Yazıyla aramdaki ilişkiyi anlatmayacağım, kafanız şişer, üstelik benim de bilmediğim pek çok ara sokağı olduğundan düzensiz aktarırım, bu nedenle sizin aklınızda da bir şey kalmayabilir. Bununla birlikte, dengesiz bir yazar oldum. İyi örneklerle kötü örnekleri farklı zamanlarda veriyorum, bugün iyi yazıp yarın kötü yazabiliyorum. Geçen eski fitness yazılarımdan birini açtım, kısa, ama heykel gibi. O yazıyı nasıl yazdığımı hatırlıyorum; önce beni harekete geçiren tepkimle yazmış, bir gün dinlendirmiş, ardından işlemiş, ardından da kız arkadaşımın önceden yaptığı rica üzerine biraz entelektüel sos gezdirmiştim üstünde.
Fitness, sağlıklı yaşam ve sporla ilgili yazmak benim işimdi, dergim yıllardan sonra adamakıllı gelir getirmeye başlamıştı, üstelik son fitness yazılarımda kendimi bulmuştum. Kitabı yazdığım dönemdi, fakat kitaba yansıtamadım o kalemi, yansıtamadım çünkü dergi yazısı ve kitap yazımı benzer görünse de farklı.
Konu o değil, her neyse. Uzun bir duraklama içindeydim. Aklıma çeşitli zamanlarda gelen onca şeyi yazmıyor, bazen sadece notlar alıyordum. Ne ikinci fitness kitabımı yazıyordum ne de diğer kurgu çalışmalarıma, denemelerime ilgi gösteriyordum. Birbiri ardınca gelen boş, bomboş günler. Mesleğimi sorarlarsa yine yazar diyordum, ne yazıyorduysam; fitness yazılarına tam da üslubumu oturtmuşken birden son vermiştim, kurgu yazılarım ise oturmamış, üstelik çok az ürettiğim şeylerdi. Olsun, ben bir yazardım. Kendi düşüncelerime ek olarak abim de yazarlık üzerine tavsiyelerini veriyor, düzenli çalışmanın öneminden bahsediyordu arada sırada, hak veriyordum o anlatırken ama sonra aynı tas aynı hamam, birkaç zıplama, sonra yine durgunluk.
Bugün, oldukça önemsiz görünen bir konuda kafama hemen bir yazı geldi. Bugüne kadar gelen onca yazı gibi onu da umursamadım, erindim. Yazmadım. Günün ilerleyen saatlerinde düşündüm, insanlar benden ne bekliyordu? Yazmamı. Yazıyor muydum? Hayır. Sonra oturup bir görev gibi o yazıyı yazdım, baktım, eh, fena da okunmuyor. Zaten okunmasaydım yazmaya devam eder miydim bilmiyordum, kimsenin satın almadığı şekerleri kaç gün boyunca o köşede durup satmaya çalışırdınız ki? Yine de yazardım sanırım, ben kabul etmek istemesem de bende “eşek inadı” olduğunu kabul etmeliyim sanırım, abim farkında ve zaten bu benzetme de ına ait, tabii bu inatçılık giriştiğim işlerde böyle işe yarıyor. Öte yandan, yazarlıktan vazgeçmemekle birlikte başarısızlığa pek tahammülüm olmadığından, okundum, ölmezsem daha çok okunacağım ve belki öldükten sonra daha da çok, bilinmez orası gerçi. Her neyse. Konuyu yine dağıttım. Zaten kolayca dağıtırım.
Gün içinde tekrar düşündüm o yazıyı nasıl yazdığımı. Görev bilincini aylar sonunda en sonunda sindirdiğimi, içselleştirebildiğimi fark ettim. Yazar’dım, öyleyse yazmalıydım. Yazar’san, yazıyorsundur, yazmalısındır.
Bir şey daha fark ettim ama, fazlaca kaygısız biri olduğumdan, yazı için asla oturup düşünmemişimdir. Hiçbir zaman durup da acaba ne yazsam dememişimdir, konular daima kendiliğinden önüme düşmüş, kafama esmiş, nihayetinde hazır bulmuşumdur. Belki de bu yüzden az yazı ürettim.
Baktım, bu blogu ilk açtığımda içinde bulunduğum duygusal boşluktan kurtulmaya çalışmışım biraz da. Sonra, her zaman tepki olarak yazmışım (çoğu yazıda siz fark edemeseniz de ben biliyorum). Ampul yandı. Motivasyonumu yitirdiğimi düşünmeye başlamışken o ampul yanıverdi! Motivasyon falan, kimin umurunda, görev adamıydım ben, her zamanki gibi, görev adamı Mustafa. Askerde bir çavuşun yükselebileceği en yüksek seviyeye yükseldim (subaylardan daha etkiliydim), en alçak seviyeye de kendi isteğimle indim (neredeyse gün boyu keyfimce yatabiliyordum), sayısız farklı görev yaptım. Joker diyorlardı bana, hep bir görev, istemesem de mümkün olan en iyi şekilde yapıyordum. Askerliğin görevleri gerçekten sıkıcı olabiliyordu üstelik, ama kendi seçtiğim görevler öyle değildi. Nasıl da spora, yıllardan sonra tekrar başlamıştım, bu düzensizlikte üstelik, üstelik evde, fena da gitmiyorum. Her antrenman günü, canım hiç ama hiç istemese de mazur bir mazerete maruz kalmadıysam sakince kalkıp görevimi yapmaya başlıyorum. Antrenmanlarımı görev olarak sindirebildim, güzel, sonunda. Yazıda ise motivasyon kaybı var sanıyordum. Yokluğu ya da varlığı önemli değildi ki, yeni fark ediyorum. Diğer işlerde motivasyonu aramıyordum ki, yazıda bunu unutmuştum, daima motivasyonla yazdığım için, profesyonelce hiç yazmamıştım aslında!
Yazılarımı düşündüm sonra. Kendimi verdiğimde ve yazdıktan sonra üzerinde biraz çalışınca, kime göstersem çok beğeniyor öyle yazılarımı. Biliyorum, çünkü bilindik kelimelerle, tanıdık cümle yapılarına özgünlüğümü nasıl katacağımı keşfedeli oluyor biraz. Öte yandan, bazen berbat yazıyor, yetmezmiş gibi üstünde de hiç çalışmıyorum o yazıların ama onları bir şekilde okura sunuyorum. Çok dengesiz bir görüntü çizmiş olmalıyım bugüne kadar. Taslaklarımı kendime saklamalıydım oysa. Bak şimdi yanlış da anlaşılmak istemem, her sanatkâr/zanaatkâr gibi yazarın da düşünmeden, tasarlamadan, kendi ilhamının, kendi metninin peşinde gitmesi çoğu durumda sanatsal değer açısından önemlidir, yazıya da mutlaka siner ayrıca, dolayısıyla mühendis gibi yazdığım sanılsın istemem. Fakat en kontrol dışı, bilinçaltının akışında denetimden geçmeden çıkmış satırlar bile, değiştirme yapılmayacaksa bile bir süzgeçten geçmeli. Sanırım bu zamana kadar kendime yazar olarak bakmaya alışık olmadığımdan, okurlarımı da pek umursamadığımdan bunu çok ihmal ettim.
Pek uzatmaya gerek yok. Beni bilgisayarın başına yazmak için oturtmayan iç engelin ne olduğunu keşfettim ve bugün onu ortadan kaldırmanın mutluluğunu buraya not ediyorum. İstemesem bile, antrenmanım gibi, görevim olduğu için yapmalıyım. Dedim ya, benim kendime biçtiğim görevlerim sıkıcı değil üstelik, çoğu zaman başlamak zor oluyor sadece; sonrası zor bile olsa haz verici, hele bir de bitirdikten sonra…