Özel günler hem anlamlıdır hem de içi boşaltılmıştır. Özel günler hem güzeldir hem çirkinleştirilir. Ayrıca özel günler en çok vahşi kapitalist şirketlerin istismarına uğrar ve özünden uzaklaştırılır… Özel günler konusu ayrı bir mevzu ama 8 Mart’ı geride bıraktığımız 9 Mart günü, bir şeyler karalamak istedim. Çünkü, ilginç bir haber okudum: Çiçek satan kadının Oxford’da okuyan kızı!
Olayı kısaca özetliyorum: Bir gazeteci, Hatay’da çiçek satarak geçimini temin eden bir kadının kızının bu parayla Oxford Üniversitesi’nde tıp eğitimi aldığını ifade eden bir haber yapıyor, kız da anam bizi böyle okuttu falan, diyor. Bu haberin ajanslara düşmesi ve sosyal medyada yayılmasıyla kızı da annesini de tebrik eden edene… Böyle şeyler olabildiğini biliyoruz, çoook nadir de olsa, ancak yine de gerçek dünyayı tanıyan her insan bu habere inanmakta zorlanıyordu. Oxford’un ilgili eğitimi tek bir yıl için bile yıllık ortalama 30 bin Pound yani bugünkü kurla 322 bin TL ve buna yaşam masrafları dâhil değil, tam burslu bile olsanız ek burs almıyorsanız yaşamak hiç de ucuz olmaz.
Hesap bölümü (meraklısı değilseniz okumadan geçebilirsiniz)
Tek başına perakende çiçek satarak yılda en az 400 bin Türk lirası kazanmanız için ayda 33 bin lira, günde 1100 lira net kâr elde etmeniz ve bunun için de günde en aşağı 3500 liralık çiçek satmanız gerekir, ki tezgâhı sabah 7’de açıp akşam 18’de kapattığınızı varsaysak bu da saat başı 318 liralık satış yapmanızı gerektirir. Üstelik bu satış performansını her gün yakalamanız ve bunu yıl boyu sürdürmeniz gerekir.
Hatay’ın nüfusu 1,65 milyon, ülkemizin kaba ölüm hızı da %0,5 olduğuna göre Hatay’da yılda 9 bin kişi ölüyor. Hatay’daki köy mezarlıklarıyla birlikte toplam mezarlık sayısı ise Büyükşehir sisteminde yaptığım incelemeye göre yaklaşık 500 tane. Dolayısıyla kaba oranla mezarlık başına yıllık 18 naaş düşer ancak uygulamada büyük ve küçük mezarlıklar arasında fark olur. Mezarlık başına düşen mezar sayısıyla ilgili bir veriye ne yazık ki sahip değilim. Merkezî ve büyük mezarlık sayısı zaten daha azdır zaten ve biz bir çılgınlık yapıp Hatay’daki her 5 ölümden 1’inin bu mezarlığa geldiğini varsayalım. Gerçek oran bu olamazsa da bunu doğru kabul edersek yılda 1800 ve günde ortalama 5 yeni naaş bu mezarlığa gelir. Biz bu noktada Antakya merkezdeki Asri Mezarlığı’nın iki girişi olduğunu görüyoruz. Her girişte ve girişe yakın noktada en az iki çiçekçi olacağını düşünelim, bu durumda çiçekçi başına günlük 1,25 naaş düşer. Naaş başına 40 kişi mezarlığa geliyor desek (ne yazık ki ölen ünlü değilse gelenler az olabiliyor, 40 belki yüksek bile kalır) 50 kişi buradan eder, bunu kenara yazalım. Ayrıca, rastlantısal yapılan mezar ziyaretleri ve bayramlardaki mezar ziyaretlerini de eklemeliyiz. Bu ziyaretlerde defin işlemi kadar kalabalık olmadığını biliyoruz ve mezar ziyaret ekibini 5 kişiden kabul edelim ve günde ortalama 10 mezar ziyareti oluyor diyelim, ya haydi bir çılgınlık yapıp günde 50 mezar ziyareti yapalım, hayal kuruyoruz sonuçta. 50 mezar ziyaretine gelen 250 kişiyi de 4 çiçekçiye bölersek 60 kişi de oradan diyelim. Ne etti? Çiçekçi başına en iyi ihtimalle günde 110 kişi tezgâhın potansiyel müşterisi ve biz her 10 kişiden 1’inin çiçek aldığını varsaysak (ben hayatımda hiç mezarlıktan çiçek almadım ama hadi %10 satış diyelim biz).
Günde 10 kişiye çiçek satıyorsunuz demektir. Bu da müşteri başı 350 liralık satış yapmanızı gerektirir (günlük satışın 3500 lira olması gerektiğini tespit etmiştik zaten). Yani, ben çiçekçiye kazandırmak için tüm oranları bol kepçe tuttum, hatta tüm verileri çiçekçiler lehine 2 katına çıkarsak bile o zaman bile müşteri başı 175 liralık satış yapamaları gerekir, her durumda ihtiyaç duyulan müşteri başı satış tutarının ne kadar gerçeküstü kaldığını gördünüz…
Ve şüphe sonucu gerçek ortaya çıkar: Kız Oxford’da okumuyordur…
Nitekim, benim gibi bazı şüpheciler olayın peşine düşerek aslında haberin yalan olduğunu, daha doğrusu, haberle ilgili birtakım şeylerde yanlış bilgi olduğunu ortaya çıkarıyorlar ve hemen akabinde de bu sefer bu durum haber oluyor. Çiçek satan hanımefendinin bir kızı olduğu ve ona para gönderdiği doğru, üstelik anlaşılan kadıncağız kızının yurtdışında okuduğuna da inanıyormuş. Oysa kızımız hem annesine hem gazeteciye yalan söylemiş. Ailesinden para alıyor ve onlardan uzakta yaşıyor ama nerede ne yaptığı bilinmiyor ve Oxford’da herhangi bir bölüm okumadığı da kesin. Evet, kızın küçük (!) yalanı, 8 Mart’ta onu tebrik eden kadınlar korosunun tezahüratlarının boşa gitmesine sebep oldu…
Bir kadının, bir başka kadının, ki o kadın onun öz annesi, zorluklar içerisinde kazandığı parayı bir yalana temellendirerek almasında sevimli bir taraf yok. Basit bir yalan değil. Kızın bu yalanı da artık ulusal medyaya düştü, sanırım ismi cismi de her yerde yazıyor. Oysa bu yaşanan tamamen kadıncadır, tamamen erkekçedir, tamamen insancadır. Bir cinsiyeti kutsamanın mantığı yoktur, bir diğeri de öteki kadar kutsal/kutsal değil seviyesindedir zira. Kimse kadın olduğu için kahraman değildir, olmayacaktır da; kimse erkek olduğu için de kahraman doğmuyor.
Tarih sayısız kahramanlarla doludur, kadın veya erkek; tarih azmin gücünü ispat eden hayranlık uyandıran insanlarla doludur, kadın veya erkek; aynı insanlık tarihi sırf cinsiyetinden veya elinde olmayan başka şeylerden ötürü adaletsizliğe uğrayan insanlarla da doludur. Ancak insanlığın ilerlemesiyle birlikte daha iyi noktaya gidiyoruz. Erkeklerle dolu meclisler, erkek önderler, kadınlara önemli haklar verdiler; bazı kadın hakları savunucularının bu basit gerçeği görmek istememesine rağmen gerçek bu. Nice kadın veya erkek sayısız kötülük yapmıştır. Cinsiyetin insana kendiliğinden erdem kazandırma gibi bir özelliği mi var?
Kadın ve erkek denk değildir, eşit değildir; kadın ve erkeğin cinsiyete dayanan avantaj ve dezavantajları ayrıca farklılıkları vardır. Eşitlik değil, hak ve fırsat eşitliği olmalı; eşitlik değil, adalet aranmalıdır. Kadın ve erkeğin tamamen denk olmadığının en basit gözlemsel ispatı, iki cinsiyet arasındaki türümüze özgü kuvvet ve fiziksel kapasite farkıdır. Bazı hayvanlarda dişiler daha kuvvetli ve güçlüdür ancak insanlardaki istisnalar dışında erkek türü fiziksel olarak kadından daha kuvvetlidir. Zaten, kadına uygulanan şiddetin sebebi bu değilse de şiddetin gerçekleşmesine imkân veren faktör budur. Temelde hiçbir silah avantajı olmayan iki taraftan biri diğerini fiziksel mücadelede kolayca galebe çalıyorsa bunun gerçekleştirebilmesinin ilk sebebi bunu kolayca yapabilmesidir. Nitekim tarafların ikisinin de erkek olduğu olaylarda da taraflardan biri üstün gelse de diğer tarafta da sıklıkla hasar olabildiğini, yani, mücadeleden söz edebildiğimizi biliyoruz. Oysa, domestik şiddet denilen olguda, bazı örneklerde kadın erkeğe şiddet uygulasa da, ağırlıklı olarak kadın tarafı şiddete maruz kalıyor.
Şiddet ayrı bir olgu, kötü bir şey ama dünyamızın gerçeği. Çok boyutlu bir olgu ve ne yazık ki dünyamızda var olmaya devam edecek gibi. Şiddetin meşruiyetini bu yazıda sorgulamayacağız ancak ideal bir devlette, insan türünün dünyaya ayak basmasıyla elde ettiği doğal hakkı olan saldırı veya savunma amaçlı şiddet kullanma “hakkının (?)” yazısız (doğumdan gelen) birey-devlet “sözleşmesi” gereği, birey tarafından vazgeçilerek devlete verildiği kabul edilmiştir ve devlet de bireyin hakkını ve hukukunu korumak adına meşru (ve ölçülü) şiddet uygular. Bu noktada, insanlık ideallerini bir kenara bile bıraksak (niye bırakalım ama bıraktığımızı varsayalım), bizimki dâhil mevcut devletlerin büyük kısmında domestik şiddete yasal izin verilmediği aksine yasaklandığı görülmektedir. Ancak dünyanın hiçbir yerinde domestik şiddet sorunu çözülebilmiş değil, en iyi noktaya getirmiş ülkelerde bile devam ediyor… Kadınların hak ve fırsat eşitliği hissettirilip fiilen bunun yaşatıldığı, ekonomik, sosyal ve yasal statülerini kolayca elde edip erkeklerle aynı ölçüde koruyabildikleri toplumlarda bu vakaların daha az oranda yaşandığı bilgisi sabit.
Dolayısıyla, bizler, Han’la birlikte Katun (Hatun) olarak memleketi idare eden, Tomris Hatun olup ordusunun başında sefere çıkan, çocuk yaşta savaş oyunlarıyla büyüyenlerin torunları olarak bizler, kadına hakkı olan eşitlikçi hak ve fırsatları vermekte de büyük Türk’ün girişimiyle tüm Avrupa’yı sollamıştık, seçme ve seçilme hakkını anımsayın. Avrupalıların uygulamayı bırakın konuşamadığı bir dönemde biz gereğini yapmıştık. O öze dönmek gerekiyor, o özü işleyip geliştirmek gerekiyor. Kadınlarımızın da ortak emeğe, eğitime, sosyal ve siyasal haklara erişim sorununu ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bunun için de devlet ve toplum kadar ailelere ve kızların bizzat kendisine de çok iş düşüyor.
Kadını veya erkeği sırf cinsiyetinden ötürü haksızlığa uğratmak ne kadar kötüyse, benzer şekilde kadını veya erkeği sırf cinsiyetinden ötürü kutsamak da kötülüktür. Adaleti bozar. Bizimki gibi hâlâ pek çok toplumsal sorunla mücadele etmek zorunda kalan ve çağın gelişmişliğinin yer yer gerisinde kalmış bir toplum için de art niyetli kadınların suiistimaline zemin hazırlayacak bağlayıcı düzenlemeler çok detaylı ve hassas hazırlanmalı. Çünkü, art niyetli kadınlara fırsat tanıyan düzenlemeler bir noktadan sonra bu suiistimallerin ortaya çıkması nedeniyle kadın hakları kazanım mücadelesine zarar veriyor.
“Kadın ve erkek ‘eşit’ değilmiş ve bu bir sorun değil”
Körlemesine bir “eşitlik” masalı gerçekçi ve adil olmadığı için kargaşadan başka bir şey sağlamaz. Yine de herkes istediği gibi düşünüp konuşmakta hür olduğundan, yapacak bir şey yok… Ben sözü, çevremdeki sayısız kadın gibi sağduyulu bir kadının Linkedin sayfama dün düşen bir dolaylı bağlantımın (listemde ekli bir kişinin listesinde ekli olan kişi) paylaşımıyla bitireceğim. Hesabının kamusal görünürlüğünü bilmediğim için gizli olabileceğini varsayarak resim ve diğer kimlik belli edici bilgileri kapatacağım. Ancak kendisinin “kısa saçlı” ve “çok modern görünümlü” olduğunu söyleyeyim (bazı kadın hakkı savunucuları için bunlar da bir gösterge oluyormuş). Hayattaki pek çok şeyi başarabilmiş bu kadınların artması dileğiyle, sözü bir kadına bırakıyorum: