklarında yükselen ve bazen daha da yükselen ıslıklar çalıyor. Kızıyor bana, çok kızıyor soğuk. Bay ya da bayan değil, efendi ya da köle değil o, sahip ya da sahip olunacak bir şey değil. Ama burada, odamda, karşımda, bana bakıyor, biliyorum. Tanıklığını bilmemi istiyor, tanık oldum sana diyor, bebekliğine, ağlayışına, gülüşüne, çocukluğuna, hayatına. Ben, hep vardım, hep buradaydım, hep yanındaydım diyor. Ama, neden bana kızgın?
Aşağıdaki şehirlerarası yoldan tek tük geçen arabaların motorunun sesi geliyor bazen, bazen de bu geçişler bu sonu gelmez ıslıkların arasında ya hiç seçilmiyor ya da belli belirsiz bir an duyulup kayboluyor.
Niye diye sormak istiyorum ona, penceremi neden çılgın gibi zorladığını değil, içeri girmesinden korkmuyorum onun, zaten içeride, niye diye sormak istiyorum, sanki tüm uğursuzlukların sebebi oymuş gibi.
Ben hep oradaydım diyor, umursamaz, mağrur ama sanki merhameti de varmış gibi; karşımda, tepemde, yanımda, yatağımın altında ve havanın olduğu her yerde.
Yakasına yapışmak istiyorum, neden bunu yapıyorsun diye. Ellerimi sıkı sıkıya sarıldığım yorgandan ayıramayacağımı biliyor, ayırsam da, benden korkmuyor.
Biliyordum diyor, seni, hep yanındaydım.
Ondan ürkeceğim düşüncesi beni daha da ürküttüğünden ondan ürkmemekte kararlı davranıyorum ve bunun için ona daha çok kızmaya çalışıyorum.
Yanmayan sobadan onu sorumlu tutuyorum. Neden ağaç kesmedin diye sorup görünüşte haklı çıkarak benimle dalga geçeceğini düşündüğümden odunları sormaktan vazgeçiyorum. Onun bu kapsamlı hüküm anında gücünü daha da artırmaktan korkuyorum, çünkü biliyoruz ki odun kesemememin sebebi de oydu ama bunu kolayca inkâr edip beni daha da aptal duruma düşürebilir.
Camları kırmaya gücünün yetmediğine sinirleniyor olmalı, yine de ben onun hışmında belli belirsiz bir merhamet de seziyorum. Çünkü beni tanıyordu, yıllar ve yıllardır beni tanıyordu, bu kadar yıl tanıdığın birini sevmemen, ona merhamet duymaman mümkün mü?
Yoksa hiç merhameti yok muydu?
Üzerime kaç kat örtü serersem sereyim sanki her katmanının ilmiklerinden girip yine ısınmak için mücadele eden bedenimi soğutuyor. Bana sarılıyor sanki, onunla mücadele edecek gücüm kalmıyor, gözlerim kapanmak istiyor, bu anda geçmişim tatlı bir hayal seli olup gözümün önünden akıyor. Çocukluğum, hayallerim, hayal kırıklıklarım, en üzücü anlarım bile tatlı bir anıymış gibi hiçbir acı vermeden gözlerimin önünden geçiyor.
Tekrar kızıyorum ona bu aldatıcı soğuk sarılmasından kendimi kurtarıp. Böyle olmayabilirdi diyorum, biliyorsun, iyi biliyorsun. Onunla konuşmak için titreyen çenemle takırdayan cümleler kurmak zorunda değilim, o benim kafamın içindekileri biliyor. Pencerenin kenarındaki eski sandalyeye kurulmuş gibi şimdi, sonumun geldiğini biliyor ve bundan keyif alıyor, bu keyfin merhametinden kaynaklandığını ve kurtuluşum olduğunu düşündüğü için buruk bir sevinci olduğunu hissediyorum.
Sonra acımasız fırtınaya daha fazla direnemeyen pencere aniden açılıyor ve büyük bir uğultu savrulan kar taneleriyle birlikte odama doluyor. Bu şiddet birden beni canlandırıyor, sanki, yaşamak için tüm hücrelerim son bir gayrete geliyor. Nasıl yaptım bilmiyorum ama pencere açılır açılmaz yataktan fırlayıp pencereye gittiğimi fark edebiliyorum, sanki giden ben değilim de kendi bedenimden çıkıp yukarıdan kendimi seyrediyor gibiyim. Rüzgarla mücadele ederek yaşlı pencereleri tekrar kapatıyor, onun oturduğu o lanet sandalyeyi de masanın üstüne koyup pencereye dayıyorum.
Bu yaptığım beni biraz kendime getiriyor ama inanılmaz bir titreme alıyor beni. Ben kalkınca korkup saklanmış hatta belki de gitmiş gibi soğuk. Fakat tekrar hareketsiz kalırsam bunun çok sürmeyeceğini biliyorum. Bir kat daha elbise giyip sırtıma da yatağımın en üst örtüsü olan battaniyeyi alıyorum. Salona gidip baltayı alıyorum, bana yıllardır dostluk ettiğini iddia eden bu sahte dost, acımasız soğuğun kafasını bu baltayla yarmayı çok isterdim. Fakat titriyorum, fazla vaktim yok ve onun ele avuca gelmediğini de iyi biliyorum. Sandık gözüme ilişiyor, içinde bir dolu kitabım var, sığındığım bu yerde, şehrin oldukça dışındaki bu yerde, arada bir fatura kesmeye gelen şirket görevlilerini saymazsak, sahip olduğum biricik arkadaşlar, konuklar, dostlar ve düşmanlar onların içinde. Sandık, lanetli bir armağan gibi peşimden gelen nice unutulmaz anımı temsil ediyor. Masa yapıp üstünde yemek yediğim de olmuş, bir başkasıyla bütünleştiğimde. Fazla vaktim yok ama.
Sandığın kapağını açıp kitapları alel acele boşaltırken çoğunun ismini okuyorum istemeden, o sıra kitabın kendisini de hatırlıyorum. Fakat bir saniye bile vakit kaybedemem. Hızla kitapları boşaltıyorum. Bir tornavida lazımdı şimdi, menteşeleri sökmek daha iyi olurdu. Fakat, ne de olsa yanacak, tornavida aramaya vakit yok üstelik.
Gözüm dönmüş gibi baltayı sapının ortasından tutup zaten zayıf olan kapağının ortasına saplıyorum. Kaldır, sapla, ayır, tekrar et. Saniyeler içinde sobamı belki iki kere dolduracak kadar ceviz odununa sahip oluyorum, odun denemez aslında, hepsi çıta gibi ince. Olsun. Hemen odamdaki sobaya dolduruyorum bunları, bunu yaparken de 3 gündür fırtınadan kesik olan elektrikleri açmayan şirkete ağız dolusu, bu sefer sesli olarak, küfürler ediyorum. Sırf otantik falan olsun diye aldığım şu kandiller de salonu aydınlatmasaydı, bunları bile yapamayacağımı düşününce komik geliyor, gülüyorum. Sonra yine beni yaralayan soğuğa kızıyorum.
Titremelerim biraz azaldı, ne de olsa balta kullanmak en soğuk bedenleri bile ısıtır. Kitap arıyorum, zaten hiçbir gazete kalmadı, zaten yollar kaç gündür kapalı. Hiçbir kitabıma kıyamıyorum önce, sonra, bulması en kolay olan klasiklerden birini alıyorum, sayfalarını hızla yırtıp odunların arasına çok da sıkıştırmadan yerleştiriyorum. Ben bunları yaparken azıp da sonra yakalanmış suçlu bir köpek gibi köşede sindiğini hissediyorum soğuğun. Hadi, şimdi bana anlat geçmişimi diyorum, şimdi karşımda keyif çatarak benimle eğlen diyorum. Gidemiyor, çünkü kaçmaya kalkarsa onu mıhlayacağımı iyi biliyor.
Çakmağı çakmamla birlikte dışarıdaki fırtınanın çığlıklarına aldırmayan gür bir ateş yükseliyor tutuşan kâğıtlardan. Ceviz çıtalarının verniği ve boyaları önce kaynıyor, sonra eriyip yıllardır benimle bulunan bu sandığın parçaları yanmaya başlıyor. Bir yandan da üstten yeni kitap yaprakları atmaya devam ediyorum. Göğsümün ısındığını hissediyorum. Odanın kapısını örtüyorum, biraz daha çıta atıp sobanın başında beklemeye devam ediyorum. Bir süt olsaydı da kaynatsaydım keşke üstünde diyorum, belki biraz da kestane, çok iyi olurdu.
Soğuğun hain, sinsi, acımasız fakat sonunda işkence ettiği kişinin eline düşmüş bir cellat gibi ufaldığını görüyorum. Şimdi ben sana bir hikâye anlatayım ister misin diyorum. Alaycıyım onun gibi, acımasızım kendisi gibi. Bunu iyi biliyor. Kaderine razı olmaktan ölesiye korksa da artık kurtuluşu yok, bu sefer titreyen o, ama korkudan, çünkü benim hikâyelerim onun canını daha çok acıtacak…