Sen ağa, ben ağa; bu ineği kim sağa?

Kapitalizmin, insanlık olarak bugüne kadarki küresel ekonomik modellerimiz arasında insanoğlunun en başarılı modeli olduğuna kuşkum yok. Her geçen yıl, başarı süresi biraz daha uzuyor üstelik. Öte yandan, sürekli söylenen, kapitalizmin biteceği masallarına, en azından yakın zaman için, pek itibar etmiyorum.

Kapitalizmin sorunları yok mu? Çok. Hatta en büyük sorunu, tuvaletleri kimin temizleyeceği, yani en istenmeyen, en sıkıntılı işleri “kimlerin” yapacağı konusu ve buna bağlı olarak yarattığı sınıfsal sorun. Kapitalizmin biteceği söylemleri ise, bu sınıfta veya biraz üstünde veya hadi diyelim orta sınıflarda yer alanların, farkındalığının artmasından ibaret olup ilk kez yaşanan bir olay değil ve kapitalizm bu virüsünden uzun bir süre daha sıyrılacak gibi.

Kapitalizm, tuvalet temizleyenlere, en istenmeyen işleri yapanlara zorunluluk duyan bir sistem olduğu için kusurlu. Herkes kendi tuvaletini temizlemediği, istenmeyen özellikle konvansiyonel işleri de kendi yapacak bir ahlak anlayışı da yakın zamanda gelişmeyecek gibi. Belki teknolojik gelişmeler insan emeğine olan gereksinimi azaltabilir ancak yok edemez gibi, şimdilik.

Kapitalizm yaşamak için en alt kesimdeki insanlara muhtaç olduğuna göre, bu insanların sürdürülebilir olmasını da sağlamak zorunda. Örneğin çok değil, daha yüz hatta elli yıl önce köyünde kendi hâlinde yaşayan bir ailenin yaşamını devam ettirmek için çok şeye ihtiyacı yoktu ve bunları bağımsız olarak elde edebiliyorlardı. Yetiştirdikleri ürünleri takas ederek besin çeşitliliklerini de artırıyorlardı. Ancak şimdi, neredeyse tüm çiftçiler küresel ekonomik sistem yüzünden bağımsızlıklarını ve takas güçlerini büyük oranda yitirdikleri gibi, medya ve sosyal medya yüzünden tatminsiz olmakta. Bu da onları devasa makinenin bir dişlisi olmaya itmekte veya çaresizce bunu kabule zorlamakta. Kapitalizm, kendi hâlinde köyünde oturan bir insanı, şehirde alelade bir servis elemanı veya başka bir “işçi” yaptığında, kabaca o kişinin “üretkenliği” 30 kart artmakta, buna karşın mutluluk ve tatmin seviyesinin, stres ve sağlık düzeyinin ne olduğu hakkında ciddi sorun işaretleri yaratmakta.

Superman ya da Spider Man gibi, “kostümlü, zamanla sınırlanmış” işçilik bu yüzden övülür, özendirilir. Kimilerince karşı çıkılan işe yabancılaşma, kapitalizm tarafından zaman zaman özellikle yaratılmak istenir. Akşama kadar başkalarının bokunu temizlemek ya da sokakları süpürmek kolay olmadığına göre, buna “sadece bir iş” olarak bakabilmek meziyeti hem teoride kişinin ruh sağlığına iyi etkide bulunabilir hem de sistemden hoşnut olmayanların sayısını azaltabilir. Bu kostümlü işçilik sayesinde mesainiz bittiğinde “geri kalan herkes gibi yaşayabilir” olduğunuzu size satmak, size bunu inandırmak ister. Bizimki gibi tam gelişmemiş ülkelerde mesai kavramıyla ilgili sorunlar devam ettiğinden bu mümkün değilse de gelişmiş, zengin ülkeler bu kısmı da başarmış görünüyor. Sabah çöpçü, akşam beyefendi yahut gece tuvalet temizleyicisi gündüz hanımefendi modeli en azından görünürde işliyor. Kısıtlanmış ve denetlenen mesai kavramı, toplumsal yaşamı belli bir düzeyde tutmayı sağlayan ücretler ve sosyal toplum politikaları bunları sağlıyor. Üstelik, eşeğin önüne tutulan havuç gibi, “kişinin isterse her şey olabileceği” sanrısı da pazarlanıyor, hadi bu olmadı en azından yükselebilir deniyor. Aslında, bu sıklıkla da oluyor, itiraf etmek gerekiyor ki, kapitalizmin insan üretkenliğini olağanüstü artırdığı bir başka nokta da aslında bu becerisinde saklı. Bu “üretkenlik” her zaman sömürü gibi kötü sonuçlar doğurmuyor, her kesimden insanın insanlığa ilginç katkılar sağlamasına veya kendi adına dişlinin daha üst bir konumunda yer almasına da yol açıyor.

Office 2010 Ürün Anahtarı Etkinleştirme Sorunu Çözümü

Bilgisayarımdaki Office 2010’a yıllar sonra ürün anahtarı (product key) aldığımda bir türlü satın aldığım anahtarı etkinleştirememiştim. Sürekli “The setup controller has encountered a problem during install. Please review the log files for further information on the error.” Kurulu olan Office 2010’u silip anahtarla birlikte verilen adresten tekrar indirip kurmama rağmen bir türlü eski ve geçersiz anahtarı silememiştim. Bir saat kadar araştırmama rağmen bu soruna tam bir çözüm bulamamıştım. Daha sonra, aynı sorundan ötürü, deneme sürümü veya korsan sürüm kullanıp da sonra ürün anahtarı satın alan ama bunu giremeyen birinin, Microsoft’tan telefonla destek alarak nasıl çözdüğünü öğrendim. Oldukça kolaymış.

Registry kayıtlarından eski ürün anahtarını içeren klasörü tamamen silmiş. Benzer bir sorun yaşayan olursa sırasıyla yapması gerekenler:

  1. Windows tuşuyla birlikte R tuşuna basıp açılan pencerede “regedit” yazın (tırnak işaretleri olmadan).
  2. Ardından HKEY_LOCAL_MACHINE\SOFTWARE\Microsoft\Office\14.0\Registration\ klasörünü bularak “Registration” isimli eski ve bir türlü silemediğiniz ürün anahtarının bulunduğu klasörün tamamını silin. Office 2010 kullanan biri için bu klasör 14.0 yazan yerin altında oluyor. Sürüme göre bu sayı değişiyor. Benimki 14’deydi.
  3. Office programlarından birini açıp yeni ürün anahtarınızı girin. Hayırlı olsun, yasal ve geçerli ürün anahtarınızla Office 2010 kullanmaya devam edebilirsiniz.

Gerçi, çevremdekilerin tavsiyei, Office 365 kullanmak veya Google Docs ile işleri çözmek. Evet, bunlar da iyi alternatifler ama benim için hâlen çevrimdışı çalışmak önemli. Dilerim benzer sorunu yaşayan birine yardımcı olabilirim.

10 Günlük Çalışmayla 1322 ABD Dolarını Nasıl Kazandım

Son yazdığımda yazıda, Money Whale adı verilen bir oyun aracılığıyla para kazanılıp kazanılamayacağını ele almış ve bu deneyimi başkalarıyla da paylaşmıştım. Geçen ayların sonunda, 10 dolarlık ödemeyi almış ve sonrasında da oyunu oynamayı bırakmıştım. Temel soru, akıllı telefonda gereksiz harcanan zamanın paraya çevrilip çevrilemeyeceğini görmekti ve ilgili oyunla anlamlı bir kazanç sağlamanın çok zor olduğunu görmüştük.

Bugün, evde boş vakti olan bilgisayarlı internet kullanıcılarına internetten anlamlı şekilde nasıl para kazandığımı kısaca anlatacağım. İçinde bulunduğumuz zor dönemde, alternatif çözüm yollarına her zamankinden daha fazla ihtiyacı olan bir toplum olduk. Özellikle gençlere tavsiyem ellerinden geldiği kadar çok çalışıp yararsız uğraşlar yerine sürekli ilerlemeleri ve girişken olmalarıdır.

ClickWorker, Amazon Mechanical Turk, One Forma vb. siteleri araştırın. Burada, internet üzerinden kolayca yapabileceğiniz mini görevler aracılığıyla USD üzerinden kazanç elde edebiliyorsunuz. Ancak, ne yazık ki, bu kazançlar pek anlamlı düzeyde değil. Henüz mini işler yapmadım ama ücretlendirmeye bakınca bunu kolayca görmek mümkün. Öte yandan ben ise, bu sitelerden birine üyeydim ve birkaç ay önce Türkçe bir projenin duyuru postası mailime gelmişti. Kazanç, standart görevlere nazaran çok daha anlamlı hatta dolgundu. Boş zamanlarımda ve daha sonraki boş bir dönemimde de bunu denemeye karar verdim.

İlk etapta bir hafta içerisinde günde 2-3 saatimi ayırdım. Bu süreci toplamda 3 çalışma günü kabul edebiliriz. Ardından, daha yoğun bir çalışmayla bir haftada bin küsur USD kazancı hesabıma aldım. Yalnızca bu projedeki çalışmadan gelen paranın görselini koyuyorum. Proje devam ediyor ancak vakit olmadığından giremiyorum. Ne yazık ki projeye daha ilk ayın sonunda yeni katılımcı-çalışan almayı kapatmışlardı yani yeni biri olarak kaydolamıyorsunuz bu iyi ödemeli işe.

Kendi kendine İngilizce öğrenmiş biri olarak, İngilizcem yeterli düzeydeydi ve zaten artık çeviri programları da yardımınıza yetişebilir. Projenin çevrimiçi toplantısı olduğunda da katıldım ve toplamda 150-200 kadar Türkiye’den çalışan olduğunu gördüm. Zaten işin bütçesi de sanıyorum yıl sonuna kadar 100-150 bin USD civarıydı (biz çalışanlara verilecek olan). Görev de oldukça basitti ve ayrıca internet arama sonuçlarıyla ilgili yapay zeka eğitimi gibi bir şey olduğundan da etik bir doyuma da ulaşabiliyordunuz. Fazla detay vermem ve projeyi ifşa etmem yasak, bu nedenle daha fazla detay paylaşmayacağım ancak kendinizi ufak ufak geliştirirseniz evinizde bile küçük kazançlar elde edebilir, ben ve diğer birkaç yüz kişi gibi şanslıysanız da iyi ödemeli bir proje başlangıcını yakalayıp kat ve kat fazlasını kazanabilirsiniz.

Paranızı alırken, Payoneer çok cüzi bir kesintiyi, kur üzerinden yapıyor. Mesela dolar 8,7 iken 8,45’den bozuyorlar, gibi. Velhasıl, kendi adıma 10 günlük bir çalışmayla 1322 x 8,5 = 11.237 TL’yi hesabında görmüş biri olarak, sıradan insanın hareketsizliğinden uzaklaşıp bir şeyler için çalışmanızı salık veriyorum. Dil öğrenin, dijital beceri edinin (benim yaptığım iş bilgisayar kullanabilmekten daha fazla beceri gerektirmiyordu ama sizin becerileriniz olursa seçenekleriniz çoğalır). Dünyanın her yerine iş yapabilirsiniz, ama az ama çok, evinizde belki işsiz ve yılgın oturmaktan iyidir.

Çok çeşitli sebeplerden ötürü gençlerimizde yılgınlık olduğunu biliyorum. Bu beni üzüyor ve hepsine, çabalamaktan hiç vazgeçmemelerini söylemek istiyorum. Her güzel şey siz uğruna savaştığınızda gelir ve bu savaşım sizi diri tuttuğu gibi, doyuma ulaşmanızı da sağlar.

Mikro işler konusunda ise özellikle One Forma’yı tavsiye ederim, isteyen bu bağlantıdan kaydolabilir: https://my.oneforma.com/Account/register?referred_by=246669

8 Mart’ın Çiçekçi Kadını Üzerine

Özel günler hem anlamlıdır hem de içi boşaltılmıştır. Özel günler hem güzeldir hem çirkinleştirilir. Ayrıca özel günler en çok vahşi kapitalist şirketlerin istismarına uğrar ve özünden uzaklaştırılır… Özel günler konusu ayrı bir mevzu ama 8 Mart’ı geride bıraktığımız 9 Mart günü, bir şeyler karalamak istedim. Çünkü, ilginç bir haber okudum: Çiçek satan kadının Oxford’da okuyan kızı!

Olayı kısaca özetliyorum: Bir gazeteci, Hatay’da çiçek satarak geçimini temin eden bir kadının kızının bu parayla Oxford Üniversitesi’nde tıp eğitimi aldığını ifade eden bir haber yapıyor, kız da anam bizi böyle okuttu falan, diyor. Bu haberin ajanslara düşmesi ve sosyal medyada yayılmasıyla kızı da annesini de tebrik eden edene… Böyle şeyler olabildiğini biliyoruz, çoook nadir de olsa, ancak yine de gerçek dünyayı tanıyan her insan bu habere inanmakta zorlanıyordu. Oxford’un ilgili eğitimi tek bir yıl için bile yıllık ortalama 30 bin Pound yani bugünkü kurla 322 bin TL ve buna yaşam masrafları dâhil değil, tam burslu bile olsanız ek burs almıyorsanız yaşamak hiç de ucuz olmaz.

Hesap bölümü (meraklısı değilseniz okumadan geçebilirsiniz)

Tek başına perakende çiçek satarak yılda en az 400 bin Türk lirası kazanmanız için ayda 33 bin lira, günde 1100 lira net kâr elde etmeniz ve bunun için de günde en aşağı 3500 liralık çiçek satmanız gerekir, ki tezgâhı sabah 7’de açıp akşam 18’de kapattığınızı varsaysak bu da saat başı 318 liralık satış yapmanızı gerektirir. Üstelik bu satış performansını her gün yakalamanız ve bunu yıl boyu sürdürmeniz gerekir.

Hatay’ın nüfusu 1,65 milyon, ülkemizin kaba ölüm hızı da %0,5 olduğuna göre Hatay’da yılda 9 bin kişi ölüyor. Hatay’daki köy mezarlıklarıyla birlikte toplam mezarlık sayısı ise Büyükşehir sisteminde yaptığım incelemeye göre yaklaşık 500 tane. Dolayısıyla kaba oranla mezarlık başına yıllık 18 naaş düşer ancak uygulamada büyük ve küçük mezarlıklar arasında fark olur. Mezarlık başına düşen mezar sayısıyla ilgili bir veriye ne yazık ki sahip değilim. Merkezî ve büyük mezarlık sayısı zaten daha azdır zaten ve biz bir çılgınlık yapıp Hatay’daki her 5 ölümden 1’inin bu mezarlığa geldiğini varsayalım. Gerçek oran bu olamazsa da bunu doğru kabul edersek yılda 1800 ve günde ortalama 5 yeni naaş bu mezarlığa gelir. Biz bu noktada Antakya merkezdeki Asri Mezarlığı’nın iki girişi olduğunu görüyoruz. Her girişte ve girişe yakın noktada en az iki çiçekçi olacağını düşünelim, bu durumda çiçekçi başına günlük 1,25 naaş düşer. Naaş başına 40 kişi mezarlığa geliyor desek (ne yazık ki ölen ünlü değilse gelenler az olabiliyor, 40 belki yüksek bile kalır) 50 kişi buradan eder, bunu kenara yazalım. Ayrıca, rastlantısal yapılan mezar ziyaretleri ve bayramlardaki mezar ziyaretlerini de eklemeliyiz. Bu ziyaretlerde defin işlemi kadar kalabalık olmadığını biliyoruz ve mezar ziyaret ekibini 5 kişiden kabul edelim ve günde ortalama 10 mezar ziyareti oluyor diyelim, ya haydi bir çılgınlık yapıp günde 50 mezar ziyareti yapalım, hayal kuruyoruz sonuçta. 50 mezar ziyaretine gelen 250 kişiyi de 4 çiçekçiye bölersek 60 kişi de oradan diyelim. Ne etti? Çiçekçi başına en iyi ihtimalle günde 110 kişi tezgâhın potansiyel müşterisi ve biz her 10 kişiden 1’inin çiçek aldığını varsaysak (ben hayatımda hiç mezarlıktan çiçek almadım ama hadi %10 satış diyelim biz).

Günde 10 kişiye çiçek satıyorsunuz demektir. Bu da müşteri başı 350 liralık satış yapmanızı gerektirir (günlük satışın 3500 lira olması gerektiğini tespit etmiştik zaten). Yani, ben çiçekçiye kazandırmak için tüm oranları bol kepçe tuttum, hatta tüm verileri çiçekçiler lehine 2 katına çıkarsak bile o zaman bile müşteri başı 175 liralık satış yapamaları gerekir, her durumda ihtiyaç duyulan müşteri başı satış tutarının ne kadar gerçeküstü kaldığını gördünüz…

Ve şüphe sonucu gerçek ortaya çıkar: Kız Oxford’da okumuyordur…

Nitekim, benim gibi bazı şüpheciler olayın peşine düşerek aslında haberin yalan olduğunu, daha doğrusu, haberle ilgili birtakım şeylerde yanlış bilgi olduğunu ortaya çıkarıyorlar ve hemen akabinde de bu sefer bu durum haber oluyor. Çiçek satan hanımefendinin bir kızı olduğu ve ona para gönderdiği doğru, üstelik anlaşılan kadıncağız kızının yurtdışında okuduğuna da inanıyormuş. Oysa kızımız hem annesine hem gazeteciye yalan söylemiş. Ailesinden para alıyor ve onlardan uzakta yaşıyor ama nerede ne yaptığı bilinmiyor ve Oxford’da herhangi bir bölüm okumadığı da kesin. Evet, kızın küçük (!) yalanı, 8 Mart’ta onu tebrik eden kadınlar korosunun tezahüratlarının boşa gitmesine sebep oldu…

Bir kadının, bir başka kadının, ki o kadın onun öz annesi, zorluklar içerisinde kazandığı parayı bir yalana temellendirerek almasında sevimli bir taraf yok. Basit bir yalan değil. Kızın bu yalanı da artık ulusal medyaya düştü, sanırım ismi cismi de her yerde yazıyor. Oysa bu yaşanan tamamen kadıncadır, tamamen erkekçedir, tamamen insancadır. Bir cinsiyeti kutsamanın mantığı yoktur, bir diğeri de öteki kadar kutsal/kutsal değil seviyesindedir zira. Kimse kadın olduğu için kahraman değildir, olmayacaktır da; kimse erkek olduğu için de kahraman doğmuyor.

Tarih sayısız kahramanlarla doludur, kadın veya erkek; tarih azmin gücünü ispat eden hayranlık uyandıran insanlarla doludur, kadın veya erkek; aynı insanlık tarihi sırf cinsiyetinden veya elinde olmayan başka şeylerden ötürü adaletsizliğe uğrayan insanlarla da doludur. Ancak insanlığın ilerlemesiyle birlikte daha iyi noktaya gidiyoruz. Erkeklerle dolu meclisler, erkek önderler, kadınlara önemli haklar verdiler; bazı kadın hakları savunucularının bu basit gerçeği görmek istememesine rağmen gerçek bu. Nice kadın veya erkek sayısız kötülük yapmıştır. Cinsiyetin insana kendiliğinden erdem kazandırma gibi bir özelliği mi var?

Kadın ve erkek denk değildir, eşit değildir; kadın ve erkeğin cinsiyete dayanan avantaj ve dezavantajları ayrıca farklılıkları vardır. Eşitlik değil, hak ve fırsat eşitliği olmalı; eşitlik değil, adalet aranmalıdır. Kadın ve erkeğin tamamen denk olmadığının en basit gözlemsel ispatı, iki cinsiyet arasındaki türümüze özgü kuvvet ve fiziksel kapasite farkıdır. Bazı hayvanlarda dişiler daha kuvvetli ve güçlüdür ancak insanlardaki istisnalar dışında erkek türü fiziksel olarak kadından daha kuvvetlidir. Zaten, kadına uygulanan şiddetin sebebi bu değilse de şiddetin gerçekleşmesine imkân veren faktör budur. Temelde hiçbir silah avantajı olmayan iki taraftan biri diğerini fiziksel mücadelede kolayca galebe çalıyorsa bunun gerçekleştirebilmesinin ilk sebebi bunu kolayca yapabilmesidir. Nitekim tarafların ikisinin de erkek olduğu olaylarda da taraflardan biri üstün gelse de diğer tarafta da sıklıkla hasar olabildiğini, yani, mücadeleden söz edebildiğimizi biliyoruz. Oysa, domestik şiddet denilen olguda, bazı örneklerde kadın erkeğe şiddet uygulasa da, ağırlıklı olarak kadın tarafı şiddete maruz kalıyor.

Şiddet ayrı bir olgu, kötü bir şey ama dünyamızın gerçeği. Çok boyutlu bir olgu ve ne yazık ki dünyamızda var olmaya devam edecek gibi. Şiddetin meşruiyetini bu yazıda sorgulamayacağız ancak ideal bir devlette, insan türünün dünyaya ayak basmasıyla elde ettiği doğal hakkı olan saldırı veya savunma amaçlı şiddet kullanma “hakkının (?)” yazısız (doğumdan gelen) birey-devlet “sözleşmesi” gereği, birey tarafından vazgeçilerek devlete verildiği kabul edilmiştir ve devlet de bireyin hakkını ve hukukunu korumak adına meşru (ve ölçülü) şiddet uygular.  Bu noktada, insanlık ideallerini bir kenara bile bıraksak (niye bırakalım ama bıraktığımızı varsayalım), bizimki dâhil mevcut devletlerin büyük kısmında domestik şiddete yasal izin verilmediği aksine yasaklandığı görülmektedir. Ancak dünyanın hiçbir yerinde domestik şiddet sorunu çözülebilmiş değil, en iyi noktaya getirmiş ülkelerde bile devam ediyor… Kadınların hak ve fırsat eşitliği hissettirilip fiilen bunun yaşatıldığı, ekonomik, sosyal ve yasal statülerini kolayca elde edip erkeklerle aynı ölçüde koruyabildikleri toplumlarda bu vakaların daha az oranda yaşandığı bilgisi sabit.

Dolayısıyla, bizler, Han’la birlikte Katun (Hatun) olarak memleketi idare eden, Tomris Hatun olup ordusunun başında sefere çıkan, çocuk yaşta savaş oyunlarıyla büyüyenlerin torunları olarak bizler, kadına hakkı olan eşitlikçi hak ve fırsatları vermekte de büyük Türk’ün girişimiyle tüm Avrupa’yı sollamıştık, seçme ve seçilme hakkını anımsayın. Avrupalıların uygulamayı bırakın konuşamadığı bir dönemde biz gereğini yapmıştık. O öze dönmek gerekiyor, o özü işleyip geliştirmek gerekiyor. Kadınlarımızın da ortak emeğe, eğitime, sosyal ve siyasal haklara erişim sorununu ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bunun için de devlet ve toplum kadar ailelere ve kızların bizzat kendisine de çok iş düşüyor.

Kadını veya erkeği sırf cinsiyetinden ötürü haksızlığa uğratmak ne kadar kötüyse, benzer şekilde kadını veya erkeği sırf cinsiyetinden ötürü kutsamak da kötülüktür. Adaleti bozar. Bizimki gibi hâlâ pek çok toplumsal sorunla mücadele etmek zorunda kalan ve çağın gelişmişliğinin yer yer gerisinde kalmış bir toplum için de art niyetli kadınların suiistimaline zemin hazırlayacak bağlayıcı düzenlemeler çok detaylı ve hassas hazırlanmalı. Çünkü, art niyetli kadınlara fırsat tanıyan düzenlemeler bir noktadan sonra bu suiistimallerin ortaya çıkması nedeniyle kadın hakları kazanım mücadelesine zarar veriyor.

“Kadın ve erkek ‘eşit’ değilmiş ve bu bir sorun değil”

Körlemesine bir “eşitlik” masalı gerçekçi ve adil olmadığı için kargaşadan başka bir şey sağlamaz. Yine de herkes istediği gibi düşünüp konuşmakta hür olduğundan, yapacak bir şey yok… Ben sözü, çevremdeki sayısız kadın gibi sağduyulu bir kadının Linkedin sayfama dün düşen bir dolaylı bağlantımın (listemde ekli bir kişinin listesinde ekli olan kişi) paylaşımıyla bitireceğim. Hesabının kamusal görünürlüğünü bilmediğim için gizli olabileceğini varsayarak resim ve diğer kimlik belli edici bilgileri kapatacağım. Ancak kendisinin “kısa saçlı” ve “çok modern görünümlü” olduğunu söyleyeyim (bazı kadın hakkı savunucuları için bunlar da bir gösterge oluyormuş). Hayattaki pek çok şeyi başarabilmiş bu kadınların artması dileğiyle, sözü bir kadına bırakıyorum:

İHE Minnak Bebe Bisküvisi – Şaka Gibi Ama Gerçek: İnanılmaz Kaliteli

Türkiye’de kaliteli gıda, kaliteli besin hele hele kaliteli abur cubur konusu ciddi bir sorun. Piyasada kaliteli atıştırmalık bulmak güç, az da olsa bulduklarınızsa tüketici açısından tüketimi sürdürülebilir fiyatlarda satılmıyor. Geçen gün TV’de izlerken denk gelince, İHE Minnak Bebe Bisküvisi’ne detaylı bakmak için bir tane aldım. Paketi incelediğimde gerçekten de gözlerime inanamadım çünkü bebe bisküvilerinin neredeyse olmazsa olmazı hâline gelen hızlı sindirilen invert şekerler kullanılmamıştı. Kaliteli yağ kullanılmıştı, malum, piyasadaki en büyük markalar bile palm yağını dayıyorken bunlar ayçiçek yağı kullanmışlar. Tereyağı da gerçekten vardı ve %6,4 gibi yüksek gibi yüksek bir oranda ürüne katılmıştı.

Böyle kaliteli bir ürünün fiyatı ise, 175 gr’lık paket için biçilen fiyat sadece 3 TL (Bu yazının yazıldığı 05 Mart 2021’deki fiyattır). Son iki yıldır ciddi enflasyon oluşmuşken bu fiyata bu kalite, gerçekten inanılmaz.

Bisküvinin tadı da oldukça güzel. Ancak hepsinden güzeli, besin kalitesi yüksek, güvenilir bir gıda üreticisinden, üstelik atıştırmalık olarak bu kadar ucuza bulabilmek… İstanbul Halk Ekmek’i alkışlıyorum ve bebe bisküvisi tüketen herkese gönül rahatlığıyla buna geçiş yapmalarını öneriyorum.

Kendi İşyerinizi Soymanın Yollarını Neden Öğrenmelisiniz yahut İskender’in Kabahati

Nasreddin Hoca’nın evi soyulunca kendini tedbirsizliğinden ötürü eleştiren konu komşuya dayanamayıp nasıl isyan ettiğini biliriz: “Peki, hırsızın hiç mi suçu yok!”. Elbette, esas suçlu olan hırsızdır ve bu fıkrada anlatılmak istenen, mağdur olan insanların, eksik tedbir almaktan ötürü halk tarafından acımasızca eleştirilmesi ve bunun esas suçluyu neredeyse görünmez kılacak düzeye gelebilmesidir.

Bugün bir haber okudum, Bursa’nın meşhur İskender markalı kebapçısını, organize olan çalışanlar yıllarca çaktırmadan soymayı başarmışlar, günlük 5-10 bin lirayı bu şekilde çaldıklarını sorguda itiraf etmişler. Tutarlar bu kadar büyük olunca da medya ve halk bu olayı çok konuştu, konuşuyor. Oysa tüm bu yaşananlarda İskender’in de büyük kabahatleri olduğuna şüpheniz olmasın…

Yazıya başlamadan önce: İlk işiniz size ait işletmenizden hırsızlık yapmak olsun (ciddiyim)

Bir sistem kurarken, o sistemde hata paylarından kabul ettiğimiz hırsızlığı ve yolsuzluğu engellemek için ilk başta kendimi o sistem içinde yolsuzluk yapacak biri olarak düşünürüm. Bir dedektifin bir suçlunun kafasına girmesine benzer bu. Eğer kasadaysam, servisteysem, satın alma müdürüysem, genel müdür yardımcısıysam, genel müdürsem, temizlik personeliysem, şoförsem… Hangi pozisyonlarda ne tür yolsuzluk ve hırsızlık fırsatları olduğunu düşünürüm ve bu fırsatları işe zarar vermeden ortadan kaldırmanın yollarını ararım; yolsuzluğun bir seçenek olarak tercihe açık olmasını istemem. Siz de bunu yapın, üstelik gelişen teknoloji sayesinde bu iş kimseyi en ufak şekilde rencide edip incitmeden çok daha kolay şekilde yapılabiliyor. İlk işiniz, kendi işyerinizi soymak olmalı yani! Hatta bu iş için kendi aklınızı tek taraflı ve eksik kabul edip, sizin soygun yöntemleriniz bittiğinde güvendiğiniz başka “hırsızlar” bulup oturun ve bir de onlarla birlikte kendi işletmenizi soyun. Tabii ki zihninizde bu senaryoları ve süreçleri uygulayın ki önlem alabilesiniz…

Yazımın geri kalanında, bir işyerindeki personel kaynaklı yolsuzluk yollarına dair düşünce ve deneyimlerimden bahsedeceğim. Hangi sebeple olursa olsun, insanları parayla denetimsiz şekilde karşı karşıya bırakmak onları vicdanlarıyla baş başa bırakacak hatta yer yer suça teşvik edebilecektir. Çalışanlarınızı seviyorsanız hırsızlık imkânlarını tamamen ortadan kaldırmalısınız.

Para çalınamayacak sistem kurmak

Naif ve kendini yetiştirmiş, özsaygısı olan, namuslu insanlar akıllarından geçse, muhtaç kalsalar bile neredeyse asla hırsızlık yapamazlar. Öte yandan ülkemizdeki iş hayatı, geçim zorluğu, insanların erdemsizliği ve toplum yaşamının kokuşmuşluğu sebebiyle pek çok insan kolayca hırsızlığa bulaşabiliyor. Herkes kendi çevresine, kendi işine göre tutuyor bir hırsızlık yolu: En ahmağı ve utanmazı adi hırsızlık yapıyor, başka evlerden, insanlardan çalıyor. Kimisi yakınlarını dolandırıyor. Kimisi işyerini. Gücü yetenler, ağını kuranlar da devletten ve dolayısıyla tüm milletten çalıyor… Evet, belki hırsıza kilit dayanmaz ancak sistemlerdeki iyileştirmeyle, uygulama ve denetleme sistemleri kusursuzlaştırılabilir. Dolayısıyla hata payı (hırsızlık), sıfıra indirilebilir. Zengin olmayan bir ülkede, insanların iyi eğitilemediği bir ülkede, toplumsal ahlakın hâkim olmadığı bir ülkede sistem de kötüyse bu hırsızlığı artırır. Her sistem hata payını sıfıra indirmeye teknik olarak uygun değildir ancak çoğu uygundur ve insana güven faktörünü en aza indirgemek mümkündür.

İyi sistem namussuzları engellemekle kalmaz, namusluları kuşku altında bırakmaz

Süreç ve aşamaların insana güvene dayandığı sistemlerde, kayıp/kaçağın ölçülüp görülemediği ve yalnızca sorumluya duyulan güven düzeyinde ölçülebildiği sistemler kusurludur ve kötü niyetli insanlara fırsat tanımaktan daha kötü bir şey daha yaparlar: Düzgün, dürüst ve onurlu insanları da daimi bir zan altında bırakırlar.

Kendi adıma, kusurlu ve personeli kendiliğinden zan altında bırakan sistemleri hiç sevmem ve namuslu insanların hak etmedikleri suçlamalarla farazi olarak bile muhatap olmasını istemem. Son işlerimden birinde kurduğum sistemde teknolojinin de yardımıyla kontrol mekanizmasının kontrolü dâhil tam üç aşamalı bir kontrol sistemi kurmuş ve yıllarca bu sistem sayesinde 1 liranın bile kayıt dışı veya indiregandi yöntemlerle zimmete geçirilme ihtimalini yok etmiştik. Bilenler için yeni bir şey değil ama bilmeyenler için bu sistemin her Allah’ın günü tüm satışları o gün alınan para ve kart çekimleriyle, bu çekimleri sistemle, bu sistemi yazar kasayla, tüm satışların gerçekleşmiş olduğunu da müşteri imzalarıyla kontrol ettiriyor, sonra bunları kontrol ediyor ve en son da arşivliyorduk. Yani bu sistemde ben bile istesem hırsızlık yapamıyordum ve para hesabı yönünden inanılmaz rahattım artık. Üstelik, böyle bir sistemde olası bir vergi denetiminde vergi müfettişlerinin de takdirinin alınacağı garantidir; tüm hizmet ve ürünler tamamen gerçek satışlar üzerinden eksiksiz faturalandırılmış durumdadır.

“Vergi verirsem batarım” düşüncesine neden olan sıkıntılı vergi düzenimiz

Türkiye’deki mevcut vergi sistemi hem mal/hizmet üretenlere hem de son tüketiciye karşı dünya ortalamasının üzerindedir ve o kadar üzerindedir ki dünyada oransal olarak en çok vergi veren ülke olduğumuzu ortaya koyan araştırmalar var; en iyimser hesap ve kıyaslarda bile ilk 5’teki yerimiz sabit (*). Gelişmiş ülkelerde bu denli bir vergi yükünden söz etmek olası değil.

Ülkenin vergi sistemi iyi tasarlanmadığı için girişimcilerde, patronlarda, işveren vekillerinde “Tam vergi verirsek mutlaka batarız!” biçiminde bir kabul de yer yer bulunuyor. Bu nedenle vergi kaçınmaları en üst seviyedeyken (**) vergi kaçırmaların da gayet mevcut olduğunu biliyoruz. Ülkedeki vergilerin en iyi ihtimalle yılda en fazla %3’ünün kontrol edilebileceği söyleniyor yani zaten denetimdeki aksaklık baştan kabul ediliyor. Doğru düzgün ve eksiksiz vergisini veren ticari işletmeler de yok değil ancak birçok vergi suçunun işlendiği bir ülkede, bu tip işletmeler vergi kaçıranlarla rekabet edemez ve bir dezavantaja daha sahip olurlar.

Ülkenin vergi sisteminde iyi şeyler de oluyor, devletin aslında sürekli çabası var ancak esas sorunu görmüyor: Esas sorun, çok yüksek oranlara çıkmış doğrudan ve dolaylı vergilerdir, ayrıca Deli Dumrul tarzı iş yapsan da yapmasan da senden şu kadar vergi alırım anlayışını da terk etmesi gerekiyor. Hayalet şirket dediğimiz faal olmayan ve sayıları yüzbinlerle (belki de milyonlarla) ifade edilen şirketlerin en kısa sürede temizlenmesi gerekiyor (böyle bir şirket yüzünden mağdur oldum ve 20 yıl önce ortak olduğum şirketin kapatılmaması, müdürünün vefat etmesi vb. sebeplerle işten çıktığım bir dönem işsizlik maaşım bağlanır bağlanmaz kesilmişti). (***)

Olması gereken, daha düşük oranda daha makul vergilerin konması ancak bunların denetiminin ve özellikle vergi kaçırmayla ilgili cezaların üst düzeylerden verilmesi. ABD ve Almanya gibi ülkelerde vergi kaçırmanın ne denli korkulası bir suç olduğunu ve yüksek cezalarla engellendiğini birçok kişiden dinledim. Böyle bir düzende meslek erbapları, maaşlı çalışanlar, küçük sermaye sahipleri ve girişimciler koruyup kollanmak ve sağlıklı bir vergi ekosistemi kurulmak zorunda. Piyasanın gerçeklerine göre pek çok çeşitli projeksiyon ve senaryo araştırmalarında bu şekilde bir düzenle, oranları düşürülse bile vergilerin daha etkin toplanması nedeniyle devletin vergi gelirlerinde artış olacağı ve sosyal devlet yapısının da güçlendiği sonuçlarına varılmaktadır. Mevcut sistemde devlet dürüst vatandaşını âdeta cezalandırırken vergi kaçıranları ise âdeta ödüllendiriyor gibi bir görüntü oluşmaktadır.

*, **, *** 01 Mart tarihli ekleme: Bu bölümde anlatmak istediklerimi başarıyla anlatamadığımı düşündüren geribildirim aldım, bu yüzden açıklama ekliyorum: Vergiden kaçınmanın yasal hak olduğu hatırlatıldı, ben burada yasa dışı gibi göstermek istemedim ancak vergiden kaçınmanın bu kadar kolay, sık yapılan ve yaygın olmasına karşıyım; çok fazla suistimal oluyor. Yakın zamana kadar, aile üyelerine alınan ancak şirketin hiçbir şekilde kullanmadığı sıfır araçlar, şirket üzerine gösterilerek şirketin vergi hesabından düşüyordu. Ben vergiden kaçınmanın azaltılması, dolaylı vergilerin azaltılması, doğrudan vergilerin sıkılaşması ve kazanç temelli olması taraftarıyım. Ayrıca “hayalet şirket” tanımımın aslında başka durumdaki şirketler için hâlihazırda kullanıldını öğrendim, benim demek istediğim gayrifaal şirketlerin durumu ve bunların sebep olduğu sorunlardır. Ben şirketten payıma düşen borcu kapayıp alakamı tamamen kesmek istiyorum ancak vergi daireleri, ticaret odaları vs. işe yaramıyor. Parayı ödeyip adımı sildiremiyorum, dava açıp şirketi feshetme masrafına benim girmem gibi abes bir durum ortaya çıkıyor. Hissem %5 ama işin yoksa uğraş dur… Bir diğer eklemem de vergi oranlarımızla ilgili olacak. Ben en yüksek oranda vergiyi aldığımızı kast ederken doğrudan gelir temelli vergiden çok, herkesin sırtına bindirilen ancak şirket sahiplerinin kolayca ve etik dışı şekilde kaçınma şanslarının olduğu dolaylı vergileri kast ettim. Bakın, vergilerle ilgili nasıl “şampiyon” olduğumuzla ilgili birkaç araştırmayı paylaşayım burada:

Avrupa’da en çok vergi ödeyen ülke Türkiye (2014 haberi)
Türkiye topladığı vergilerde değil ama dolaylı vergilerde zirveye yakın (2021 haberi)

Pinti, paylaşımsız işverenler

Tüm bunların yanında, ülkemizdeki iş kültürü ne yazık ki pek çalışan dostu değil ve işverenler arasında da bencillik yaygın bir kusur. İyi işverenler de var ancak çoğunluk olmadıklarını herkes gözlemleyebilir. Oysa, iyi kurgulanmış bir iş modelinde, çalışanlara fazladan gelir şansı sunmak ve fazla kazanmalarına yol açmak, işletmenin lehinedir. Kendi yaşadığım örneklerden birini vermek istiyorum.

Bir sonraki takvim ayının analizini yaptığımda yıllık ortalama satış gelirlerinin 260 bin lira seviyesinde olduğunu gördüm. Mevcut gidişata göre 260 bin liraya ulaşmamız bile olası durmuyordu. Fiyatlara zam yapılmamıştı, taleplerde düşüş vardı; buna karşın müşterilere başarılı satış gerçekleştirme oranımız da çok yüksek değildi. Neler yapabileceğim düşündüm, enstrümanlarım kısıtlıydı; prim vermek gibi yetkilerim ne yazık ki yoktu. Bunun üzerine ben de bir sonraki aya hedef ve ödül koymaya karar verdim ve ödül olarak da fazladan bir günlük ücretli izin düşündüm. Elbette, 6 adet satışçıda bitiyordu iş ancak iş bir bütündü ve sadece satışçılara fırsat tanımak iyi sonuçlanmayabilir, iç gerilim de yaratabilirdi. Ben de “Önümüzdeki ay 300 bin lira gelire ulaşırsak tüm personel (hangi işi yapıyor olursa olsun) talep ettiği ve işletmeye de uygun olan bir zamanda kullandırılmak üzere 1 gün ücretli izin hakkı alacak,” diye ilan ettim. Açıkçası, 300 bin liraya ulaşmamız güçtü ve amacım motivasyon sağlamaktı ve 300 bine ulaşmamız durumunda 50 personele bir gün fazladan ücretli izin vermek elde edilecek kârın yanında devede kulak kalıyordu. Tahmin edin o ay ekibimiz ne kadarlık satış yaptı? Tam tamına 340 bin liralık satış gelirine ulaştılar. Bunu kutladık ve daha sonra herkes o fazladan ücretli iznini ihtiyacı olduğu bir gün gururla kullandı. Sadece izin değildi kazandıkları; özgüven, işyerine bağlılık, gurur ve motivasyon da kazanmışlardı. Bizim gelirimiz ise o ayın ortalamasından %30 daha fazla olmuştu, müthiş bir sonuçtu bu.

İşyerlerini sadece ürettikleri değil, çalışanları da ayakta tutar. Çalışanı ezen sistemler er ya da geç başarısız olacaktır; çalışanı ezmek sadece bu süreyi bir noktaya kadar öteler ancak bir yerden sonra bundan kaçınılamaz. Daha önemlisi, çalışanla dost ve çalışanın kazanmasını kendi kazancıyla endeksleyebilen bir işletme her zaman daha fazla satış yapar. Elbette bu motivasyon ve ek gelir unsurlarını belirlerken etik sorunların ortaya çıkmaması için de gereken önlemleri almalısınız (örneğin müşteriyi kazanmak için yalan beyanla satış yapılmamalı, vb.).

Pinti işverenler, geçen yılların sonunda genelde daha büyük kayıplara uğrarlar. Kişisel gözlemlerime dayanan pek çok “sonu hüsranla biten pinti patron vakası” sayabilirim, bazı patronların bu pintiliklerin bedelini, üstelik çok ağır olarak, 15 yıl hatta bir yakınımın 25 yıl sonra ödediğini de gördüm.

Elbette bu ayrı bir konu, hiçbir şart, çalışanın işverenden çalması için gerekçe olarak kabul edilemez zira çalışma şartları ve ücretler açık, işveren-çalışan yükümlülükleri de açıktır. Son tahlilde çalan suçludur. Yine de çalışanların etik dışı kazançlarına engel olup onları etik yollarla daha yüksek gelir şansı sunmak da hırsızlığa karşı tedbirler arasındadır. Çalışan, iç muhasebe yaparak, daha çok/iyi çalışarak “helalinden” daha çok kazanabileceğini bildiğinde, kendi içinde bir ahlaki engel daha oluşturmuş olur. Zaten maaş + prim gibi uygulamalar da bunu sağlamak için yaygın şekilde kullanılmaktadır. KOBİ ve aile şirketleri ise bu yöntemlerle ilgili yeterli bilgi ve deneyime sahip olmadıkları için kârlarının potansiyellerinin altında kaldığından habersizdir.

İskender’in kabahati

Yazının başında değindiğimiz vakada, ilgili işyerinde vergisiz mal, hizmet ve para alışverişi gerçekleşmiştir. Devlet bu para hareketlerinden hiçbir şekilde hak ettiği vergiyi alamadığı için kamusal zarar oluşmuştur. Dolayısıyla, bugüne kadar sırf kendilerinden çalınan (7 milyon lira olduğunu iddia ediyorlar) parayı bile 12 yıl sonra tespit edebilen bir işyerinin vergi verme yükümlülük kontrolünü yeterince iyi yapmadığı ortadadır (yıllık yaklaşık 600 bin liralık kayıp para/ürün/hizmet hareketinin tespit edilememesi açık bir kusurdur). Kurdukları (aslında kurmayı ya da uygulamayı beceremedikleri) sistemin vergi kaybına –istemeden de– olsa neden olduğu açıktır.

Bu olayın başta kendilerine olmak üzere herkese ders olduğu ortada, çok geçmiş olsun dileklerimle umarım derslerini iyi almışlardır diyorum.

Sonuç: Hırsızlık bitmez belki ama kötü niyetliler kolay avlara, iyi niyetliler güvenilir kuruluşlara yönelirler

Hırsızlığın tarihi insanlık tarihiyle eş düzeydedir ve ne yazık ki muhtemeldir ki insanlığın sonuna kadar da hırsızlar olacak. Hırsızlığı, hırsızları, yolsuzluğu dünyadan tamamen kaldırmak bizim işimiz değil ve tüm önlemlere rağmen şeytanın aklına gelmeyecek yöntemlerle mağdur olabiliriz. Basiretli ve sorumlu profesyoneller olarak bize düşen bu olasılıkları sorumluluk alanlarımızda olabildiğince azaltmak, hırsızlık ve yolsuzluğu sıfır seviyesine indirme hedefiyle hareket etmek olmalı.

Art niyetli insanlar genelde şartların zorlamasıyla, günler süren uzun ve derin iç psikolojik muhasebe ve muharebeler sonucu “Şeytan’a” yenilmezler; aksine çoğu zaman yolsuzlukları planlı ve bilinçlidir ve belirli yerleri “hedef” olarak görürler. Hâl böyleyken hiçbir “hırsız çalışan” kolayca hırsızlık yapacağı bir yer varken tutup da üç kuruş çalmak için hem çok zorlanacağı hem çok risk alacağı bir yeri ilk sırada tercih etmez. Dürüst insanlar da onların aksine düzgün sistemi olan yerleri, içlerinin rahat olacağını bildiğinden, daha tereddütsüz tercih ederler.

Sonuç olarak, herkesin iyiliği için kendi işyerinizi “soymayı” sakın ihmal etmeyin.

Cumhuriyet Gazetesi’ne göre hiç eskimeyen bir “yeni” kitap: Stephen King’den “Yazma Sanatı” yahut kültür okuruyla dalga geçmek üzerine

Geçen gün Linkedin’de sevgili Mürsel Çavuş’un bir paylaşımını gördüm, Cumhuriyet gazetesinden bir haber bağlantısı vermiş ve “öyle güzel özetlemiş ki” diye de teşekkür etmişti. Mürsel Hanım’ın paylaşımları çoğu zaman hoşuma gidiyor, inceliyor hatta etkileşime de giriyorum. Bu paylaşımına da bakayım dedim ve bir de ne göreyim, haberi hazırlayan kişi bilerek veya bilmeyerek kitabı yeni çıkmış gibi göstermişti. Ben burada kasıtlı bir manipülasyon mu aramalıydım yoksa basit bir editör hatası deyip geçmeli miydim?

2000 yılında çıkıp 2007’de Türkçeye kazandırılan kitap “bekleniyormuş”, yerseniz…

Editör Ecem Kodak, daha girişte okurunu yanıltıyor, “Stephen King’in beklenen kitabı Yazma Sanatı (…)” diye konuya giriyor, beklenen kelimesinin altını çizdim çünkü bu kitap 2000 yılında yayınlanıyor ve zaten en az 2007’den beri de Altın Kitaplar tarafından satılıyordu, hatta ben de bu kitabı yıllar önce almış ve bir çırpıda okumuştum.

Editör, haberinin hiçbir yerinde kitabın eskiden basıldığını, yeniden çevrildiğini falan söylemeye gerek duymuyor. Bu da yetmez gibi, haberinin sonunda kırmızı kırmızı puntolarla basım tarihini 2020 olarak veriyor. Teknik olarak, eser yeniden çevrildiği için bu yeni çevirinin kendi baskı tarihinin verilmesi doğru. Öte yandan, eser önceden de aynı yayınevinden çıkmış ve haber editörü daha girişte “beklenen” kitap diye bahsedip kitabın yıllardır piyasada bulunduğuna hiç değinmediği için okuru aldatıyor.

Turbun büyüğü olarak aynı haberi defalarca okura kaktırma

Mürsel Hanım, benim etik temelli eleştirimden pek hoşlanmayıp bana katılmayıca her manyağın yapması gerektiği gibi konuyu biraz daha irdeledim. Karşıma çıkan ilk şey, Ecem Kodak isimli editörün, okurlarına birebir aynı haberi aynı metinle birkaç defa vermesi oldu. Evet, yine Yazma Sanatı’nı tanıtmış… 17 Temmuz 2020’de, 30 Kasım 2020’de ve 23 Şubat 2021’de yani bu haber birebir aynı olarak en az üç defa Cumhuriyet’te yayınlamış.

Herhalde kendisi haber bulamadıkça bu haberi çakıyor yahut gazetenin site yönetimi Ecem Kodak’tan habersiz aynı haberini kullanıp duruyor, bilemiyorum artık… İşin arka tarafını bilmesek de sadece görünürdeki şeylere bakarsak herhâlde Sn. Kodak bu dünyaya bu kitabı Cumhuriyet’te tanıtmak için gelmiş diyoruz… Eskiden Cumhuriyet böyle bir gazete değildi, çok daha titiz ve okura saygılıydı. O güzel gazeteler o güzel atlara binip gideli çok oldu demek ki… Aşağıda ilgili ekran görüntülerini paylaşarak hepinizi kocaman, etik etik selamlıyorum dostlar!  Okurla dalga geçen bu olayda da suçlu ve sorumlu her kim veya kimlerse de acilen açıklama yaparak özür metinlerini yayınlamalarını bekliyorum.

 

Kıyıda Kalan İlginç Kitaplar (25 Kitap ve Bonusları!)

Bu listede, tanıtım şansı bulamamış, ancak bir sebepten dikkatimi çekmiş bazı kitapları listeleyeceğim. Bu listenin çok detaylı olduğunu iddia edemem, 2588 eser kapağına baktım ve bunların bir kısmı dergi, bir kısmı da yabancı dildeki kitaptı. Yine de kaydedip paylaşmak istediğim bir liste oldu.

Kitap fuarlarında çalıştığım dönemde veya ziyaretçi olarak gittiğim zamanlarda da hep yaptığım bir şey vardır: Kıyıda köşede ne varsa onlara özel zaman ayırmak ve detaylıca incelemek. Bunu yapmayı seviyorum, umulmadık güzel şeyler yaşamak yahut az kişinin keşfedebildiklerini keşfetmek güzel.

Ana salonda iyi yerlerde stant tutmaya parası olmayan, iyi yerleri bırakın ana salonda bile bulunamayan, hatta ve hatta fuaye alanına bile ücret yetiremeyip kıyıda köşede muhtemelen üç paraya kiralanan yerlerde kurulan stantlar içimdeki merakı gıdıklar, heyecanla o stantlara doğru yol alırım. Esasen, bu stantlar her zaman daha ilginç ve incelenesidir. Anaakımda ne var ne yok zaten bir şekilde biliyoruz ama ya bilmediklerimiz?

Elbette kötü örneklerle birlikte iyi kitap örnekleri de görülür. Bu alışkanlığımı bir manyak gibi sanal pazaryerlerinde de sergilemeyi başarıyorum ayrıca. Yalan yok, 2-3 ayda bir defa böyle bir sanal tura çıkıyorum ama sonuçta çıkıyorum ve karşıma öyle ilginç kitaplar çıkıyor ki bugün onlardan bazılarını kısa yorumlarımla birlikte buraya kaydetmek istedim.

Listeye başlamadan önce size ilginç bir bilgi vereyim, örneğin an itibariyle (20 Şubat 2021) Kitapyurdu sitesinde 440 bin kitap kayıtlı ancak sadece 105 bini stokta var görülüyor. Ülkemizde basılan kültür kitaplarının büyük çoğunluğunun kaderi depolarda çürümektir dersek hiç de abartmış olmayız. Listemizdeki bu kitapların çoğu da muhtemelen satış dışına düşme eşiğindedir…

DELİKANLI KİMDİR?..

Yazar                     : Hakan Türk
Yayınevi               : Akademi TV Programcılık

“Hakan Türk, bugüne kadar yazdığı derin devlet, istihbarat ve mafya kitaplarından dolayı “Yazarların Deli Yüreği” diye anılmaktadır. Kabadayıların Dünyası, Babaların Dünyası ve Türkiye’de Kim Mafya? gibi çok ses getiren ve yüzbinler satan kitaplarından sonra, 79. kitabında “Delikanlı Kimdir?” diye ortaya çok iddialı bir soru atmaktadır. Aslında bu kitap gerçek delikanlıların çok hoşuna gidecektir. Fakat beline silah takıp, yanına aldığı 3-5 adamla çevresine hava atan o sahte delikanlılar HAKAN TÜRK’e diş bileyecekler.” Bu satırlar, kitabın arka kapak yazısından. Açıkçası, kitapları yüzbinler sattığı söylenen bu yazarı daha evvel duymamıştım. Fakat arka kapağı okur okumaz aklıma bir dönemin (2000’lerin başı) unutulmaz delikanlı sitesi Fikirtepe.cjb.net geldi, orada da delikanlılığın ve delikanlıların tanımı yapılır, tarifleri verilir, delikanlı olmanın yol ve yöntemleri delikanlılık yolundaki okuyuculara anlatılırdı. Nişanlısını başka bir kızla aldatırken nişanlısı ve abisi tarafından basılan, akabinde hem nişanlısını hem abisini döverek cümleâleme delikanlılık dersi veren arkadaşımız için ne diyordu Fikirtepe CJB: “Delikanlı adam aldatır, siker. Kardeşimizi tebrik ediyoruz.” Elbette, bu kitabın ilgili mizahi site gibi olmadığı ve ciddi ciddi delikanlılığın tanımını yaptığını anlıyoruz. Okumadığım için daha fazla şey söyleyemiyorum.

TERÖRİZMİN GİZLİ KODLARI: TERÖRDEN KORUNMA VE KURTULMA YOLLARI

Yazar                     : Kemal Akmaral
Yayınevi               : Anatolia Kitap

Kitabın başlığı ve arka kapak yazısı gerçek anlamıyla ilgi çekici. Bu kitabı görünce, ülkemizde bu alanda fazla kitap görmediğimi fark ettim. Gerçekten de terörden en fazla etkilenen ülkelerden biri olmamıza karşın bu konuya doğrudan giren yeterli kitap basılmamış durumda. Yazar da sanırım bu boşluktan yararlanmak istemiş. Arka kapağında “Terörden korunmak ve kurtulmak için öncelikle geleceğimiz olan gençlerimize sahip çıkılması gerekmektedir. Başta PKK olmak üzere DHKP-C, MLKP, TKPML TİKKO, MKP gibi terör örgütleri, gençleri başta masum görünen küçük direniş eylemleriyle başlayarak ve kısa süre sonra gözlerini kırpmadan onlarca masum insanın hayatına kıyabilecek eylemlerde kullanmaktadır.” ifadeleri yazan kitap, özellikle gençleri terör örgütlerinin nasıl masum görünen etkinliklerle bir şekilde onları kazandığına da odaklanarak aileleri ve gençleri uyarmak istiyor. Az evvel de dediğim gibi, bizde terör konusunu işleyen çok fazla eser var ancak bu kitaplar birçok önkabulle yazılmış ve okuyucuda da bu önkabullerin olduğunu varsaymış. Oysa, kendi hâlinde bir şeyi protesto etmeye başlayan ve yeni arkadaşlar edinen bir gencin sadece birkaç yıl içinde nasıl gerçek bir militan olduğunun detaylarına odaklanan bir kitap yok. Savunma Bakanlığı, TSK ve EGM’nin bu alanda yapılmış pek çok çalışması vardı, ancak bunlar yeterince yayılmıyordu. Yakınlarda, Jandarma Genel Komutanlığı’nın da oldukça güzel bir çalışması başlamıştı:

Kitap ilgimi çekince Kemal Akmaral ismini internette arattım, bir Twitter sayfasından başka pek bir şey bulamadım ve yazarın “Antiterörist” isimli diğer kitabını gördüm, o kadar. Özgeçmiş bilgisine ulaşamadığım yazarın bir anti-terör uzmanı, sosyolog veya psikolog olması kitabın niteliğiyle ilgili bana güven verirdi ancak bunu göremedim. Duyarlı bir yurttaşın kişisel inceleme ve araştırmalarına dayanan bir eser gibi görünüyor.

Çöle İnen Faşizm

Yazar                     : Knud Holmboe
Yayınevi               : Etkileşim Yayınları

Necip Fazıl’ın “Çöle İnen Nur” isimli eseri onun Hz. Muhammed anlatısıdır ve belli bir çevrenin çok sevdiği bu yazarın tüm eserleri gibi hatırı sayılır satış sayılarına ulaşmıştır. Knud Holmboe (1902-1931) ise ilginç bir figür olarak tarih sahnesinden geçmiş: Danimarka doğumlu bir gazeteci olan Holmboe, felsefeye de meraklı kâşif ruhlu biriymiş. 19 yaşında Protestanlıktan Katolikliğe geçmiş. 27 yaşında ise Müslüman olmuş ve 29 yaşında da bu fani dünyadan göçmüş. Ölmeden önce yayınlandığı ve İslam coğrafyasındaki gözlemlerini de aktardığı en bilinen eserini yazmış. (zaten 3 çalışması var toplamda). Eserin Dancasının anlamını çevirince “Yanan Çöl” anlamına geliyormuş, İngilizceye ise “Desert Encounter” (Çölle Karşı Karşıya gibi bir anlam) olarak çevrilmiş. Bizdeki baskıda ise yayınevi Necip Fazıl’a selam çakacağı bir başlığı tercih etmiş ve çok bilinen bir kitabın bu az bilinen kitaba olan ilgiyi artıracağını düşünmüş. Eh, en azından benim dikkatimi çekti bu başlık. Ancak görünen o ki kitap istenen satış başarısını yakalayamamış ama yine de küçük bir yayınevinden çıkan bilinmeyen bir eser için fena da sayılmaz. Açıkçası, göz atmak istediğim bir kitap oldu ve birazdan sanal alışveriş sepetime atabilirim.

Batı Terörü ve Propagandası

Yazar                     : Andre Vltchek
Yayınevi               : Bilim+Gönül Yayınevi

Vltchek ismini nereden tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz? Hafızalarınızı tazeleyeyim: 2020’de Karaköy’de öldürülen muhalif araştırmacı gazeteci kendisi. On yıldan daha uzun bir zaman önce yayınladığı bu kitabını okumadım ancak tersten okuma kitaplarını (delillendirilebilmişse ve saçma komplo teorileriyle dolu değilse) severim. Kitabın arka kapak yazısında, Vitchek’in kendisinden daha önemli bir ismin, Noam Chomsky’nin tanıtım yazısını görüyoruz: “Andre Vltchek çok az sayıda insanın bildiği gerçek dünyayı hepimizin gözlerinin önüne seriyor. Anlattığı acı hikâyelerde özellikle Batı’nın utanç veren tarihî kökleri açığa çıkıyor. Batı dünyasının diğer milletler üzerindeki vahşetleri Andre Vltchek’in bir yazarda nâdir rastlanan sezgi ve kavramasıyla okuyucuya gösteriliyor.”

Chomsky’den tavsiye almak her babayiğidin harcı değildir, bakalım neymiş diyerek sanal sepetime atıyorum.

Allah Büyük

Yazar                     : Ferudun Özdemir
Yayınevi               : Az Kitap

Her dönem karşınıza bu tarz kitaplar çıkar, bunların sonu yoktur ve gelmeyecek. Ferudun Bey lafı dolandırmamış, kutluyorum kendisini. Ben de ilk fırsatta “Hayırlısı De Geç” isimli bir eser kaleme almayı düşünüyorum. İlham veren bir kapak, kelebek de güzel. Umarım gerçekten teselli verebildiği birileri olmuştur kitabın.

Ferudun Özdemir’in ilginç bir kitabı daha olduğunu görüyoruz ve adı “Tankları Durduran Ebabiller”, tahmin ettiğiniz gibi, 15 Temmuz FETÖ saldırısını ele almış o kitabında da. Ferudun Bey değişik biri, okumadım ki başka bir şeyler daha diyeyim…

Metres Rezidans – İstanbul’da Günah Öyküleri

Yazar                     : Hacer Yeni
Yayınevi               : Önce Kitap

Kapağındaki şekeri parlayan kıpkırmızı elma şekeriyle, içeriğine yönelik hınzır mesajlar veriyor kitabımız. Elmanın altında elmayı dillemek, dişlemek üzere seksi ve kırmızı rujlu bir kadın arıyor gözlerim ama nafile. Prodüksiyon buraya kadarmış. Velakin benim dergi fotoğraf arşivimde bile böyle fotoğraflar vardı, parasını da ödedim, isteselerdi verirdim. Dilli dişli rujlu dudaklı kadınımız da kapakta yer alırdı.

Hacer Hanım, yazmayı seviyor, bu kitapla kalmamış ki zaten bu ilk kitabı da değilmiş. Bir yazı makinesi belki de o. Twitter’ında “Demirden korksak trene binmezdik,” yazıyor. Hayata karşı meydan okuyan tutumuyla genç bir kadın yazar o, kalemi dudaklarına doğru götürdüğü, kısık gözlerle ve yarı gülümsemeyle baktığı pozları da var. Velakin kıymeti anlaşılamamış gibi. Kitabı okumadığım için yorum yapamıyorum ama eminim kitap kadın doludur, kadınlar vardır. Zaten sonra memleketin en kadın ve satış taktikleri konusunda en ilginç yayınevlerinden biri olan Destek Yayınları’ndan çıkmış kitapları. Kadın dayanışması da yeterli etkiyi sağlamamış olacak ki sonraki Destek’li kitaplarının da satış sayıları oldukça düşük. Üşüyoruz Kadın Reis!

Pulitzerli Yazarın Memleketimizde Yüzüne Bakılmayan Kitabı: “Domuz Adam Ne Oldu Sana?”

Yazar : Paul Zindel
Yayınevi : Bu Yayınevi

Başarısız kapaklı, amatör görünümlü, yayıncılık dünyasına aşina olmayanların pek bilmediği bir yayınevinden çıkan bu kitabın ilk bakışta amatör işi olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak bu eser ülkemizdeki, benim bulabildiğim sayılı Paul Zindel çevirisinden biri ve görünüşe göre “Domuz Adam” serisinden elimizdeki tek kitap. Paul Zindel ismini tanımayanlar Wikipedia’ya bakabilir ancak kendisinin romanları için olmasa da oyunları için 1971 yılında drama alanında Pulitzer Ödülü aldığını belirtelim. Memleketimizde kimsenin yüzüne bakmadığı Domuz Adam kitapları ise sırf ABD’de bile yüzbinlerce kopyadan fazla satmış durumda. Bu kitap yayıncılık namına ders niteliğinde işlenebilir… Çeviriden yana endişelerim var zira kitabın çevirmeni Candan Selman’ın daha önce hiçbir çevirisini okumadım, traitor’umuzun çeviri listesindeki en kayda değer kitap ise Altın Yayınları’ndan benim bilmediğim bir yazara ait. Yine de attım sepete, merak ediyorum.

Dayanılmaz Bassington

Yazar : Saki (Hector Hugh Munro)
Yayınevi : Alakarga Sanat Yayınları

Saki adıyla bilinen Hector Hugh Munro, ismini birkaç eserde gördüğüm ve İngiliz yazınında hatırı sayılır yeri olduğu belli olan bir gardaşımız. Alakarga Sanat Yayınları ise küçük, butik ama seçici ve titiz bir yayınevi diyebilirim. Kitabın yüzüne bakan olmamış, satın alan pek yok nitelikli bir esere benziyor, atıyorum sepete. Bakalım atına çakma Godiva gibi anadan üryan binen Bassington Bey ne herzeler yumurtluyor…

Türkiye’de Neler Oluyor? & Anadolu’nun Uyanışı ve Yeni Elitler

Yazar : Rainer Hermann
Yayınevi : Ufuk Kitapları

Türkiye’de neler olmuyor ki?.. Bir dönemin tetikçi gazetecileri vardı, malum gazetelerde (Zaman veya Taraf gibi) çalışır, ellerine ulaştırılan dosyalardan kitap pırtlatarak Türkiye’yi aydınlatırlardı (!). Sözde Ergenekon Örgütü hakkında mı kitap yazdılar mesela, çaaaatt diye arka kapağa Nazlı Ilıcak tanıtım yazısı yazar, kitabı yere göğe sığdıramazdı (bkz: “Kafası Karışanlar İçin Ergenekon” kitabının arka kapağı). Şimdi o gazetecilerin çoğu tutuklandı ve hapiste, tutuklanmayanlar gözaltından sonra davalarının sonuçlanmasını bekliyor olmalı. Evet, Türkiye’ye asrın kazığını atmaya çalışan eli kanlı bir örgütten, CIA projesi terör örgütü FETÖ’den bahsediyorum. Bu kitapla alakası ne derseniz de kitabı hazırlayıp önümüze koyan Ufuk Kitapları’na bakın, gerçi bakmanız zor olur, korkudan KitapYurdu bile arama sonuçlarından çıkarmış durumda, ikincil yöntemlerle arayınca buluyorsunuz satışta olmayan kitaplarını. Kitabın arka kapağında Şahin Alpay ve Mustafa Akyol’un yazarı ve kitabı metheden yazıları mevcut. Şahin Alpay FETÖ dolayısıyla tutuklanmış, M. Akyol ise “ulu bir demokrat” olarak takipçilerine istikamet vermeye devam ediyor… Belki alabilirdim ama o kadar operasyonel görünen bir kitap ki, güven vermediğinden almıyorum. Siz bu konulara meraklıysanız ve Almanca bilmiyorsanız bu kitabı bulundurmak isteyebilirsiniz.

Kaynanamın Hakları / Kaynana – Gelin – Damat İlişkileri

Yazar : Şebnem Güler Karacan
Yayınevi : Selis Kitaplar

Bu ilginç başlıklı ve kapağında kaynana olduğunu tahmin ettiğimiz yaşlı bir kadının yer aldığı kitabın, yaklaşık 20 yıldır herhangi bir satış başarısı olmamasına şaştım. “Kaynanayı ne yapmalı, kaynar kazana atmalı / Yandım gelin dedikçe altına odun atmalı” diye türküler çığıran bir kültürde, kaynana fobisinin yeşerdiği bu zalım topraklarda bu kitap hiç dikkat çekmemiş gibi. Yazarı ise azimle çalışmaya devam ederek çocuk kitaplarına odaklanmış ve görünüşe göre başarılı satış grafikleri yakalayan birçok çocuk kitabı ve serisi kaleme almış.

Şöhret Psikolojisi – Tanrı mı İnsan mı?

Yazar : Suna Üçkarışoğlu
Yayınevi : Selis Kitaplar

Tam bizim gibi memleketlere göre bir kitap olsa gerek, çünkü sıradan vatandaşlar ünlülere pek bir meraklı. Şimdi bir de sosyal medya etkileyicileri (influencer) söz konusu, onların da incelenesi düzeyde değişik bir kafa yaşadığına eminim. Öte yandan, insan böyle bir başlıkta en azından “psikolog” sıfatını arıyor, yazarının uzman olmadığını görünce kitaba burun kıvırabiliyor. Nitekim uzun yıllar önce basılan kitap bir satış başarısı yakalayamamış. Üstelik, yazarı medya çalışanı olup iyi kötü kitabını duyurabilmesine rağmen böyle olmuş. İlk olarak, kitabın ismi çok hatalı seçilmiş. Bir medya çalışanların ünlülere yönelik yıllara dayanan anı, deneyim, gözlem ve tespitleri dünyanın her yerinde ilgi çekebilecek bir başlıkken bunun yok sayılıp “psikoloji” gibi bir uzmanlık alanına -o uzmanlık da olmadan- yönelinmesi, büyük bir hata olmuş. Tabii kapak falan da “ucuz” durmuş ama o kadar detaya girmeye gerek yok, dönemin imkânları o kadarına el vermiştir. Meraklısı bulursa alıp okuyabilir. Yine çeşitli konularda alınan yanlış kararların kitabın kaderini nasıl etkilediğini görüyoruz. Bu kadar höyhöylü bir başlık atarsan, altını doldurman gerekebilir. Kitap kapakları kahve içerken edilen sohbetlerde hesapsızca kullandığımız tanım ve betimlemelere göre belirlenmemeli.

Domuz

Yazar: Refik Erduran
Yayınevi: Remzi Kitabevi

Refik Erduran yazın ve medya dünyasında bilinen bir isim. Remzi Kitabevi de bir dönem eser kalite ortalaması oldukça yüksek olan, sükseli bir yayıneviydi. Sonra ne olduysa adı sanı çok duyulmaz oldu. Bu da ayrı bir konu, sermaye yayıncılarını bir kenara bırakırsak bir dönemin başarılı yayınevleri ne oldu da piyasada adı sanı pek duyulmaz oldu? Bunun yanıtı teknolojide, yeni medyada ve sektörel ekonominin dönüşümünde gizlidir. Ayak uyduramayanların kan kaybettiğine kuşku yok. Bu hep böyle olmuştur, bir dönem zirvede olan bir yayınevi bir sonraki dönem kapanmak zorunda kalabilir. Bu aslında bir işbilmezlik sorunudur, şirket ve kurum yönetmedeki zafiyetlerle ilgilidir. Gerçi remzi, seçkin bir perakendeci olarak konumlandığı pozisyonunu koruyor denebilir ancak yayınevi yönünün bir dönem olduğu kadar etkili olmadığı meydanda. Her neyse, konuyu çok dağıtmayayım. Listeye ikinci bir “domuzu” aldım, başlık ilgi çekici çünkü, değil mi? Eser, medya dünyasında “yıldız” sayılan bir “aydının” cinsellik ekseninde değişen hayatını anlatıyormuş. Ben okumayı düşünmüyorum ama okunabilecek bir kitap olduğunu düşünüyorum. KitapYurdu’nda ise kitaba yapılan yorumların tarzı ve seviyesi, yazarın zaten belli ve görece nitelikli bir okura hitap ettiğini gösterir nitelikte.

Millî Mücadelede Ayaklanmalar

Yazar : Gn. Kenan Esengin
Yayınevi : Kamer (ilk baskı), Kum Saati (sonraki baskı)

Eski bir kitap, önce Kamer Yayınları’ndan sonra da Kum Saati gibi bir yayınevinden çıkmış. Kitabın yazarı, belirtildiği gibi, bir general. Üniforma fobisi olanlar okumaktan hoşlanmayabilir ancak ben ATASE arşivlerinin ne denli sağlam olduğunu bildiğim için, yazarın da başta buradan yararlandığını düşünerek eseri sepetime attım. Dilerim iyi hazırlanmış bir eserdir. Bugünü ve yakın tarihi anlamak için önemli bir çalışma olarak görüyorum bunu. Kimlerin kökeni bu ayaklanmalara bağlanıyor, o da ayrı bir araştırma konusu olacak kadar önemli bir konu. Attım sepete.

Tutunuş – Aldatılan Erkeğin Dünyasına Soluksuz Bir Yolculuk

Yazar : “Romantik İsyankâr” Halim Bahadır
Yayınevi : Neden Kitap

Neresinden tutsak profesyonel diyemeyeceğimiz görünüşteki esere, yazarın adının kapağa Romantik İsyankar namı da eklenerek yazılması okuru düşüncelere sevkedebilir. Yayınevi’nin adı da zaten bu sorgulamayı yapan cinsten: Neden Kitap? Sahi, neden? Kapakta 50 bin baskı ifadesi var ancak somut olarak bu kadar basıldığını düşünmüyorum, bilindiği gibi bu ifadeler her zaman gerçeği yansıtmıyor ve bir satış taktiği şeklinde kullanılıyor. Neyse. Arka kapak yazısından da anladığımıza göre, yazılanlar gerçekmiş ve aldatılan bir erkeğin yaşadığı buhran anlatılıyormuş. Ne olursa olsun acı deneyimlerin yazılması, bir saçmalık yapıp kişinin kendine ya da başkalarına zarar vermesinden milyon kere daha iyidir. Bu amatör görünümlü kitap ilk bakışta beni gülümsetse ve kitabı okumayacak olsam da yazarı içtenlikle tebrik ve takdir ediyorum. Umarım eserin içinde beni pişman edecek şeyler yazmıyordur (örn: aldatanı kaynar kazana atın).

Anlamsız Düşünceler

Yazar : Oğuz Adanır
Yayınevi : Aşina Kitaplar

Başlığı ve kapağı görünce, bir üstteki eser gibi bir şey sanıp istemeden güldüm. Kitabı açıp detaylarına bakınca cehaletimden utandım. Kitabın yazarı, dolu dolu bir bilimciymiş, unvanlar çok da önemli değil ama profesör olduğunun da altını çizelim. Üstelik, pek çok nitelikli eser üretmiş, başka alanlara da katkılar yapmış bir yazar/düşünür. Cahilliğimden bir kere daha utanıp kitabı hemen sepetime attım. İşte kitabın arka kapak yazısı, bu yazı bile başlığın mantığını anlamaya yetiyor aslında:

Bu çalışmanın başlığını “Anlamsız Düşünceler” olarak koymamın en önemli nedeni bilimsel araştırma heyecanı ve ruhunun tamamen ölmese bile. büyük ölçüde can çekişmekte olduğu bir üniversite ortamında yaşıyor olmamdır. Bu benim çalışmakta olduğum üniversiteyle sınırlı bir düşünce değildir. Bu, ülkenin hemen her yerindeki üniversitelerde çalışan pek çok eski öğrencim, meslektaşım ya da başka alanlarda çalışan arkadaş ve dostlarımın ortak kanışıdır. Ziyaret ettiğim bütün üniversitelerde durum aynıdır. Dolayısıyla çalışmanın, yaratmanın, üretmenin anlamını yitirmiş olduğu bir ortamda (istisnalar kaideyi bozmaz) yeni ve özgün bir şeyler üretmek anlamsız, aptalca ya da çılgınca bir girişime benzemektedir. Ancak başka bir yaşama biçimi bilmiyor ve bundan başkasıyla doyuma ulaşamıyorsanız. geriye yapacak tek şey kalıyor. Bu çılgınlık, aptallık ve anlamsızlığı gidebileceği en uç noktaya kadar götürmek.
Burada araştırmadan, yaratıcılıktan ve bilimsellikten anlaşılması gereken şey yepyeni perspektiflerin oluşmasını sağlayabilecek düzeyde çalışmalardır. İçinde yaşamakta olduğumuz toplum ve dünyayı olumlu yönde değiştirmeye hizmet edebilecek türden çalışmalar. Çok nitelikli, derin ve uzun araştırmaların sonucu olan çalışmalar. Yoksa belli bir entelektüel düzeye sahip ancak sizi hiçbir yere götürmeyen, karşınıza olumlu ya da olumsuz herhangi bir sonuçla çıkmayan, boşlukta kendi etrafında dönen türden çalışmalar değil.

“Bozkurt” Yazarı Ajan Amstrong ve Casusluk Örgütleri

Yazar : Ergun Hiçyılmaz
Yayınevi : Kamer Yayınları

Dünyaca ünlü Bozkurt kitabı bugün bile Atatürk için önemli bir kaynak kabul edilirken Ergun Hiçyılmaz, yine muhtemelen ATASE’den yararlandığını düşündüğüm eserinde, Armstrong’un İngiliz istihbaratıyla ilgili ilişkisini somutladığını, Millî Mücadele karşı çalışmaları belgelendirdiğini iddia ediyor. Bir dönem Atatürk karşıtı faaliyetlerin kaynağı olan İngiliz İstihbaratı’nın Armstrong ilişkilerinden sonra Bozkurt’a bakışınız eskisi gibi olmayabilir. Merakla sepetime ekledim.

Gürültü

Yazar : Hakan Pala
Yayınevi : Şahsi Basım (yazarın kendi yayını)

Uğur Dündar fenomen bir medya ismi, sunucu, gazeteci; bir döneme damga vurmuş bir “halk kahramanı”. Yazarımız ise Uğur Dündar ismine odaklandığı kitabında bunun böyle olmadığını iddia etmiş ve Uğur Dündar ismini sorgulamış. Neresinden baksanız ilginç bir çalışma ve sepete atıp atmamakta kararsız kalırken sırf meraktan sepete atıyorum. Yıllardır kıyıda köşede kalmış bu kitapta bakalım neler yazılmış…

Postmodern İslami Dünyada Kadın Olmak

Yazar : Sabiha Doğan
Yayınevi : Ahir Zaman

İlginç bir başlık ve belirli bir çevrede sıklıkla -kınamayla- dile getirilen bir konuya eğilmiş gibi görünüyor. Böyle bir kitapta nitelik arayışım olduğu için yazarını araştırdım. S. Doğan öğretim görevlisi olarak Hasan Kalyoncu üniversitesinde çalışıyor ve bu kitap da bugüne kadar yayınlanan dört kitabından ilki, 2013’de yazmış. İslami çevrelerde yazarak Akit gibi gazetelerde roman tefrikaları yapan yazarımız, anladığım kadarıyla Milat gazetesinde gazeteci yazarlığa devam ediyor. İlginç bir not olarak, artık Milat ve Akit’in birbirine “biraz karşı” olduğunu söyleyebiliriz zira hükûmet desteğine tam gaz devam eden Akit bir tarafta, Saadet Partisi ekseninde yayın hayatına devam eden Milat öteki tarafta. Herneyse, sonuçta meraklısı için sayılı çalışmalardan biri düşünüyorum ama ben meraklısı değilim.

Lagaluga Yazılar

Yazar : Ateş Nesin
Yayınevi : Truva

Türk yazınının dünyaca ünlü kalemi Aziz Nesin’in ilk karısından oğlu olan ve kamuoyunun diğer Nesin kardeşler kadar tanımadığı Aziz Nesin’in bir kitabı olduğunu biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum ve şimdi bu kitapla öğrendim. Üstelik kendisi 2015 yılında da bu fani dünyadan göçmüş. Kitabın arka kapağında Orhan Erinç’in sitayişle dolu bir takdimi de var. Sırf meraktan sepete attım ve Aziz Nesin isminin bu kararmdaki taşıyıcı etkisini gizlemiyorum.

2. Abdulhamid’in Muhtıraları

Yazar : Mehmet Hocaoğlu
Yayınevi : Kamer Yayınları

Eski bir kitabın yeni basımı ama şimdi tekrar eskimiş diyebileceğimiz bir kitap. İlk baskısında kapakta koca harflerle “belgeler” ifadesi de varmış, o kapağı internetten aratarak görebilirsiniz. Adından anlaşıldığı gibi bir belge derlemesi gibi duruyor. Artık sahaflarda satılan ve çoğu yerde satışı olmayan bu kitap belki sizin ilginizi çeker.

Amerika’ya Nasıl Gidilir? – Amerika & Kanada’da İş ve Eğitim Rehberi

Yazar : İbrahim Özdemir
Yayınevi : Kişisel Yayın (şahsi basım)

Gerçekten daha evvel benzerini görmediğim ilginç bir rehber, Yard. Doç. Dr. İbrahim Özdemir yazmış. 20 seneden daha önce yazılan bu kitap güncelliğini yitirmiş olabilir ama şu dönem çıksa herhâlde daha çok ilgi görürdü. Arka kapak yazısında, başörtüsü kısıtlamalarının olduğu dönemde yazıldığını belli eden, Zeynep ABD’ye gitti, okudu, mezun oldu ve öğretim görevlisi oldu, hemi de başörtüsüyle, anlamında bir yazı bile var. Banker Bilo gibi çağırmış hocam, affetmemiş. Güncelliğini yitirmiş olması olası olan ilginç bir rehber doğrusu.

Fransız Kadınlar Neden Yalnız Uyumaz – Aşkı Bulmanın Keyifli Sırları

Yazar : Jamie Cat Callan
Yayınevi : Epsilon

Kapağa bakıp da arka kapak yazısına göz attığımda kalın bir Cosmopolitan’a baktığımı düşündüm. Arka kapak yazısından bazı incileri alayım:
Fransız kadınların bir erkekle tek başına dışarı çıkmadıklarını biliyor muydunuz?” (Hıı! Biliyor muydunuz!)
“Hiçbir kural yoktur. Hiçbir otoritenin tavsiyesini dinlemezler. Erkek arkadaşlarının karnı tok mu, sırtı pek mi diye endişelenmezler. Ayrıca erkeklerle iletişim kurmak için ta Marsa kadar seyahat falan da etmezler. Aksine, Fransız kadınlarının aşk hayatları romantik, tensel, oyunbaz ve yoğundur.” Oyunbaz, hmm…
“Bu kitabı okuduğunuzda Fransız kadınların kendilerini neden daima seksi hissettiklerini, Fransızların flört etme sanatlarını, Fransız kadınların neden her yere yürüyerek gittiklerini ve fark edilmekten neden bu kadar hoşlandıklarını, Fransız kadınların Erkeklerle nerede tanıştıklarını, Erkeği yaramazlık ettiğinde, ne yaptığını… Ve buna benzer pek çok sırrı öğrenmiş olacaksınız. Âşığınız için hazırlayabileceğiniz tutku dolu yemek tarifleri de cabası!” (Hani karnı tok mu düşünmüyordunuz, Fransız kadınları?)

Aşk Bir Kadın Hastalığıdır

Yazar : Didem Elif
Yayınevi : Pupa Yayınları

Evet, daha az evvel aşk tavsiyeleri veren bir kitaptan, bu sefer Türk bir yazarın âşıklık hâlini hastalık olarak tanımladığı bir kitaba geçiyoruz. Arka kapak yazısından anladığımıza göre acilen erkek bir doktora görünmesi gerekiyormuş: “Doktorum kadındı. Başkalarını bilmem ama aşk, demek ki benim için bir kadın hastalığıydı. Âşık olduğumda duyduğum istekten, tutkudan kaçamazdım ya. Ayrıca bu duyguyu seviyordum. Bu hastalığın tedavisi için bir kadına güvenemezdim doğrusu. Söz konusu olan kadınlığımdı ve ancak bir erkek anlayabilirdi. Mutlaka erkek olan bir kadın doktoruna görünmeliydim.” İlginç…

Akadeğilmi – Akademi’den Üniversite’ye geçiş sürecinde 1980-1990 dönemindeki öğrencilerin deneysel sanat hareketleri

Yazar : Caner Karavit
Yayınevi : S.İ. Sanat (?)

Değil, değil…

Niş gibi niş, kitap gibi kitap… Türkiye’de bu kadar nokta atışı, ortam için fazla detay ve fazla kültürlü kaçacak kitaplara hiç alışık değiliz doğrusu. Kitabı alacak değilim, konu bana uzak göründü ama yazarı takdir etmemek elde değil.

Önce Ben Sonra Müşteri

Yazar : Lale A. Rona
Yayınevi : Rota Yayınları (ilk baskı), Epsilon (sonrası)

Müşteri ilişkileri yönetimiyle ilgili sırf başlığı sayesinde bile okunabilecek bir kitap. Kitabın odak noktası anladığım kadarıyla “Neden birçok insan öğrendiği yöntemleri uygulamakta zorluk çeker?” sorusu ve buna verilen yanıtlar. Epsilon baskısında da merhum Sakıp Sabancı’dan da arka kapak yazısı almayı başarmış yazarımız. Bir dönem müşteri ilişkileri personellerini de yönetirken çok sayıda müşteri ilişkileri yönetimi kitabı alıp okumuştum ama şu dönemde ilgimi çekmediğinden almayacağım. Eğer bu işlere meraklıysanız göz atmanızda fayda olabilir. Sanıyorum bulmak biraz zor hâlâ mümkün.

Kapaklar…

Sadece kapağını paylaşıp geçeceğim son birkaç kitap:

MacFit’in Başarısı Her Patronun Hayali: Maaşsız İnsan Çalıştırmak!

Son yıllarda salon sayısını git gide artırarak sektördeki ağırlığını artıran Mars Sportif, halkın bildiği adıyla MacFit, zincir spor salonlarında çalışan bazı antrenörler çok dertli. Açıkçası, dezavantajlı lokasyonlardaki MacFit antrenörleri, pandemiden önce veya sonra pek fark etmeksizin, MacFit’in hizmet politikaları gereği geçim anlamında dara düşmüş durumdalar, hatta, gülmeyin ama, işe gelmemek için para ödeyen antrenörler bile var! Şaka değil, var. Bu yaşananların detaylarını Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığımızın kıymetli müfettişleri kolayca tespit edebilirler. Bu memleket ne zaman ABD oldu da bu tarz insan çalıştırma modelleri bu kadar yaygınlaşabildi?

Maaşsız Personel Nasıl Çalıştırılır?

MacFit’in sektördeki rekabeti artırması, bunun son tüketiciye sağladığı avantajlar, antrenörlerini eğitmesi, salonlarındaki hizmet kalitesi ve fiziksel imkânlar üzerine rahatlıkla yirmi sayfa olumlu yazarım ama bugün konumuz bu değil. MacFit’in başaramadığı, beceremediği, nereden nereye ne denli başarıyla geldiği üzerine de sayfalarca tespit yapıp eleştiri yazabilirim ama ona da gerek yok. Bugün tek bir soruna odaklanmak istiyorum: Reklamdan kısmayan, arkasındaki sermayeye güvenen bu devasa spor işletmesi maaşsız insan çalıştırmak konusunda neden ve nasıl bu kadar rahattır?

Sistemi ilk tanıttıkları zamanı hatırlıyorum sanırım. MacFit, antrenörlerini maaşla işe almak yerine, karmaşık bir sistem kurgulayarak antrenörleri maaşsız çalıştırmanın yolunu bulmuş ve bu sistemi iyice geliştirmiş durumda. Görünürde MacFit’te çalışan bir antrenör gerçekte işletme namına mesai yapmasına rağmen resmî olarak öyle görünmediğinden, çalışması karşılığında her çalışanın hak edeceği ücreti alamıyor. İşletmenin sunduğu esas hizmete dair işletme içerisinde bulunan antrenörler, MacFit’in personeli olmaktan ziyade “iş ortağı” oluveriyor. Esas geliri ise–satabilirse– özel dersler üzerinden oluyor. Eğer yeterince özel ders satamazsa da öyle asgari ücret falan bile “hak etmemiş” oluyor, ancak MacFit’in “borçlandırma” taktiği gereği işletmeden de öyle erkenden ayrılamıyor.

MacFit’in sistemi “ek ücret şansı” olmaktan çıkıp “temel iş ücretinden işletme lehine kaçınma” şeklinde “başarıya” dönüştürülmüş bir garabettir. Zengin ve gelir düzeyi yüksek müşterilerin bulunduğu semt ve lokasyonlarda, bu iş modelinde çalışmak için bir antrenör üste para bile verebilir, ancak söz temsil Gebze gibi lokasyonlardaki ders satış gelirlerini, diğer lüks salonlarla kıyaslarsanız aradaki uçurumu görebilirsiniz. Antrenörlerin çok fazla özel ders satılmayan MacFit’lerde çalışırken neler çektiğini inşallah buraya yapacakları yorumlardan da görürüz.

Bu sistemin detaylarını anlatırım ama kafanızı şişirmek istemiyorum, tek bir şey istiyorum: Eğer ben gerçek dışı bir şey söylüyorsam MacFit bu yazıyı yalanlasın… Tamam, sen Türkiye’nin en gözde AVM’lerinde dünya kira paraları vererek salon açtın, reklam verip insanları buraya çektin ve antrenörlere de resmen bunu “satıyorsun”. Bu iş modelinde işin suyu çıktı artık, sürekli yeni baskı unsurlarıyla insanları daha da sıkıştırmaktan ne elde etmeyi düşünüyorsun, ey MacFit?.. (son olarak da bir karne sistemi mi ne getirmişler, hey Allahım…)

Devlet Buna Neden Seyirci Kalıyor?

Serbest piyasayı, rekabeti, gelişimin teşvik edilmesini ve daha başarılı olanların öne çıkarılıp geride kalanların daha çok çalışmaya yönlendirilmesinde temelde sorun yoktur. Öte yandan sağlıklı rekabet, ezici ve vahşi bir hâl almaya başlamışsa ve ilgili oyuncunun rakiplerinin rekabet edemeyeceği çeşitli piyasa avantajlarını kullanması aracılığıyla piyasanın genelini zora sokmaya başladıysa orada bir yanlış var demektir.

Hukuki açıdan, MacFit’in uygulamasının ne denli İş Kanunu’na uygun olduğu, bu modelin aklanması ve yaygınlaşması durumunda her sektörde neler olabileceğinin konunun uzmanları tarafından detaylı olarak tekrar değerlendirilmesi zorunludur. Bu zamana kadar bunun ne denli yapıldığı da bu saatten sonra daha çok sorgulanacak bir takip meselesidir. (Yani, tabii ki “yasaya uydurulan” bu uygulamanın işletilmesinde, işlerin ne denli düzgün gittiğinin ne derece denetlenebildiği de ayrı bir sorgu konusudur. Bir işletmenin, çalışanı gibi görünen ama hukuken şirket olan bir başka şirkete fatura kestirerek iş gördürmesi ve tüm bunların aynı çatı olup bitmesi, normal midir? Antrenörlerin kestiği faturalar üzerinden işlerini yaptıran bir firmanın bu yolla başka ne gibi avantajlar sağlayabileceği de devletin vergi gelirleri yönünden ayrıca irdelenmelidir.)

Şunu düşünün: Bir restoran garsonluk yapan insana maaş vermese ve “tabak taşıma hizmeti ücreti” ödese nasıl olurdu? Bu modelin her sektörde yaygınlaştığı korkunç bir dünya düşünsenize… Zannediyorum bu konunun yasal olarak detaylı bir incelemeye tekrar alınması artık zorunludur. Bu konunun da bilahare Bakanlık üzerinden takipçisi olmaya çalışacağım. (Ekleme: Bu örneği tam anlamayanlar olmuş, açayım. Bir restoranın garsona temel maaşını dükkâna giren müşteri sayısı veya taşınan tabak sayısı veya satılan özel menüye göre verdiğini düşünün. Bu satışlarda yeterli performans yakalanamazsa maaşını eksik aldığını düşünün. Durum buna benziyor. Fiilen çalışan gibi işletmede yer alan biri, resmîyette çalışan değil diye temel gelir hakkı elinden alınmış durumdadır. Aslında olan budur.)

Daha Etik Bir Model İhtiyacı

MacFit’in kaliteyi artırmak, personellerini teşvik etmek ancak öte yandan da kendi çalışan giderlerini başarıyla kısmak için yaptığı bu uygulama artık uygulanabilir olmaktan çıkmış, doğru düzgün örgütlenmesi bile olmayan antrenör meslek grubundaki çalışanları neredeyse gelirsiz bırakabilerek belirsiz bir gelecekle karşı karşıya getirmiştir.

Bir işletmenin, vadettiği temel hizmetleri teknik olarak neredeyse bedavaya getirmesi, her şeyden öte etik ve ahlaki değildir. Bu modelin çeşitli salonlarda adil olduğu ancak dezavantajlı salonlarda tamamen işletme lehine olduğu da açıktır.

Gerektiği takdirde konuyu tekrar ele alacağız ancak yönetim kuruluna sunulan raporlarda kâr daha yüksek gösterilecek diye bu kısıntılar yapılıyorsa olmaz olsun öyle kâr, diyemez miyiz? Saatlerini ve günlerini MacFit adına hizmet vermekle geçiren nice antrenörün ay sonunda eline asgari ücret bile geçememesini MacFit yönetimi nasıl izah ediyor?

Bu sorunun da istenirse pek çok çözümü vardır ama ne yazık ki mevcut modelden daha maliyetli olup MacFit’in çalıştırdığı antrenörlere maaş ücreti ödemesini zorunlu kılacağı için belki hoşlarına gitmez…

Bazı MacFit antrenörleri çaresizlikle hayata isyan arasındadır ve aktif çalışıp çalışan haklarına odaklı bir meslek örgütlerinin olmayışı, bir anlamda sahipsiz olmaları da üstlerindeki baskının daha çok artmasına neden olmaktadır. Piyasada artan antrenör sayısı da işletmeleri sesini çıkartan antrenörlere karşı “beğenmiyorsan gelme” tutumuna itebilmektedir.

Bu memlekette yetişmiş ve canını dişine takarak çalışan hiçkimse sahipsiz kalmamıştır, kalmayacaktır da. MacFit’e bugün bunu hatırlatıyorum.

Ekleme: Alo 170 Bu Duruma Ne Diyor?

Merak edenler için bunu da ekleyeyim: Alo 170 Hattı, bu yaşanan durumu “Tamamen yasal,” olarak tanımlıyor. Yasal olduğunu biz de biliyoruz ama onlar işin detaylarına girmek istemiyor ve 100’ün üzerinde şubede yaşanan bu durumu normal karşılamamızı istiyorlar. Diyorlar ki, “Yasa değişikliğini TBMM yapar, SGK açısından bir sorun yok.”. Yeri gelmişken, hâlihazırda mevcut yasaların bu duruma yol açıp açmadığının detaylı yanıtını Mars Sportif’ten ve bağımsız uzmanlardan bekliyorum.

Bir spor salonuna girdiğinizde ortalıkta dolaşan, size MacFit hakkında bilgilendirme yapıp satışa yönlendiren, üstlerinde MacFit logolu tişörtler giyen antrenörlerin “bağımsız bir iş ortağı” mı yoksa “çalışan” olduğunu mu düşünüyorsunuz? Eh, durum bu kadar yasalsa tüm firmalar personellerini kovup onları “iş ortağı” olarak işe almayı bir düşünse daha kârlı olabilir…

Kirli Tuvaletler Varsa Hasta Sayısı Azalır

Sağlık yöneticisi adayları için SAYGEL’de Memorial CEO’su Uğur Genç ile yapılan söyleşide Genç’in, alt kademelerde işe başlamakla ilgili teşvik edici konuşması, akılda kalanlardan biriydi. Daha iyi bir seçeneğiniz yoksa en iyi görünen seçenekten erkenden iş hayatına girin, görün, deneyim kazanın diyordu. Merak edenler söyleşinin tamamını buradan seyredebilir: Uğur Genç SAYGEL Söyleşisi.

Tuvaletler Temizse Generaller Huzurla Uyuyabilir

Hayatımın en huzurlu ve aynı zamanda en eğitici dönemlerinden birinin, zorunlu askerlik yaptığım 15 ay olduğunu hiç tereddütsüz söyleyebilirim. Bundan 15 yıl önce gönüllü komando adayı olarak Eğirdir Dağ ve Komando Okulu’nun kapısından girip Tuzla Piyade Okulu’nda biten askerlik hizmetimde, devasa ordu sistemimizdeki küçük bir lider olarak öğrendiklerim iş hayatım boyunca bana büyük avantajlar sağladı.

Bir çavuş olarak şoförlük, araç komutanı, tim komutanı, manga komutanı, hazır kıta ve AMM komutanı, bölük yazıcısı, acemi eğitim çavuşu, bölük çavuşu, tabur yazıcısı ve nihayetinde kurmay başkanı habercisi (sanırım bir erbaşın yapabileceği en nüfuzlu görev) olarak pek çok farklı görevi üstlendiğim çok hareketli ve öğretici bir askerlik hayatım oldu. Yeri geldi intikal veya arazide hayatı idamede tam teçhizat yağmur çamurun içindeydim, yeri geldi parlak mermerlerle kaplı karargâh binalarında küçük entrikalara şahitlik ettim. Bu günlerin hiçbiri bireysel etkinlikler değildi, daima birdik, birliktik. Dünyaya insan idaresinde kendi kurduğu 10’luk askerî sistemi öğreten milletimize de yakışan budur.

Her neyse, basit bir lider olarak TSK bana sorumlu olduklarım, astlarım, üstlerim, amirlerim, eşdüzey diğer takım liderleri, bağlayıcı yasa ve kurallar arasında sonu gelmeyecek bir denge kurmayı ve işlerin en iyi seviyede yapılarak tarafların çıkarını azami seviyeye çıkarmayı öğretti. Küçük işlerin yapılışını birinci elden görmek veya deneyimlemek, sonraki günlerde bu işleri veya bunlardan sorumlu diğer liderleri yönetirken bana büyük kolaylık ve derinlemesine etkin olmamı sağlayacak bilgiler sağladı. İşleri, kişileri, olay ve süreçleri ülkemizin en büyük ve en güvenilir kurumunda önemsiz bir düzeyde de olsa idare etmek; askerlikten sonra tanıştığım iş dünyası için müthiş bir okul vazifesi görmüştü.

Yaygın kanının (askerlikte mantık olmaz!) aksine ben Türkiye’deki birçok kurumun iç yüzünü görme şansı olmuş biri olarak, TSK’nın ülkedeki en mantıklı, en tutarlı ve en verimli kurumumuz olduğuna inanıyorum. Yeri geldiğinde benim bile aynı takımdaki okuma yazma bilmeyenlerle yüksek lisans yapmış hatta yardımcı doçent olanları eşit hak ve fırsatlarla düzgünce idare edebilmem, büyük çapta düşündüğünüzde TSK’nın ne büyük bir iş yaptığını ortaya koyuyor. Bu liderlik okulunda, binlerce yıllık köklü ve sarsılmaz disiplin anlayışı, aynı zamanda insan duygularının da dikkate alındığı eşsiz bir sentezle hayata geçirilmiştir.

Her geçen gün kendini yenileyen ve geliştiren bu devasa ordu organizasyonumuz tuvalet temizliği, bulaşık, mıntıka temizliği, günlük sakal traşı gibi en basit görünen bireysel ve ekipsel görevlerin anlam ve önemini öğretti bana. Bugün en üst düzey yöneticiler görev bilinci yönünden huzurla uyuyabiliyorlarsa bunu TSK bünyesindeki her bir tuvaletin pırıl pırıl olduğunu bildiği için yapabiliyor. Yapılması gereken işlerin yapıldığını, olması gerekenin olduğunu biliyorlar. Bakın, yüzbinlerce insanın ömrünü geçirdiği ordumuzdaki bu müthiş ve disiplinli delegasyon becerisi sayesinde en üst düzey yöneticilerin içleri rahattır. Ayrıca her biri öğrencilik yıllarında en basit görevleri bile bizzat yapmıştır (evet, Hulusi Akar da emin olun mıntıka temizliği yaptı, yaptırdı ve en alttan, mümkün olan her iş ve işleyişi görerek yükseldi).

Hem bir lider hem de diğer liderlerle veya bağlı olduğunuz yerlerle uyumlu bir takım oyuncusu olmayı bana öğreten TSK’ya, tüm diğer sebeplerin yanında, bir de bunun için şükran borçluyum. Beni bırakırsanız sabaha kadar ordumuzun faziletlerini sayabilirim, onun için temel liderlik becerilerini askerde edindiğimi anlatıp geçmekle yetiniyorum.

Hastanelerde Bina Yaşanırlığı ve Karşılayıcı Personel Disiplini

Bir sağlık yöneticisi adayı olarak belki bazıları iş hayatına küçük ya da büyük bir liderlik seviyesinden başlamayı hayal ediyor olabilir. Bu pek olası olmadığı gibi, o kişi için de pek iyi olmaz çünkü deneyim eksikliğinin bedelini daha ağır şekilde ödeyebilir. Ayrıca, hiçbir aklı başında işletme iş tecrübesi olmayan, kendini ispat etme şansı bulmamış birini sınamadan ona büyük ya da küçük, önemli ya da önemsiz bir sorumluluk verme riskini almaz; en yeteneklilerden olsanız bile mümkün olan en düşük düzeyde sorumluluğu vererek bir süre sizi görüp sınamak ister.

Kendi adıma ben de böyle yapardım. Gerek danışmanlık verdiğim gerekse bizzat yönettiğim yerlerde yönetsel becerileri olan ve kişilikleri uygun olan çalışanları işaretler, onları belli bir süre takip eder, ondan sonra uygun terfiler almalarını sağlayarak sorumluluklarını artırırdım. Bu sayede başarı ve gelirler artardı. Eğer bu farkındalığı olmayan, karadüzen yönetilen başarısız bir işletmedeyseniz de fark edilmeyeceğim hâlde neden yapayım demeyin, oradan alabileceğinizi almaya bakın, inanın daha iyi yerlere layık daha iyi bir personel, biraz çaba gösterirse daha iyi yerlere gidiyor zaten. Önemli olan kendinizi geliştirmektir.

İşe başladığınızda detaylara ve bunların çalışanlar, müşteriler, kurum imajı vb. etkisi üzerine gözlem yapın. Yöneticilik becerisi şeyleri, insanları ve süreçleri yönetmektir ve tümden gelimden çok tüme varım yoluyla daha etkin bir yönetici olursunuz.

Bina yönetimi

Binanın iç, dış ve tesisat yönünden fiziksel kondisyonu, zemin ve diğer kaplamaların durumu, hava kalitesi (taze ve kaliteli hava oranı), ışıklandırma kalitesi (doğru yerlerde, doğru lümen değerinde ve ekonomik), ses sistemi, ısıtma-soğutma sistemleri, temizlik ve bakım harcamaları üzerine farkındalığınız olsun. İnanın, üst yöneticilerin “kıl tüy” denebilecek bu işlere ne kadar mesai harcadığını bilseniz şaşarsınız. Dolayısıyla, temelde bir mühendislik veya satın alma işi gibi görünen tüm bu hizmetler aslında yöneticinin işidir. Bir yönetici adayı olarak işyerindeki boş zamanlarınızda “üstünüze vazife olmayan” işler üzerine kafa yormaktan sakın çekinmeyin. Evet, belki sizden sorumlu kişinin bir balon gibi kocaman ve tahammülsüz egosu üzerinize bir kara bulut gibi çökmüştür ama siz yine de kendiniz için notlar alın. Bu notları aldıkça farkındalığınız gelişecektir ve belki günün birinde bunları gerçekten iyi niyetle ilgilenecek bir yetkiliye sunma şansınız da olabilir.

Temizlik konusu, tıpkı otellerde olduğu gibi, hastaneler için de hayati derecede önemli bir konudur. Hiçbir hasta veya hasta yakını hatta personel bile temizlik konusunda taviz vermek istemeyecektir ve mesela yeterli sıklıkta temizlenmeyen tuvaletler kronik bir memnuniyetsizlik konusu oluşturacaktır. Bu konuya da kafa yorun. Bir yönetici adayı olarak bu işi siz olsanız nasıl daha iyi yaptırabilirdiniz onu düşünün ancak bu noktada şunu söylemeliyim, bulunduğunuz işletmede işlerin nasıl daha iyi yapabileceğiyle ilgili görüşlerinizi size sorulmadıkça daima kendinize saklayın. Çünkü, şu şöyle olsa daha iyi olurdu gibi çözüm sağlamayan laflar kolayca dedikoduya döner ve kuruma da size de zarar verir. Düşünün, keşfedin, anlayın ve bilin ama gerekmedikçe “çenenize vurmasın” yani. Dedikodu üreten bir personelseniz becerikli bile olsanız bu sizi kurtarmaya yetmez, genelde üstünüz çizilir.

İnsan yönetimi

Buna benzer bir olay bankolar için de geçerlidir ve aslında bankolar nesnelerden çok insanlarla ilişkilidir. Düzensiz, dağınık, kirli bir banko arkası görüntüsü çoğu zaman müşteriler tarafından görünür ve olumsuz bir izlenim oluşturur. Çalışılan bir ortamın dağılması doğal olmakla birlikte, “kabul edilebilir” seviye söz konusudur ve bu seviyenin üstündeki dağınıklık işe, kuruma zarar verir. Tüm bunlar da daha az tercih edilme, rekabette geri kalma, daha az kârlılık hatta zarar yazmaya kadar gider.

Yarın öbür gün gittiğiniz ikinci işyerinde, ilk işyerinizdeki performansınıza ve deneyiminize bakarak tüm bankonun hatta tüm danışmanın sorumluluğu size verilebilir ve o kurumda bulunan tek tuvalet bölümü de orada olabilir. İşte yukarıda bahsettiğim gözlem ve deneyimlerinizi kullanma vakti gelmiştir. Bir yönetici olarak, nitelik gerektirmeyen ancak çalışma şartı zorlu olan işlerin doğasını anlamanız önemlidir. Acemi askerken bile arkadaşları 90 gün mıntıka temizliği yaparken kendi sadece 2 gün mıntıka yapmış (başkaları benim yerime gönüllü yaptılar sağ olsunlar), arkadaşları çavuş olana kadar 90 gün dış silahlı nöbet tutarken sadece 12 gün tutmakla gurur duyan biri olarak, gurur duyduğum şey iş yaptırma becerimdir. Bir yönetici olarak etkili ve insanların gönüllü yaptığı çözümleri, teknik bilginiz yanı sıra iletişim becerinizi de kullanarak sağlamalısınız. Yönetici bir işin nasıl yapıldığını biliyorsa bu büyük bir avantajdır ancak o işe kendisi soyunuyorsa o yöneticinin eksiği vardır; yönetici iş yapmak değil, karar almak ve iş yaptırmak için ücret alır ve mecbur kalmadıkça o işleri bizzat kendinin yapması kurumun insan ve para kaynağının israfı demektir.

Sizin sorumluluğunuzdaki bina ve personel o kadar iyi olmalı ki, oraya gelen herkes bunu fark etmeli, takdir etmeli. Bu sayede bir sonraki terfinize giden kapı da açılmış olacaktır. Bu kapıyı açarken arkanızda koltuğunuzu devredebileceğiniz sizin gibi bir lider yetiştirdiyseniz daha da iyi bir yönetici adayısınız demektir.

İlerleyen günlerde sorumlu olduğunuz insanların profili de değişebilir ve sizin de buna uygun değişiklikler yapmanız gerekir. Temelde herkes insan olup çeşitli ortak noktalar paylaşsa da mesela temizlik ekibiyle hemşirelerin, hemşirelerle doktorların, doktorlarla büro personelinin davranışları, beklentileri ve tutumları arasında farklılık vardır. Bu seviyeye gelmişseniz artık tuvaletlerden daha büyük bir sorununuz vardır ve temizlik teknikleri yerine insan ve grup psikolojisi üzerine kafa yorup iletişim becerilerinizi geliştirmeniz gerekir.

En iyi başlangıcın ne olduğunu yola çıkmadan asla bilemezsiniz

Evet, ilerleyen yıllarda satış, pazarlama gibi bilgiler, bir dizi başka bilgi ve daha da ilerlediğinizde finans ve bütçe gibi bilgilere ihtiyacınız olacak ama yolun başındaysanız yolun başlangıcındaki şeylere iyi bakın. Bir sonraki terfiniz iyi yıkanmayan çarşaflara yönelik geliştirdiğiniz farkındalık ve bulduğunuz çözüm önerisinde ya da iyi temizlenmeyen dış kapı çevresinde yatıyor olabilir. Yahut telefonla pazarlama yapan personellerin en yaygın hatalarını ve bunların sonucu analiz etmek size satışlarda ciddi bir artış yakalatabilir.

Her ne kadar artık kurumsal firmaların çoğu bina yönetimi işlerini bu işte uzmanlaşmış kurumsal yerlere verse de bilmekten zarar gelmez çünkü ilk işyeriniz kurumsal olmayabilir. Ayrıca illa tuvalet temizliğini bilin demiyorum size, bu sadece bir örnektir, size, işleri küçümsemeyin ve detaylara hâkim olun diyorum.

Başarı dolu bir kariyer için günlerinizin sıkıcı, tekdüze geçip geçmemesi sizin elinizdedir. İster günleri doldurup maaşınıza alma bakın, isterseniz sürekli gelişim çabasıyla burnunuzu değil ama beyninizi her işe sokup kendiniz için notlar alın. Alacağınız notları kimse görmese bile size sağladıklarına ileride hayret edeceksiniz. Bir yönetici olarak ilk sorumluluğunuz kibir duvarlarınız varsa bunları yıkmak ve kendinizi gelişmeye adamak, sürekli okuyup öğrenmek ve deneyim kazanmak olmalıdır. Bu da başka bir yazının konusu.

Not: Elbette iş hayatında askerlikteki gibi tartışma ve görüş alışverişini kısıtlayan katı bir disiplin olmamalı. Savaş durumundaki disiplin gereğince askerlikte olan bu uygulama, sivil organizasyonlarda hatalara yol açar. Liderlik ve ekip çalışması hayatın her yerindedir ve ben kendi adıma temel liderlik becerilerimi nasıl aldığımdan bahsettim.