Dün bunları yazmışım, uyuyup kalmadan önce:
Yazı yazmak, konusu fitness ya da filler olsun fark etmeksizin, kaçındığım bir iş olmuş. Sanırım, şimdilik hatırlamak istemediğim şeyleri hatırlatıyor yazma deneyimi bana. Ya da hatırlatmıyor, müthiş bir tembelimdir belki sadece. Bakıyorum, öyle de değil. Ne öyleyse? Motivasyon eksikliği. Olsa olsa…
Motivasyon dememeli belki de, Maslow’un us gücünden uydurduğu, ne yazık ki çoğunlukla da geçerli olan, piramitte eksik bloklar vardır belki. Belki öyle olmasaydı, kendimi âdeta tuttuğum günlerin sonunda bir gece sızarcasına uyuyacağım bir an yerine daha dinç anlarımda yazardım.
***
İstanbul yine her zamanki gibi kalabalıktı, “insan seli” klişesini pek sevmiyorum, İstanbul’u ifade etmek için doğru benzetme değil. İstanbul için doğru benzetme, eski bir küflü halıyı kaldırınca ışığın altında çılgınca sağa sola kaçışan binlerce böcektir. Sel, adı afet diye düzensiz değildir; hatta belki de afetler içinde en düzenlisi seldir. Derinde kalmış yollardan geçer su, bizim hoşumuza gitmese de düzenlidir esasen. Oysa kara, küçük, çirkin, çılgın böceklerin koşuşturmacasında en ufak bir düzen yoktur; belki can havlidir, belki çaresizliktir, belki aklın yitip gitmesidir; İstanbul’un üst üste yığılmış insanlarında hepsi vardır.
Güzel gibi yerler, anlar da yok değil, vardır tek tük. Ha bir de, bu gelmemde durmadım evde, duramadım. Güzeldi esasen. Şu böcekler desen, onları zaten kanıksadığım için pek batmadı. Uzak durmaya çalışıyorum. Yaşam bu değil çünkü, en azından insan türüne, türümü geçtim kendime, yaraştırdığım şey bu değil.
***
Zinde Türkiye’ye ufak bir dokunuş başladı. Yeni bir sitede, sıfırdan olur mu; göreceğiz. Hiç kasmıyorum. İkinci ve üçüncü kitabın grafik sorununu çözememişken tamamlamak üzere yazacağım birkaç bölümü neredeyse altı aydır tamamlayamama ne demeli? Buna da iş yüzünden diyorum.
***
Çalışanları eve götüren servis minibüsünde olmakla, şirketin “biznıs kılas” koltuğunda sağa sola gidip geliyor olmanın anlamsal açıdan çok da farkı yok. Konfor dışında belki de hiçbir farkı yok. Oysa birindeki kendini düşük ya da kötü hissedebilirken diğeri de kendini yüce, başarılı falan hissedebiliyor. Her ikisi de saçma. En saçma olanı ise, bunca insanın bunca saçmalığı kanıksaması, bunu sağlıklı, doğal bir düzen sanmaları. Hatta en ufak bir alternatifleri bile yok. Yaşam tasavvurları dahi olmayan ne kadar çok, buna karşın kendi yaşam tanımına göre bir yaşantıyı eline almak için mücadele eden ne kadar az sayıda insan var. Geri kalanı sağa sola koşuşturan böcektir belki de. Elbette, böcekleri görebilmek önce halıyı kaldırmak, sonra üstten bakmak gerekiyor.
Üstten bakmak ya da böcek benzetmesini falan kullanmak, aşağılama ve kibir kalıpları içerisinde görünse de yazının semantiğine uygun, “teşbihte hata olmaz” kontenjanı öğeleridir.
***
Gözlerim kapanıyor, uyukluyorum bazen. Dizüstü bilgisayarın ışığı gözlerimi aşırı rahatsız ediyor. Yazdıklarımı kısık gözlerle seçmeye çalışıyorum; klavyeye alışık parmaklarımın neredeyse kendi kendine çalışması da olmasa, yazıyı sürdürmek mümkün olmazdı.
***
Bir şeyler yapmadıkça bunun diğer hiçbir gerilime benzemeyen gerilimini artan dozlarda duyuyorum.
Gözlerim kapanırken başka yerlerde oluyorum, bedenimle sanki. Uyandığımda geçiyor bu. Sızmayı bu yüzden seviyorum, sızmadan önceki yarı düş yarı gerçek küçücük cennet anları yarattığı için.
Kabus görenler de vardır belki böyle durumlarda. Onlardan olmak istemezdim.
Zaten uyanıkken yeterince kâbus görüyoruz.
***
Neşem yerinde gayet. Güneşli günler de hızla artıyor, yakında bundan yakınacağız.
Yakınmayı da içten içe seven sayısız insan vardır. Konuşacak pek az şeyleri olduğundan, hep aynı şeyler de olsa bir konuşma nedeni ortaya çıksın diye çoğu seviniyordur bu insanların; konuşmayı unuttukları ve hayal satın almakla ömür doldurdukları için olabilir.
***
Uyumak ne tatlı.