Bir istek parça

Arabeskçileri tanımam ama aşina olduğum sesler vardır. O dönem Hakan Taşıyan sanırım yeni yeni moda oluyor ya da ben ilk kez sağda solda duymaya başlıyordum. Ali’lere gittik, bahçedeyiz; Ali’yi ve beni birazdan anlatacağım merak etmeyin. Sigara içiyoruz, radyoda arabesk bir istasyon çalıyor. Aslında, Ali seviyor ve benim de umurumda değil ne çaldığı, birinin umurunda değilse bari diğeri keyif almalı tutumundayım, o dönem rahatsız da olmuyorum üstelik şimdiki gibi.

Bir istek parça çalıyoruz şimdi diyorlar, bir parça geliyor, ben zaten çoğu gibi bunu da ilk kez duyuyorum ama Ali arabesk seviyor, şarkıcılarını ve parçalarını tanıyor. Allah Allah, kimmiş bu diyor, gerçekten şaşırıyor yani. Anladığımdan ya da bilebileceğimden değil de, hem sesi benzettiğimden hem de bildiğim sayılı isimden biri diye Hakan Taşıyan’a benziyor diye bir bilmişlik yapıyorum. O da Müslüm Gürses diyor. Yahut ben Müslüm Gürses diyorum da o Hakan Taşıyan diyor. Sonuç olarak tahminlerimiz bu iki isim.

Şarkı bitiyor ve sunucu “Evet diyor, bu güzel parça için Hakan Gürses’in yüreğine sağlık” falan. Böyle demiyor tam olarak ama işte sonuçta şarkıcının adını söylüyor: Hakan Gürses. Gülüyoruz, çünkü her ikimiz de tahminimiz de yanılıyoruz ama yarısını tutturuyoruz. Hakan Taşıyan’ın Hakan’ıyla Müslüm Gürses’in Gürses’i var.

***

Ben artık lisedeydim. Zaten orta 3’le birlikte taşınmanın sayesinde mahalleden ve sayısız saçmalıktan uzaklaşmış durumdayım. O anlamda daha rahatım yani, çünkü aslında mahalledeki muhabbetler beni genelde rahatsız eden şeylerdi ama yapacak da bir şey olmayınca, bir şekilde etrafınızı çevirmesine izin veriyordunuz sokağa çıktıkça.

Lise 1’deyken okulla olan ilişkimi açıklamak için, matematik sınavında kâğıdın üstünde uyuyakalıp hocanın da uyandırmayın dediği bir öğrenci olduğumu söylemem yeterli olacaktır sanırım. Sahiden de, sınav bitip kâğıtları toplayan öğrenci kâğıdımı dirseğimin altından çekmeye çalışınca uyanmıştım. Ama kaloriferin yanı o kadar sıcaktı ve benim o kadar uykum vardı ki…

Ali, ki bu gerçek ismi, sessizdi okulda. Nasıl tanıştık bilmiyorum, belki ben ondan borç istedim, belki o benden silgi istedi. Hatırlamıyorum ama şimdi fark ettim, bende silgi falan olamayacağına göre belki de kimse kimseden bir şey istememiştir. Sonra çıkışta bazen beraber sigara içmeye başladık. Şimdi kocaman bir cadde olan okula bitişik birkaç boş arsada yakmaya başlardık. Sonra, benim ev ona çok uzak olacak diye, Anadolu Caddesi’ni geçip onun mahallesinin tarafına giderdik bazen arsalarda oturmak yerine. Kocaman boş bir arsayı geçtikten sonra, tek katlı, badanalı eski bir evdi Alilerin evi. Ama durumları kötü değildi, yani her ne iş yapıyorlarsa artık, yolundaydı anladığım kadarıyla. Kendi evleriymiş, bir tane daha var demişti eliyle mahalleyi göstererek. Alilerin durumu beni ilgilendirmiyordu ama sanırım Ali’nin varoşlardaki alışık olduğum rahatsız edici tipler gibi olmamasında belki de maddi sıkıntıların altında ezilmemesi vardır diye söyledim bunu.

Ev halkından kimseyi görmedim gittiğimiz üç dört seferde de. Sanırım okul çıkış saatinde kimse olmuyordu veya gittiğimiz günlerde o gün kimse olmayacak diye götürmüştür beni, hiçbir fikrim yok. Bahçelerinde oturup sigara içiyorduk, çay da içtik sanırım bir iki defa.

Ali’nin suskunluğu, az konuşması hoşuma giderdi. Böylelikle ben de dilediğim kadar susabilirdim. Az konuşurduk, boş da konuşmazdık. Yani çok önemli şeylerden konuşmazdık ama laf olsun diye de konuşmazdık demek istiyorum.

Bunun dışında, onda bir kötülük görmedim. O da kendine göre içine kapanmıştı, hiçbir çıkar ilişkimiz yoktu. Salt bir arkadaşlıktı kısıtlı görüşsek de, bu arada, okulda Ali’yle aynı sınıfta olmamıza rağmen çok görüşmezdik niyeyse. Belki de ben hep teneffüslerde yapacak bir şeyler bulduğumdan, hatırlamıyorum, ama özel bir sebebi yoktu. Ancak çıkışta hem sigara içmek, hem de beraber susmak ve üflediğimiz dumanda kendi düşüncelerimize dalmak için buluşur, biraz vakit geçirirdik.

Lise 2’in ilk dönemi bittikten sonra abimle Malatya’ya gittik. Ali’yle de görüşmedik dolayısıyla bir daha. Ama iyi çocuktu Ali, soyadı neydi acaba, hatırlasam bir görmek isterdim bulmayı deneyip.

Bizim okul Nergiz’in sonundaydı, Vali Erol Çakır Lisesi, civardaki tek yeni binaydı ve biz de ilk veya ikinci yılının öğrencileriydik zaten. Nergiz de o dönem göçmenlerin yoğunlukta yaşadığı, mahalle kültürü henüz ölmemiş bir yerdi. Nergiz’den denize doğru gittiğinizde ise tren yolundan sonra Bostanlı başlardı. İç tarafa doğru ise, eskiden Anadolu Caddesi’nin bıçak gibi keserek Nergiz’den ayırdığı adını bilmediğim o mahalle vardı. Caddeyi geçmenizle birlikte çok katlı yapılaşmayı neredeyse hiç göremezdiniz, düzensiz sokakların ördüğü, dağınık yerleştirilmiş bakımsız evlerle dolu yıpranmış, yorgun bir kenar mahalleydi orası. Kendine has rahatsızlıkları, hastalıkları, kendine has küçük sıcaklıkları olan ve benzerlerinden eskiden yüzlerce bulunan bir garip mahalle işte.

***

Geçen sene anneme ev bakarken Nergiz’de bile kira fiyatlarının uçtuğunu gördüm. O civarlarda pek çok yeni yapı var, eski iki katlı göçmen evleri “lüks” denen görece rahat apartmanlara bırakmış yerini. Arabayla Anadolu Caddesi’nden de geçtim, Alilerin oradaki boş arsa, muhtemelen oldukça iyi fiyata gidip yerini bir siteye bırakmış. Bahsettiğim mahalle de şu “kentsel dönüşüm” içinde. Eminim Aliler de evlerini oldukça yüksek bedellerle devretmişlerdir, eğer bu dönüşüm zamanlarına kadar satıp matmadılarsa tabii.

Bununla birlikte, artık hiçbir yerde sessizliğin kalmadığını da düşündüm. Boş arsalara her zaman araba sesi, belki çocuk bağırışları, uzaklardan bir müzik sesi falan gelebiliyordu ama sigaranızdan bir duman çekip bir an dalıp gitme “lüksünüz” vardı. Şimdiyse üst üste yaşanan, kendi başınıza kalacağınız bir metrekare yer bulamayacağınız bir yapılaşma var. Belki yine Ali ve Mustafa Kemaller okuldan çıkıp buluşup sigara içiyorlar, ama o sükûneti bulamayacaklar. Belki bu yüzden büyüdüklerinde daha az sakin, daha çok gergin olacaklardır, bilemiyorum, belki de alakası bile yoktur.

***

Tüm bunları anlattıktan sonra şu Hakan Gürses’den bir parçayı bulup sırf Ali’nin hatırına paylaşıyorum. Tamamını da, rahatsızlığımı yok saymaya çalışıp hatta keyif almaya çalışarak, eski günlerdeki gibi dinlemeye çalışacağım. Biliyorum şimdi de sessizsin, sınıflarımızdaki gibi sessiziz ikimiz de bambaşka yerlerde. İnsanları konuşturan şeyler bize, eskisi kadar boş vermiş olmasak da, yine de çok anlamlı gelmiyor. İrili ufaklı hırsların, gerçek değeri olmayan etiket telaşlarının kıyısında, eskisi gibi sakince, sessizce, belki mutlu değilsek bile şikâyet de etmeden bir sigara tüttürebiliyor muyuz bir arkadaşımızla, var mı böyle arkadaşlarımız, soru budur belki de. Tamam, sigara zararlı, zaten ciğerlerinin sağlıksız olduğunu düşünürdüm belki bırakmışsındır sen de, peki ya çay da mı öyle? Ha bu arada, karşılaşsaydık, artık arabesk kontenjanın sadece bir adetle sınırlı olurdu, onu da bilesin.

Eminönü’nde dükkânlar ve apandisit

Kalabalık ve birbirine bağlı bir aileymiş, kim olduğunu şimdi unuttum, içlerinden biri, tabii bu savaş dönemlerinden falan sonra, Adana’ya gider olmuş. Adana’da şarkıcı (dolayısıyla “düşük”) bir kadını sevip, gidip geldikçe onunla birlikte yaşamaya başlamış.

Ancak memleketindeki ailesi katı şekilde gelenekçi, ayrıca da çok dindarlar. Bir gün Adana’da onun bu sefahatini bir hemşerisi görüyor.

O da “ailem benim böyle yaptığımı öğrenirse ben ne yaparım” diyerek geride küçük bir notla intihar ediyor. Tam Japonlara yaraşacak bir hikâye bana sorarsanız.

Neyimiz olduğunu unuttum, ama babaannem ve dedemin (ikisi aslında amcazade olduğundan) yakın akrabası işte. Aslında dedemin babası Münüp Efendi’nin Eminönü planları kendisinin zamansız ölümüyle rafa kalkmak zorunda kalmasa, belki de bunlar yaşanmaz, belki utanç da duymaz ya da en azından daha kolay gizleyebilirdi bu aşk macerasını. Ne de olsa Darende değil ama İstanbul bu tip şeyleri kolay kaldırırdı.

***

Büyük dedem Münüp Efendi’nin planına geçmeden önce aile geçmişi hakkında kısa bir bilgi vermekte fayda var.

Baba tarafından atalarımın Darende denilen yere yerleşmesi biraz şans eseri oluyor aslında. Selçuklular döneminde Urfa civarında kendi askerleriyle Selçuklu’ya bağlı bulunan bir Esebey var. O dönem Malatya civarında yerleşik bulunan Köpekoğlu Mehmed Bey, Selçuklu’ya isyan ediyor. Köpekoğlu aslında muhtemelen ona Selçuklu’nun taktığı bir isim ve özel bir isim de değil. Anadolu’daki Türk hakimiyeti boyunca isyan eden birçok kişiye bu türden lakapların takıldığını görüyoruz tarihî metinlerde, genel bir ad gibi yani. Eminim sevenleri onlara çok başka isimler takmıştır.

Sonuçta ilgili Köpekoğlu’nun isyanı sorun olunca, Selçuklu’dan Esebey’e emir geliyor: Köpekoğlu isyanını bastır. Urfa’dan yola çıkan İsa ya da Ese Bey, Köpekoğlu üzerine yürüyor ve çarpışmanın sonucunda üstün geliyorlar, ne var ki Köpekoğlu bugün Darende’nin bir mahallesi olan Hacılar Vadisi’ne kaçıyor. Takip sonucu bu mevkide sıkıştırılan Köpekoğlu’nun kellesi alınıyor ve Selçuklu Sultanı’na gönderiliyor.

Sultan, âdet olduğu üzere teşekkür etmek için armağan isteğini sorduğunda, Esebey de Darende ve Hacılar civarının beyliğini istiyor, Hacılar’ı çok beğenmiş; üstelik, Köpekoğlu’ndan sonraki siyasi boşluğu da doldurmuş olacağını düşündüğünden bence oldukça akıllı davranmış. Bu dileği kabul ediliyor ve bu yörede beyliğine devam ediyor.

Kabilesinin bir kısmı Urfa’da kalıyor, bunlar daha sonra şu meşhur Urfa camisini yaptıranlarla aynı kökendenmiş. Onlar da çok kalabalık bir aile ve bizim çok uzak akrabalarımız oluyorlarmış.

Darende, Gürün civarında yerleşiyorlar ancak Osmanlı dönemine gelindiğinde de yeni ayrıcalıklar elde etmeyi başarıyorlar. Darende halk kütüphanesinde de kaydı bulunduğunu anımsadığım olaya göre, yine bu büyük atalardan biri, yolda kalan bir asker grubunu bir kış boyunca bilabedel ağırlıyor. Subaylar rütbelerini gizlemiş olduğundan kendilerini erattan sandığı hâlde atlarına ve kendilerine koca bir kış bakan bu adamın adını bizzat dönemin padişahına vermişler döndüklerinde. Yaklaşık kırk subayının ağır kış şartlarında yolda kalıp öldüğü zannında olan padişah da bu haberi alınca yine kesenin ağzı açılıyor ancak farklı bir şekilde; bu adama yeni topraklar ihsan ederken, oğullarını da yüksek sayılacak mevkilere atıyor. Beş oğlundan dördünü başka yerlere kaymakam vs. olarak yolluyor. (Burada söylemeliyim ki bu ailede devletle ilişkinin sorunsuz olmasına dikkat edilmiş. Örneğin Tunceli civarındaki toprak ağaları Cumhuriyet’le ellerinden alınan haklara isyan ederken bizimkiler hiç itiraz etmeyip, toprak altından sonradan çıkan kimi şeyler bile kendilerine verilmek istendiğinde kabul etmemişler.)

Sadece siyasi olarak değil, dinsel açıdan da ayrıcalık elde etmek istedikleri ortada. Meşhur veli Somuncu Baba’nın üç kızından birini alarak peygambere akrabalık da ediniyorlar (bugün bu kayıtları Somuncu Baba Vakfı saklamaktaymış, işlerine gelmediğinden olacak). Hatta, onun türbesine de Cumhuriyet’e kadar yine bunlar bakıyor. Bir ailenin görevi sadece bu oluyor. Ancak Cumhuriyet’in bazı katı uygulamaları yüzünden, son bakıcısı olan adam türbeyi kendi hâline terk ediyor (onun oğlu da hayattadır bugün). Ortam yatışınca, bugün hazret mertebesine çıkartılmış bir imam türbedeki boşluğu görüp dolduruyor ve ardından kendini hem erkek çocuğu olmayan Somuncu Baba’ya, hem de peygambere torun ilan ediyor. Bugün ilgili vakıf büyük bir dinsel saygı görüp bol miktarda paraya da hükmediyor. Bizim aile meselelerin aslını bildiğinden böyle bir aldanmaya kapılmamış olsa da, ilgili kişilerin ilçeye faydası dokunduğundan olacak hiç ses de etmiyor. Boş kavgalarla işleri olmamış zaten.

Peki, neyle işleri olmuş? Cumhuriyet’e kadar sürekli toprakla, büyük hayvan sürüleriyle ilgilenmişler, daha doğrusu köylüleri çalıştırmışlar. Osmanlı’nın son demlerinde pek çok şehitle zayıflasalar da servetleri pek azalmamış. Bu noktada, o dönem Darende’sinin bugünkü gibi 9 bin değil, 45 bin civarında nüfusa sahip olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Nüfusun önemli bir kısmı da Ermeni ayrıca, ancak bu Ermeniler, malum sebeplerden, katlediliyor ve kadınları da kaçamamışsa alıkonuyor.

Geçiş yollarının üstünde bulunmanın da etkisiyle Darende’nin geçmişinde yoğun bir ticari faaliyet gözleniyor. Kervanların düzüldüğü canlı bir merkez. Kervan konusu o kadar ciddi ve köklü ki, kervancıların kendilerinin geliştirdiği dil bugün bile Hazeyince yahut Hazeynce adıyla Darendeliler tarafından bilinir. Ancak çoğu Darendeli bu dilin kervancılardan geldiğini bilmez. Dil demeyelim, aslında minik bir kod sistemi. Bugün bazı amatör araştırmacıların topladığına göre bin civarı kelimesi var. Kervancılar birbirine Hazeyn diyorlar, bu kelime “dost” anlamına geliyor. Hazeynler, aynı yörenin tacirleri olduklarından ticari gerekçelerle kâh sır saklamak, kâh başkalarını “uyandırmadan” birbirleriyle haberleşme gereği duyuyorlar. Bunun için kervanlarıyla gittikleri farklı bölgelere ait kelimeleri alıp kendi diyalektlerinde yeni bir biçim veriyorlar. Rumca, Arapça, Farsça, Türkçe, Ermenice gibi dillerdeki çeşitli kelimeleri yeni kalıplara sokup bir jargon yaratıyorlar. Örneğin yağ satın almak üzere olan bir hazeyni gören, kendisi de yağın iyisinden anlayan bir başka hazeyn ona “cort” dediğinde, malı alacak olan hazeyn bunun “kötü” demek olduğunu biliyor. Bunun gibi pek çok kelime işte.

Ancak değişen zaman kervanları da, kervancıları da, ticareti de yok ediyor. Münüp Bey gibilerin çalıştıracak köylüsü de azalmış olsa gerek. Ancak Münüp Bey’in zaten çoktan kentsel bir yaşantıya geçtiğini, sofistike zevkler geliştirdiğini görüyoruz, büyükçe bir antika koleksiyonu var örneğin ve ailedeki kızların hepsi. Ayrıca düzenli olarak gön ticaretine başlamış ve kervan diye bir şey kalmasa da, kendi imkânlarıyla İstanbul’dan bol miktarda gön alıp bunu getirip yöresinde satıyormuş.

İstanbul’u sevmiş olmalı ki, Eminönü’nün kim bilir neresinde olan bir arsayı, sürekli ticaret yaptığı bir kadından satın almak istiyor. Dedemin abisinden duyup anlattığına göre, kadına kaparo verdiğinde kadın duyduğu güvene binaen tapuyu da vermek istiyor ancak, etik bulmadığından olacak, almıyor. Bu noktada, güvenilir olmanın bu ailede saplantı düzeyinde bir kural olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığını söylemeliyim ki, biz de bu çeşit dürüstlükten mirasımıza düşeni bir şekilde almışız.

Memleketine dönen Münüp Efendi geri kalan altınları hazırlamış ve ayrıca, ismini vermeyeceğim bir başka bilinen aileden birini de inşaatın başında durmak üzere bir dükkân vermek karşılığında İstanbul’a götürmeye karar vermiş. Anlaşılan, tasarladığı bu 300 (veya 33) dükkânlık hanın inşaatı sürerken kendisi de Darende’ye taşınma hazırlığı yapmak üzere dönmek niyetindeymiş.

Ancak İstanbul’a gitmek üzere atına atladığında “Yandım Allah!” diyerek ata binmeden düşmüş. Eve götürüp yatırmışlar, derhâl zaten bir tane olan doktoru alıp gelmişler ama doktor da bir şey yapamamış. Apandisti patlamış aslında, sonrası, sizlere ömür. Dedem de annesinden sonra, 12 yaşındayken babasını da bu şekilde kaybetmiş. Sonra olanlar esasında bol entrikalı esas hikâyeler, örneğin dedemin abisi Münir’in meşhur Malatya mebusu Hamit Fendoğlu ile gizli ortaklığı ve bu yolla edindiği servet bile ayrı hikâye teşkil edecek türden. Bu arada, ortağı Hamido Malatya belediye başkanı olduğu sırada bombalı paketle katledilirken, büyük amcam da silahlı saldırıda öldürülecekti.

Tüm bu karmaşık hikâyelerin arasında şimdi ne zaman Eminönü’ne gidip oradaki sayısız işhanını görsem, acaba derim, dedemin babasının apandisti patlamasaydı ne olurdu?

Bazı hayatların, küçük, küçücük olaylardan çok büyük şekilde etkilenmesi bana oldukça komik geliyor. Sonuçta, bu olayın benim için anlamı herhangi bir hayıflanma değil, bu mantıksız olurdu. Ben bu olayı kendime yakın bulduğum için şunu daha kolay öğrenebildim mesela: İnsanların oldukça kolay bir şekilde büyük maddi zenginlik elde edebileceğini veya aynı hızla madden fakirleşebileceğini.

Büyüyen Sakal

Bugün 2013’de bir solukta yazıp sonra tamamlamadan bıraktığım bir öykümü sizlerle paylaşacağım. Bitirip de paylaşsam daha iyiydi ama, belki de birkaç yorum ve eleştiri umuyorumdur içten içe, ben de bilmiyorum ama paylaşmak istiyorum bitmemiş olsa da.

BÜYÜYEN SAKAL

Dündar aradı bugün, hanımlar konuşmuş, müsaitseniz akşam ailecek sizdeyiz diyor, hayhay müsaitiz üstat dedim. Dündar bizim bakanlıkta benim gibi memur, üst katta başka bir kısımda çalışır. Sakardır da biraz, zaten bu sayede tanışmışızdır; bir öğle paydosunda yemekhanede yanımdan geçerken üstüme kadınbudu köfteleri düşürmese herhâlde tanışamazdık. Sonrasında kırk defa özür dilemeler, verin pantolonu kuru temizlemeciye vereyim diye ısrar etmeler, ben “Yok ya hu, olur böyle şeyler gerçekten gerek yok,” dedikçe yeni pantolon almayı teklif etmeler… Amirler, müdürler masasında da değilim hâlbuki, onun gibi sıradan memur olduğum belli. Hakperverdir yani, mahçuptur hep, dürüsttür de, hasılı iyi adamdır. Sonra tanışıp konuştukça ailecek görüşür olduk, hanımlar tanıştı, çocuklar tanıştı… Varı yoğu, kıblesi kâbesi ailesidir Dündar’ın. Hovardalık nedir bilmemiş, içkiyi birkaç kere arkadaş zoruyla tatmış, kendini hep müstakbel ailesine saklamış gençliğinde. Tabii böyle adamların çoğu gibi kızlardan yana şansı yaver gitmemiş, tanıştıklarına nasıl davranacağını bilememiş, kısmetleri bir bir elinden kaçırmış. Ailesi de kız bulamamış çünkü annesi Dündar 17’sindeyken rahmetli olduğundan, babası da kız bulma konusunda kabiliyetsiz olduğundan 32’sine kadar yalnız başına beklemiş durmuş evinin kadını olacak kişiyi. Teyzesi Yalova’dan beş vakit abdestli namazlı bir Muhacir kızı bulmasaydı daha 42’sine kadar evde kalırdı bana sorarsanız. Yenge hanım, kendisi duymasın ama, öyle pek güzel değildir fakat kendisi de bunun farkında olduğundan olacak, bu eksikliğini hamaratlığıyla, ahlâkıyla, geçinmesini bilmesiyle örtmesini bilmiş. O da kendisini hep “düzgün” bir adama saklamış, Dündar’la nişanlanana kadar üç kere nişan bozmuş, gerekçesi ise taliplerini “düzgün” bulmamasıymış. Bizim hanım söyledi, nişanlardan birini adamın bir kere sarhoş olduğunu duyunca bozdurmuş. Bana kalırsa yenge hanımın bu titizliğinin altında, anasına çok çektirip onu boşadıktan sonra da gidip başkasıyla evlenen alkolik babasının hatırası yatıyor. Dündar’ı bulunca tıpkı Dündar gibi o da sonunda hayallerine kavuşuyor, ailesine dört elle sarılıyor. Parada pulda gözü olmamış hiç, kanaatkâr olduğundan gül gibi geçinip gidiyorlar. Biri kızacak olsa diğeri yatıştırıyor onu, böyle böyle kavgasız gürültüsüz geçinip gidiyorlar. Bana kalırsa bizim hatunun da bu kadından birkaç şey öğrenmesi lazım. Geçen gün, beni Facebook’tan bulan lise arkadaşım Ankara’ya gelince Gölbaşı’nda bir iki tek attım diye iki gün surat astı. Bu yaşta adamın Facebook’ta ne işi olurmuş, liseden arkadaş içelim dedi diye eve gece 3’te gelinir miymiş… Çocuklara da yansıtmış, bizim büyük oğlan eve geldiğimde odasına kapattı kendini, küçüğü annesinin dizinin dibinden ayrılmayıp bana garip garip baktı. Şimdi televizyonda bir “kötü baba” çıkınca bir garip oluyorlar, kanalı değiştirtmek istiyorlar. Neden? Çünkü bizimki ben eve gelmeyince kardeşini arıyor, iki saat telefonda benim dedikodumu yapıp günahımı alıyorlar, e tabii çocuklarda bu konuşmaları, bu yakınmaları, şikâyetleri duyuyor, beni karılarla gezip tozan hayırsız bir herif sanıyorlar. Neyse, düzelir çocuklar da, bizim hanım düzelmez. Pireyi deve yapar, felaket tellalıdır, eli maşalıdır; bu üç özellik bir arada bir insanda bulunursa, bir bilenden size tavsiye, fersah fersah kaçın. Ben kaçamadım, kaderimmiş dedim çekiyorum; açıkçası, biraz delidir ama seviyorum da hani…

Dündarların çocukları ise bu tip şeyleri hiç bilmezler ama bana kalırsa onların küçük oğlan alkolik dedesine çekmiş, Dündarlara çok çektirecek, inşallah yanılırım.

***

Dündarlar akşam geldiler, sofralar kuruldu kaldırıldı, meyveydi oydu buydu derken bizim karnımız yine şişti, çaylar ve kek geldi bu sefer. Evlendiğimizden beri on sekiz kilo almışım, bizim hanım da almış başını gidiyor, sonumuz ne olacak bilmiyorum. Dündarların ufaklık yere oturmuş ellerini kocaman kocaman açarak bizimkilere bir şeyler anlatıyor. Benim de dikkatimi çekince Dündar güldü, bu haftasonu sinemaya gitmiştik de dedi, onu anlatıyor. İyi yapmışsınız dedim, gülümsedim, o da gülümsedi. Sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi suratına bir şaşkınlık ifadesi düştü ve “Ya, ne oluyor biliyor musun? Ne zaman sinemaya gitsem, çıkınca insanları minik minik görüyorum. O dev perdedeki her şey de sanki daha da büyük oluyor,” dedi, “Bu durum salondan çıktıktan sonra beş on dakika sürüyor.” Ben cevap verdim:
“Bana da oluyor o, sanırım miyop olduğumuzdanmış, birisine sormuştum da o demişti.”
“Doğrudur, doğrudur,” dedi. Duraksadı, kanepenin kenarındaydı dirseği, diğer eli de dizine dayanmıştı, gözleri yere doğru daldı, birkaç saniye öyle donmuş gibi kaldı ve sonra söylenir gibi “Bilir misin,” dedi, “Ahmed bin Üftade Halfetiî hazretleri vardı bir, ne mübarek adamdı, o olmasa ben böyle olamazdım,” dedi.

Bu isim bana tanıdık geldi, bu sefer ben duraksadım. Nereden tanıdık gelmişti bu isim bana? “Kim dedin?” dedim, “Ahmet bin Üftade Halfetiî hazretleri,”dedi. Allah Allah, bir yerden biliyorum bu ismi ama… “Bilir misin,” dedi, “mübarek oturduğu yerde büyürdü, Hak Teala kendisine bunu ihsan etmiş, bizleri uyarsın diye hem sözleriyle gönüllerimizde, hem de bedeniyle gözümüzün önünde büyürdü. İşte sinemada yaşadıklarımı sana anlatınca onu anımsadım şimdi, şimdi kim bilir nerelerde, kimleri irşad ediyordur…”

Bedeniyle büyüyen deyince bende şafak attı, bahsettiği hazreti hatırladım ve kahkahayla gülmeye başladım. Dündar şaşkın şaşkın suratıma bakıyordu “Ya gülmesene, vallahi de billahi de adam büyüyordu. Mübarek insanlar bunlar, gülmek iyi değil,” dedi. Onun mübarek demesiyle gülmemin şiddeti arttı, göbeğim sallanmaya başladı, çay elimden düşecekti neredeyse. Çayı sehpaya koydum ve “Dündar, bu dediğin adam böyle kara sakallı, sarıklı, iri yarı, cübbeyle gezen biri değil mi?”

“Sakalları kırdı ama diğer dediklerin doğru.”
“Bu adam karanlıkta, kendi özel kabininde sohbetler verir miydi?”
“Evet?..”
“Ya hu, ermişe dervişe ben de inanırım da, bu dediğin adam şarlatanın tekiydi ya hu!”
“İftiradır iftira, gözümle görmesem kerâmetini neyse ama, çok mübarek bir zât.”
“Öyleyse iyi dinle bak şunu,” dedim. Hanımlar da sustu, anlatacaklarıma kulak kesildiler. Onlara başımdan geçen şu olayı anlattım…

***

Yılı unutamam, memuriyete atanma tarihim, 1987. Fatih’teyiz, eski müstakil evde dedemlerle beraber kalıyoruz. Feci bir kış var, evimiz Alipaşa camiine yakın, dedem beş vakit namazını orada kılar. Cuma günü daireden eve geldiğimde mutfağa uğradım, babannem ve annem “Çok mübarek adammış,” gibi bir şeyler konuşuyorlar, mutfağa girerken “İşte mübarek adamınız da geldi, hayırdır?” dedim gülerek. Onlar da güldü ve babannem “Aman oğlum, Pazar günü mutlaka dedenle sohbete git, evliya-ı kiramdan bir adam buraya gelip yerleşmiş, bir süre kalıp gidecekmiş, bu fırsat bir daha gelmez, bu devirde öyle mübarek adam bir daha zor bulunur,” dedi. Ben kafamı hızlı ve hafifçe iki yana doğru sallayıp neden bahsediyor diye soran gözlerle anneme baktım, annem biber doğramaya tekrar döndü ve “Bursa’dan bir evliya gelmiş, deden camide konuşulurken duymuş da.”

“Bizim mahalleye mi gelmiş? Niye gelmiş?”

Babannem cevap verdi soruma, “Niyesi var mı oğlum! Böyle adamlar kendi keyiflerince gezmezler, vardır bir hikmeti, gidince kendin öğrenirsin.” Diye bana biraz çıkıştı. Hayırdır inşallah dedim ve içeri geçtim, babam daha gelmemiş, dedem divana oturmuş tesbih çekiyor, pencereden sokağa bakıyordu. Selamünaleyküm dede dedim, aleykümselam deyince sordum, “Ya hu dede, mutfakta bizimkiler bir evliyadan bahsetti, hayırdır?” dedim. “Hayırdır oğlum, hayırdır, pek mübarek bir zât imiş, Halep mi, Eflak mı, Halfeti mi öyle bir yerdenmiş aslen. Mısır’da, Şam’da, Bağdat ve Hicaz’da en büyük âlimlerden ders almış, en sonunda 999 gün bir mağarada riyazete girmiş, çıktıktan sonra da halkı irşad etmeye başlamış. Her gittiği yerde pek çok mucizeler olmuş, bu devirde böyle hoca bir daha bulunmaz, Pazar günü ilk sohbetini yapacakmış, beraber gideriz,” dedi. Yemekten sonra babam geldi, evliyanın haberi ona da verildi ama pek ilgilenmedi, çalışmaktan imanı gevrediğinden olacak, dinî sohbetlere olan ilgisi azalmıştı herhâlde.

Pazar günü geldi çattı, mahalleden herkesin dilinde Şeyh Ahmed bin Üftade Halfetî hazretleri var, herkes meraktan çıldıracak. Yatsıdan sonra sokaklardan üçerli beşerli gruplar hâlinde insanlar bizim üst sokağa, Şeyh’in bulunduğu dört tarafı duvarla çevrili eski konağa akın etmeye başladı. Biz erken geldiğimiz için bahçe kapısının önündeyiz, kapı açık değil, kimse de cesaret edip açamadığından herkes bize bir şey soruyor bildiğimizi düşünerek. Bekleme uzadıkça merak ve heyecan da artıyor, arkada ayrı bir grup oluşturan yaşlı kadınlar şimdiden dualara başlayarak az sonra yaşayacakları irşad olayına kendilerini hazırlıyorlar. Çoluk çocuk getirilmemiş, Şeyh’e saygısızlık edilmesinden korkmuşlardır ama bir süre sonra alışıp onları da getirirler bana kalırsa. En sonunda bahçenin demir parmaklıklı kapısının önüne, kafasında Mevlevî dervişiyle medrese talebesi sarığının arasında garip bir sarık bulunan bir genç yaklaşıyor. Açık kahverengi cübbe giymiş, elinde bir defter, bir kâğıt, kapıya yaklaşırken ileri de bakmıyor bize de bakmıyor, iki üç adım önünü görecek şekilde yere doğru bakıyor. Gencin yaklaşmasını görenler arkalara haber verdikçe kalabalıktan bir uğultu yükseliyor, herkes geleni görmek veya içeri alınmak için kapıya daha çok yaklaşıyor, biz dedemle neredeyse kapıya yapışacağız. Adamcağız ezilmesin diye sağ elimle demir kapının parmaklıklarını tutup kolumu dedemin sırtına getirdim, sırtıyla kolum arasına boşluk koymaya çalışıyorum ki arkadakiler yüklenemesin ona ama nerede, hem benim kolum, hem de koltuğumun altındaki dedem eziliyor. Kapının tam önündeyiz biz, adam kapıya birkaç adım kala durup bize bakınca artık dayanamayarak “Aman aç kardeş, eziliyoruz vallahi,” dedim. Adamsa o kadar sakin, rahat ve ağır görünüyor ki, gerçekten ezilsek umurunda olmayacak sanki, sağ elini göğsüne götürdü ve sesini yükselterek öyle bir “Esselamüaleykümverahmetullaaaah” çekti ki, ön taraftakiler duyunca sesleri de hareketleri de kesildi, arkadakiler de önde olanlardaki garipliği görünce selamı duymadılarsa da birden durdular, bir sükûn hâkim oldu kalabalığa. Kısa süren şaşkınlık ve sessizlik, zincirleme bir “vealeykümselamverahmetullahi” başladı. Değil kapıdan geleni, kapıyı bile göremeyen ve duvarın bir dibinde toplanan kadınlar da selamı almaya başlamıştı, içlerinde birkaçının coşup ağlamaya başladığını duydum. Selamdan sonra ben susup adamın kapıyı açmasını beklerken adam demir kapının tam karşısına geldi ve yine sakin sakin durdu. Demir kapı çift kanatlı, eski, kocaman bir kapı. Kapının öbür yanı büyük bir bahçe, bomboş, bir girsek rahatlayacağız ama açmıyor adam. Bu konak ise yıllardır kullanılmıyor, sahibi de Sarıyer’de eski bir ailenin yaşlı başlı varisi derler. Ben onların bu konakta ne işi olduğunu merak ediyorum ama şu an tek düşündüğüm şey kapıdan içeri girip arkamdaki kalabalıktan kurtulmak.

Genç adam “Ey cemaat-i müslimin!” der demez herkes pürdikkat onu dinlemeye başladı, şimdi kalabalıktan çıt bile çıkmıyordu, sinek uçsa vızıltısı duyulurdu. Adam devam etti, “Hocamız, Allah’ın aciz kulu, fakirullah ü hakirullah, Ahmed bin Üftade mahallenizde ilk dersi bu akşam verecek. Lakin bu dersten her bir müminin istifade edebilmesini canıgönülden istiyor. Bu sebeple biz sizlere yer hazırladık fakat yerimiz kısıtlı olduğundan sizleri sırayla almak zorundayız. Dinimübinimiz gereği beylerin hanımlardan önceliği varsa da yatsıdan sonra fazla beklemelerini hocamız uygun bulmadığından bugün hariç bundan böyle önce mümine kardeşlerimize akşam saat sekizde ders verecektir, ancak ki bir saat sonra mümin kardeşlerimizi içeri kabul edecektir. Eğer hâlâ bekleyen kalırsa da bir saat daha sonra onlara ders verecektir. Bu sebeple ben şimdi derse gireceklerin isimlerini kaydedeceğim ki karışıklık olmasın.” dedi. Kayıt denilince ben korktum, yeni memur oldum ve ismimi o deftere yazdırmayı ne olur ne olmaz diye sakıncalı bulduğumdan sahte isim vereceğim, vereceğim ama yanımda dedem var, ona ne diyeceğim? Allahtan adam ilkin dedeme sordu, dedem adını söyleyince kapıyı açtı ve bundan sonra öne doğru akın edenlerden diğerlerinin adını kaydederek içeri almaya başladı, beş altı kişiden sonra dedemin duymayacağına kanaat ederek genç adama iyice sokuldum ve “Yusuf Yakuboğlu” dedim, adam şöyle bir baktı bana, sonra ismimi yazdı ve diğerlerinin ismini sormaya devam etti.

*Siyah perdeyle çevrilmiş sahne alanı ve düzeneği anlatılacak*

*Şeyhin mahalleden gezip hediyeleşmesi ve çevre edinmesi anlatılacak*

Şeyhin ünü kısa zamanda İstanbul’a yayıldı. Son model arabalar mahallede görülmeye başlandı. Söylentiye göre, geceleri devlet erkânından da bazı büyükler şeyhe uğrayıp feyzinden feyizlenir olmuşlar. Mahalleliye kalsa, Başbakan, bakanlar ve her yönetici şeyhe uyup dinlese, bu eşsiz âlime hak ettiği saygıyı gösterip aklına uysa ülkede hiçbir sorun kalmazmış. Zaten, geçenlerde falanca hayırlı kanunu da meclisten bir vekile şeyh söylemiş, falanca iş neden öyle, böyle vekillik yapılmaz diye dillere destan gazabıyla koca vekili azarlayınca vekil ezilmiş, büzülmüş, sonra ağlamış da ağlamış, şeyhin elini öpüp geri geri odasından çıkınca derhâl Ankara’da mecliste o yasa tasarısını verdirtmiş. Talebeler fısıldıyor böyle haberleri, sonra kulaktan kulağa abartılarak yayılıyor. Yine mahalleliye kalsa, böyle bir evliya şu devirde peyda olmuşken dünya milletlerinin hepsi ona uysa ne savaş kalırmış ne hastalık ne açlık, ama tabii kâfirler de o feraset ne gezermiş…

Bir de şeyhi rüyasında görenler var, şeyhi rüyasında görenin yüzünde ertesi gün güller açıyor, cennetle muştulanmış gibi hafifliyor. Rüyasında şeyhi gören başkaları da var ama şeyh rüyalarında onlara kızmış oluyor ve ertesi gün şeyhin kapısının dibinde bitip af diliyorlar ondan, suçları nedir onu da bilmiyorlar ama bir hataları olduklarından emin olduklarından, şeyhin kendilerini affetmesini, doğru yolu göstermesini istiyorlar. Şeyh de onların başını bir kedi yavrusu gibi okşayıp günahlarını itiraf ettiriyormuş, fakirlere sadaka vermesini, parası yoksa

*İyi olayların şeyhe, kötülerin şeyhe yapılan yanlışlara bağlanması işlenecek*

*Şeyhin sahne dedikodusu duyulunca bir gecede kayıplara karışması anlatılacak*

* Baş karakterin düzeneği görüp kimseyi inandıramamasıyla bitirilecek ve evine gittiği arkadaşı da inanmayacak. O günden sonra aralarında bir soğukluk olmasıyla öykü bitirilecek.*

 

Bir monarkın günlüğü…

Bugün, eskiden yazdığım seçimlerle ilgili bir yazının sonuna eklediğim bir kurguyu sizlerle paylaşacağım. Beş sene evvel, 2010’un başında yazmışım. Bir dergide yayımlanmak üzere hazırladığımdan kısa tutmak zorunda kalmıştım, yer sınırlıydı çünkü ve yazının önceki kısmı bu kurgunun iki misliydi zaten. Ha, neden mi yayımlanmamıştı? Baya yere çaktığım için, bunu yayımlarsak olumsuz olur demişlerdi… Neyse, buyrun siz okuyun, işte “Bir Monarkın Günlüğü”.

Taçsız Kral Olmaz

Sevgili Günlük,

Biliyor musun, bugün çok ama çok heyecanlıyım; taç giyme törenim var. Başvezir ve başdinadamı bana rahmetli pederimin peleriniyle birlikte mabedimizde taç takacak. Kral olunca ilk işim kendime daha güzel bir taç yaptırmak olacak. Bu taçta yeşim taşlarıyla sitrinin bir arada kullanılması hiç olmuş mu? Eminim, bizim kuzeydeki komşularımızla sorun yaşamamıza bu taç sebep olmuştur, bunu babamın kafasında gören elçiler kim bilir ne kadar küçümsemişlerdi zavallı babacığımı… Rahat uyu baba, senin düştüğün hatalara düşmeyeceğim! Her zaman şık ve gösterişli olacağım!

Yalnızlık Tanrımıza Mahsus, Monogami ise Fakirlere 🙂

Geçen gün bir kıyı ülkesinden getirdiğim fıstığı görmelisin Günlük, bir içim su. Kız 16’sında daha. Askerlerim keşif yaparken bulmuşlar ve kız çok güzel olduğu için kimse paylaşamamış, kızı âmirine kaptıran herkes, kapan kişinin bir üstündekine haber uçurmuş. Böyle böyle, kıza kimse el süremeden bana kadar gelmiş oldu kız.

Sanatın da Bi’ Sınırı Olmalı!

Bilim ve sanatla uğraşanları destekliyorum, ama içlerinden bir şair çok sivri dilli, kendine yaşam hakkı verdiğimi düşünmeden alttan alta bana bile laf sokuyor eşşolusu… Bilimcilerden biri ise keşfettiği şeylerin yeni silah yapımında kullanılmasını istemiyormuş. Hiç olacak iş mi bu! İşime yaramayan bilimi ben ne yapayım derdim ama o zaman kırılıp iyi çalışamaz belki. Biraz dindarmış, ona en büyük din adamını göndererek kâfirleri yok etmenin faziletlerinden bahsettireceğim. Umarım fikrini değiştirir, yetenekli çocuk vesselam.

Yer mi Bunları Bavyera Çocuğu!

Doğu komşumuz bana elçi gönderdi ve on sene boyunca savaşmayalım teklifini iletti. O, bu aralar çok zayıfladı ama benim askerim gürbüz, silahlarım bol ve kasam ise dolu, bu teklif bana pek uygun görünmüyor. Onun topraklarındaki nehrin bittiği yerlerde müthiş buğday, arpa falan oluyor anasını satıyım, bize pahalı pahalı satıyorlar… Ben şimdi diyorum ki, bu elçiyi umutlandırıp göndereyim ve hemen savaş hazırlığına başlayayım. Hiç beklemedikleri bir anda saldırırız, yer misin yemez misin, heh heh he! O salak kral istiyor ki, bu güçsüz zamanında benden emin olsun ve kendini rahat rahat toparlasın, yer miyim ben bu ayakları be!

Utanmaz Vatan Hainleri!

Manitalardan birinin adı çıkmış, ben yüz vermediğimden beri elden ele geziyormuş güya, Saray’ı cümle âleme rezil edecekler… Dedikoduya karışanları da, dedikoduyu çıkaranları da, dedikodu edenleri de astırdım. Hâlâ çok kızgınım, elim ayağım titriyor şu an biliyor musun Günlük? Öyle bir cezalandırdım ki onları asmadan önce, bir daha bana madik atmayı kimse hayal bile edemesin… Şerefsiz vatan hainleri!..

Sanatçılar Bazen Özgür Bırakılmalıdır

Bugün keyfim çok yerinde, kıpır kıpırım Günlükcüğüm. Bizim ortanca vezirlerden biri var, ismi lazım değil şerefsizin, neyse işte bu son zamanlarda gözüme çok batmaya başlamıştı; gelirlerini arttırmış, askerlerini ve nüfuzunu çoğaltmıştı ve bana böyle daha bi’ fazla fikir beyan edebilmeye başlamıştı ve üstelik diğer vezirler falan da hoşlanıyordu bu heriften. Gıcık oluyorum namussuza! Ama bak işte, Tanrı’nın sevgili kulu olduğum için ve Tanrımızın da sopası olmadığı için ne oldu: Meğer bu vezir güneydeki topraklarından ek vergi almaya başlamışmış, haberim bile yok benim tabii, neyse efendim, meğerse o topraklarda hani sana şu geçen gün bahsettiğim şair vardı ya, hah işte onun ailesi mi ne varmış. Şairin ailesi resmen dara düşmüş tamam mı, vergiler falan çok, e bi de kuraklık olmuştu bu sene orada. Neyse. Bu şair de saray bahçesine bu veziri eleştiren çok komik bir şiir yazmış, bana da getirdiler, altıma sıçtım gülmekten ya! Kalemi çok kuvvetli ve zehir gibi kafa var şerefsizde. Bizim vezir bunu cezalandırmak istemiş, bırakır mıyım, özgürlük falan filan diye aldım hemen himayeme ve ailesi için de maddi yardımda bulundum. Usulen de kulağını çektim, daha doğrusu öyle göründüm. Vezirin karizma ise yerlerde… Ben keyifli olmayayım da kim olsun…

Tebaamdaki Korkaklar Beni Deli Ediyor!

Bizim ülkenin doğu sınırındakiler savaş hazırlıklarına uyanmışlar ve savaş istemediklerini falan gevelemeye başlamışlar. Öncelikle, bu savaşmaktan korkan alçak rezillerden birkaçını ibret olsun diye cezalandırttım. Sonra ise bölgeye din adamlarını göndererek savaşın faziletlerinden falan bahsettirdim ve ayrıca savaştan kaçanlara da ölüm cezası getirdim. Ben o alüvyonlu ovaları o namussuz krala bırakır mıyım be! Bunun için savaşacaksın kardeşim! Sanki senin oturduğun topraklar bize dededen kaldı, onları da savaşarak aldırdı benim atalarım, o zaman itiraz etmemişsin ama, uyanık! Bu sınırdaki tebaam çok salak, savaşı büyük ihtimalle kazanacağız ve ben o deltaya onları yerleştirektim, ama yok, bana bunu yaptılar ya, batıdan birkaç bin aile getirip oraya yerleştireceğim, doğudakiler de eski yerlerinde kalsınlar, kapak olsun bu doğudakilere!..

Sanat “Bizim” İçindir

Şu bizim şaire ilk başta kızmıştım ama tabiatı uysalmış aslında, arada bi muhabbet falan ediyoruz, bana karşı sivriliğinden eser yok, pamuk gibi… Şimdi doğudaki cepheye kahramanlık şiirleri falan da yazıyor, bunu okuyan askerler de feci gaza geliyormuş ki sorma gitsin. Ben bile okuyunca cepheye gidesim geliyor ama öyle ufak tefek savaşlarla uğraşamam, dizim de ağrıyor hem bu aralar…

Bazen sadece yazıp silersin…

Dün birkaç yazı yazmıştım ve sonra hepsini silmiştim, zaten kısa şeylerdi. Yazıları beğenmemiştim, canım sıkılmıştı yayımlamayı düşündüğümde boş ver demiştim. Bu bana bir şeyi hatırlattı ve bir şeyi de gösterdi.

Hatırlattığı şey, buradaki yazılarımda beğeni kaygısı gütmediğimdi. Doğru. Öyleyse neden beğenmediğim yazıları yayımlamadım? Çünkü kendim beğenmedim, yani ne gerek var dedim.

Gösterdiği şey ise, bazen düşüncelerimi yazmak, bunları zihnimde yazı aracılığıyla bir düzene koymak bile bana yetebiliyor. Hepsi bu. Yaz, sadece yaz, yayımlamana gerek de yok. Bu tabii blog mantığıyla çeviriyor ama blogun içimi gösteren büsbütün şeffaf bir katman olmasına da gerek yok belki.

Sonuçta, yazı yayımlamak zorunluluğu taşımamak ve yayımlayınca beğendirme zorunluluğu taşımamak ve bir yazı yazınca yayımlamamak, hepsi benim isteğime bağlı ve bu çok rahatmış.