Nasreddin Hoca’nın evi soyulunca kendini tedbirsizliğinden ötürü eleştiren konu komşuya dayanamayıp nasıl isyan ettiğini biliriz: “Peki, hırsızın hiç mi suçu yok!”. Elbette, esas suçlu olan hırsızdır ve bu fıkrada anlatılmak istenen, mağdur olan insanların, eksik tedbir almaktan ötürü halk tarafından acımasızca eleştirilmesi ve bunun esas suçluyu neredeyse görünmez kılacak düzeye gelebilmesidir.
Bugün bir haber okudum, Bursa’nın meşhur İskender markalı kebapçısını, organize olan çalışanlar yıllarca çaktırmadan soymayı başarmışlar, günlük 5-10 bin lirayı bu şekilde çaldıklarını sorguda itiraf etmişler. Tutarlar bu kadar büyük olunca da medya ve halk bu olayı çok konuştu, konuşuyor. Oysa tüm bu yaşananlarda İskender’in de büyük kabahatleri olduğuna şüpheniz olmasın…
Yazıya başlamadan önce: İlk işiniz size ait işletmenizden hırsızlık yapmak olsun (ciddiyim)
Bir sistem kurarken, o sistemde hata paylarından kabul ettiğimiz hırsızlığı ve yolsuzluğu engellemek için ilk başta kendimi o sistem içinde yolsuzluk yapacak biri olarak düşünürüm. Bir dedektifin bir suçlunun kafasına girmesine benzer bu. Eğer kasadaysam, servisteysem, satın alma müdürüysem, genel müdür yardımcısıysam, genel müdürsem, temizlik personeliysem, şoförsem… Hangi pozisyonlarda ne tür yolsuzluk ve hırsızlık fırsatları olduğunu düşünürüm ve bu fırsatları işe zarar vermeden ortadan kaldırmanın yollarını ararım; yolsuzluğun bir seçenek olarak tercihe açık olmasını istemem. Siz de bunu yapın, üstelik gelişen teknoloji sayesinde bu iş kimseyi en ufak şekilde rencide edip incitmeden çok daha kolay şekilde yapılabiliyor. İlk işiniz, kendi işyerinizi soymak olmalı yani! Hatta bu iş için kendi aklınızı tek taraflı ve eksik kabul edip, sizin soygun yöntemleriniz bittiğinde güvendiğiniz başka “hırsızlar” bulup oturun ve bir de onlarla birlikte kendi işletmenizi soyun. Tabii ki zihninizde bu senaryoları ve süreçleri uygulayın ki önlem alabilesiniz…
Yazımın geri kalanında, bir işyerindeki personel kaynaklı yolsuzluk yollarına dair düşünce ve deneyimlerimden bahsedeceğim. Hangi sebeple olursa olsun, insanları parayla denetimsiz şekilde karşı karşıya bırakmak onları vicdanlarıyla baş başa bırakacak hatta yer yer suça teşvik edebilecektir. Çalışanlarınızı seviyorsanız hırsızlık imkânlarını tamamen ortadan kaldırmalısınız.
Para çalınamayacak sistem kurmak
Naif ve kendini yetiştirmiş, özsaygısı olan, namuslu insanlar akıllarından geçse, muhtaç kalsalar bile neredeyse asla hırsızlık yapamazlar. Öte yandan ülkemizdeki iş hayatı, geçim zorluğu, insanların erdemsizliği ve toplum yaşamının kokuşmuşluğu sebebiyle pek çok insan kolayca hırsızlığa bulaşabiliyor. Herkes kendi çevresine, kendi işine göre tutuyor bir hırsızlık yolu: En ahmağı ve utanmazı adi hırsızlık yapıyor, başka evlerden, insanlardan çalıyor. Kimisi yakınlarını dolandırıyor. Kimisi işyerini. Gücü yetenler, ağını kuranlar da devletten ve dolayısıyla tüm milletten çalıyor… Evet, belki hırsıza kilit dayanmaz ancak sistemlerdeki iyileştirmeyle, uygulama ve denetleme sistemleri kusursuzlaştırılabilir. Dolayısıyla hata payı (hırsızlık), sıfıra indirilebilir. Zengin olmayan bir ülkede, insanların iyi eğitilemediği bir ülkede, toplumsal ahlakın hâkim olmadığı bir ülkede sistem de kötüyse bu hırsızlığı artırır. Her sistem hata payını sıfıra indirmeye teknik olarak uygun değildir ancak çoğu uygundur ve insana güven faktörünü en aza indirgemek mümkündür.
İyi sistem namussuzları engellemekle kalmaz, namusluları kuşku altında bırakmaz
Süreç ve aşamaların insana güvene dayandığı sistemlerde, kayıp/kaçağın ölçülüp görülemediği ve yalnızca sorumluya duyulan güven düzeyinde ölçülebildiği sistemler kusurludur ve kötü niyetli insanlara fırsat tanımaktan daha kötü bir şey daha yaparlar: Düzgün, dürüst ve onurlu insanları da daimi bir zan altında bırakırlar.
Kendi adıma, kusurlu ve personeli kendiliğinden zan altında bırakan sistemleri hiç sevmem ve namuslu insanların hak etmedikleri suçlamalarla farazi olarak bile muhatap olmasını istemem. Son işlerimden birinde kurduğum sistemde teknolojinin de yardımıyla kontrol mekanizmasının kontrolü dâhil tam üç aşamalı bir kontrol sistemi kurmuş ve yıllarca bu sistem sayesinde 1 liranın bile kayıt dışı veya indiregandi yöntemlerle zimmete geçirilme ihtimalini yok etmiştik. Bilenler için yeni bir şey değil ama bilmeyenler için bu sistemin her Allah’ın günü tüm satışları o gün alınan para ve kart çekimleriyle, bu çekimleri sistemle, bu sistemi yazar kasayla, tüm satışların gerçekleşmiş olduğunu da müşteri imzalarıyla kontrol ettiriyor, sonra bunları kontrol ediyor ve en son da arşivliyorduk. Yani bu sistemde ben bile istesem hırsızlık yapamıyordum ve para hesabı yönünden inanılmaz rahattım artık. Üstelik, böyle bir sistemde olası bir vergi denetiminde vergi müfettişlerinin de takdirinin alınacağı garantidir; tüm hizmet ve ürünler tamamen gerçek satışlar üzerinden eksiksiz faturalandırılmış durumdadır.
“Vergi verirsem batarım” düşüncesine neden olan sıkıntılı vergi düzenimiz
Türkiye’deki mevcut vergi sistemi hem mal/hizmet üretenlere hem de son tüketiciye karşı dünya ortalamasının üzerindedir ve o kadar üzerindedir ki dünyada oransal olarak en çok vergi veren ülke olduğumuzu ortaya koyan araştırmalar var; en iyimser hesap ve kıyaslarda bile ilk 5’teki yerimiz sabit (*). Gelişmiş ülkelerde bu denli bir vergi yükünden söz etmek olası değil.
Ülkenin vergi sistemi iyi tasarlanmadığı için girişimcilerde, patronlarda, işveren vekillerinde “Tam vergi verirsek mutlaka batarız!” biçiminde bir kabul de yer yer bulunuyor. Bu nedenle vergi kaçınmaları en üst seviyedeyken (**) vergi kaçırmaların da gayet mevcut olduğunu biliyoruz. Ülkedeki vergilerin en iyi ihtimalle yılda en fazla %3’ünün kontrol edilebileceği söyleniyor yani zaten denetimdeki aksaklık baştan kabul ediliyor. Doğru düzgün ve eksiksiz vergisini veren ticari işletmeler de yok değil ancak birçok vergi suçunun işlendiği bir ülkede, bu tip işletmeler vergi kaçıranlarla rekabet edemez ve bir dezavantaja daha sahip olurlar.
Ülkenin vergi sisteminde iyi şeyler de oluyor, devletin aslında sürekli çabası var ancak esas sorunu görmüyor: Esas sorun, çok yüksek oranlara çıkmış doğrudan ve dolaylı vergilerdir, ayrıca Deli Dumrul tarzı iş yapsan da yapmasan da senden şu kadar vergi alırım anlayışını da terk etmesi gerekiyor. Hayalet şirket dediğimiz faal olmayan ve sayıları yüzbinlerle (belki de milyonlarla) ifade edilen şirketlerin en kısa sürede temizlenmesi gerekiyor (böyle bir şirket yüzünden mağdur oldum ve 20 yıl önce ortak olduğum şirketin kapatılmaması, müdürünün vefat etmesi vb. sebeplerle işten çıktığım bir dönem işsizlik maaşım bağlanır bağlanmaz kesilmişti). (***)
Olması gereken, daha düşük oranda daha makul vergilerin konması ancak bunların denetiminin ve özellikle vergi kaçırmayla ilgili cezaların üst düzeylerden verilmesi. ABD ve Almanya gibi ülkelerde vergi kaçırmanın ne denli korkulası bir suç olduğunu ve yüksek cezalarla engellendiğini birçok kişiden dinledim. Böyle bir düzende meslek erbapları, maaşlı çalışanlar, küçük sermaye sahipleri ve girişimciler koruyup kollanmak ve sağlıklı bir vergi ekosistemi kurulmak zorunda. Piyasanın gerçeklerine göre pek çok çeşitli projeksiyon ve senaryo araştırmalarında bu şekilde bir düzenle, oranları düşürülse bile vergilerin daha etkin toplanması nedeniyle devletin vergi gelirlerinde artış olacağı ve sosyal devlet yapısının da güçlendiği sonuçlarına varılmaktadır. Mevcut sistemde devlet dürüst vatandaşını âdeta cezalandırırken vergi kaçıranları ise âdeta ödüllendiriyor gibi bir görüntü oluşmaktadır.
*, **, *** 01 Mart tarihli ekleme: Bu bölümde anlatmak istediklerimi başarıyla anlatamadığımı düşündüren geribildirim aldım, bu yüzden açıklama ekliyorum: Vergiden kaçınmanın yasal hak olduğu hatırlatıldı, ben burada yasa dışı gibi göstermek istemedim ancak vergiden kaçınmanın bu kadar kolay, sık yapılan ve yaygın olmasına karşıyım; çok fazla suistimal oluyor. Yakın zamana kadar, aile üyelerine alınan ancak şirketin hiçbir şekilde kullanmadığı sıfır araçlar, şirket üzerine gösterilerek şirketin vergi hesabından düşüyordu. Ben vergiden kaçınmanın azaltılması, dolaylı vergilerin azaltılması, doğrudan vergilerin sıkılaşması ve kazanç temelli olması taraftarıyım. Ayrıca “hayalet şirket” tanımımın aslında başka durumdaki şirketler için hâlihazırda kullanıldını öğrendim, benim demek istediğim gayrifaal şirketlerin durumu ve bunların sebep olduğu sorunlardır. Ben şirketten payıma düşen borcu kapayıp alakamı tamamen kesmek istiyorum ancak vergi daireleri, ticaret odaları vs. işe yaramıyor. Parayı ödeyip adımı sildiremiyorum, dava açıp şirketi feshetme masrafına benim girmem gibi abes bir durum ortaya çıkıyor. Hissem %5 ama işin yoksa uğraş dur… Bir diğer eklemem de vergi oranlarımızla ilgili olacak. Ben en yüksek oranda vergiyi aldığımızı kast ederken doğrudan gelir temelli vergiden çok, herkesin sırtına bindirilen ancak şirket sahiplerinin kolayca ve etik dışı şekilde kaçınma şanslarının olduğu dolaylı vergileri kast ettim. Bakın, vergilerle ilgili nasıl “şampiyon” olduğumuzla ilgili birkaç araştırmayı paylaşayım burada:
Avrupa’da en çok vergi ödeyen ülke Türkiye (2014 haberi)
Türkiye topladığı vergilerde değil ama dolaylı vergilerde zirveye yakın (2021 haberi)
Pinti, paylaşımsız işverenler
Tüm bunların yanında, ülkemizdeki iş kültürü ne yazık ki pek çalışan dostu değil ve işverenler arasında da bencillik yaygın bir kusur. İyi işverenler de var ancak çoğunluk olmadıklarını herkes gözlemleyebilir. Oysa, iyi kurgulanmış bir iş modelinde, çalışanlara fazladan gelir şansı sunmak ve fazla kazanmalarına yol açmak, işletmenin lehinedir. Kendi yaşadığım örneklerden birini vermek istiyorum.
Bir sonraki takvim ayının analizini yaptığımda yıllık ortalama satış gelirlerinin 260 bin lira seviyesinde olduğunu gördüm. Mevcut gidişata göre 260 bin liraya ulaşmamız bile olası durmuyordu. Fiyatlara zam yapılmamıştı, taleplerde düşüş vardı; buna karşın müşterilere başarılı satış gerçekleştirme oranımız da çok yüksek değildi. Neler yapabileceğim düşündüm, enstrümanlarım kısıtlıydı; prim vermek gibi yetkilerim ne yazık ki yoktu. Bunun üzerine ben de bir sonraki aya hedef ve ödül koymaya karar verdim ve ödül olarak da fazladan bir günlük ücretli izin düşündüm. Elbette, 6 adet satışçıda bitiyordu iş ancak iş bir bütündü ve sadece satışçılara fırsat tanımak iyi sonuçlanmayabilir, iç gerilim de yaratabilirdi. Ben de “Önümüzdeki ay 300 bin lira gelire ulaşırsak tüm personel (hangi işi yapıyor olursa olsun) talep ettiği ve işletmeye de uygun olan bir zamanda kullandırılmak üzere 1 gün ücretli izin hakkı alacak,” diye ilan ettim. Açıkçası, 300 bin liraya ulaşmamız güçtü ve amacım motivasyon sağlamaktı ve 300 bine ulaşmamız durumunda 50 personele bir gün fazladan ücretli izin vermek elde edilecek kârın yanında devede kulak kalıyordu. Tahmin edin o ay ekibimiz ne kadarlık satış yaptı? Tam tamına 340 bin liralık satış gelirine ulaştılar. Bunu kutladık ve daha sonra herkes o fazladan ücretli iznini ihtiyacı olduğu bir gün gururla kullandı. Sadece izin değildi kazandıkları; özgüven, işyerine bağlılık, gurur ve motivasyon da kazanmışlardı. Bizim gelirimiz ise o ayın ortalamasından %30 daha fazla olmuştu, müthiş bir sonuçtu bu.
İşyerlerini sadece ürettikleri değil, çalışanları da ayakta tutar. Çalışanı ezen sistemler er ya da geç başarısız olacaktır; çalışanı ezmek sadece bu süreyi bir noktaya kadar öteler ancak bir yerden sonra bundan kaçınılamaz. Daha önemlisi, çalışanla dost ve çalışanın kazanmasını kendi kazancıyla endeksleyebilen bir işletme her zaman daha fazla satış yapar. Elbette bu motivasyon ve ek gelir unsurlarını belirlerken etik sorunların ortaya çıkmaması için de gereken önlemleri almalısınız (örneğin müşteriyi kazanmak için yalan beyanla satış yapılmamalı, vb.).
Pinti işverenler, geçen yılların sonunda genelde daha büyük kayıplara uğrarlar. Kişisel gözlemlerime dayanan pek çok “sonu hüsranla biten pinti patron vakası” sayabilirim, bazı patronların bu pintiliklerin bedelini, üstelik çok ağır olarak, 15 yıl hatta bir yakınımın 25 yıl sonra ödediğini de gördüm.
Elbette bu ayrı bir konu, hiçbir şart, çalışanın işverenden çalması için gerekçe olarak kabul edilemez zira çalışma şartları ve ücretler açık, işveren-çalışan yükümlülükleri de açıktır. Son tahlilde çalan suçludur. Yine de çalışanların etik dışı kazançlarına engel olup onları etik yollarla daha yüksek gelir şansı sunmak da hırsızlığa karşı tedbirler arasındadır. Çalışan, iç muhasebe yaparak, daha çok/iyi çalışarak “helalinden” daha çok kazanabileceğini bildiğinde, kendi içinde bir ahlaki engel daha oluşturmuş olur. Zaten maaş + prim gibi uygulamalar da bunu sağlamak için yaygın şekilde kullanılmaktadır. KOBİ ve aile şirketleri ise bu yöntemlerle ilgili yeterli bilgi ve deneyime sahip olmadıkları için kârlarının potansiyellerinin altında kaldığından habersizdir.
İskender’in kabahati
Yazının başında değindiğimiz vakada, ilgili işyerinde vergisiz mal, hizmet ve para alışverişi gerçekleşmiştir. Devlet bu para hareketlerinden hiçbir şekilde hak ettiği vergiyi alamadığı için kamusal zarar oluşmuştur. Dolayısıyla, bugüne kadar sırf kendilerinden çalınan (7 milyon lira olduğunu iddia ediyorlar) parayı bile 12 yıl sonra tespit edebilen bir işyerinin vergi verme yükümlülük kontrolünü yeterince iyi yapmadığı ortadadır (yıllık yaklaşık 600 bin liralık kayıp para/ürün/hizmet hareketinin tespit edilememesi açık bir kusurdur). Kurdukları (aslında kurmayı ya da uygulamayı beceremedikleri) sistemin vergi kaybına –istemeden de– olsa neden olduğu açıktır.
Bu olayın başta kendilerine olmak üzere herkese ders olduğu ortada, çok geçmiş olsun dileklerimle umarım derslerini iyi almışlardır diyorum.
Sonuç: Hırsızlık bitmez belki ama kötü niyetliler kolay avlara, iyi niyetliler güvenilir kuruluşlara yönelirler
Hırsızlığın tarihi insanlık tarihiyle eş düzeydedir ve ne yazık ki muhtemeldir ki insanlığın sonuna kadar da hırsızlar olacak. Hırsızlığı, hırsızları, yolsuzluğu dünyadan tamamen kaldırmak bizim işimiz değil ve tüm önlemlere rağmen şeytanın aklına gelmeyecek yöntemlerle mağdur olabiliriz. Basiretli ve sorumlu profesyoneller olarak bize düşen bu olasılıkları sorumluluk alanlarımızda olabildiğince azaltmak, hırsızlık ve yolsuzluğu sıfır seviyesine indirme hedefiyle hareket etmek olmalı.
Art niyetli insanlar genelde şartların zorlamasıyla, günler süren uzun ve derin iç psikolojik muhasebe ve muharebeler sonucu “Şeytan’a” yenilmezler; aksine çoğu zaman yolsuzlukları planlı ve bilinçlidir ve belirli yerleri “hedef” olarak görürler. Hâl böyleyken hiçbir “hırsız çalışan” kolayca hırsızlık yapacağı bir yer varken tutup da üç kuruş çalmak için hem çok zorlanacağı hem çok risk alacağı bir yeri ilk sırada tercih etmez. Dürüst insanlar da onların aksine düzgün sistemi olan yerleri, içlerinin rahat olacağını bildiğinden, daha tereddütsüz tercih ederler.
Sonuç olarak, herkesin iyiliği için kendi işyerinizi “soymayı” sakın ihmal etmeyin.