Money Whale Oyunu Nedir, Nasıl Para Kazandırıyor + İpuçları ve Taktikler

SONUNDA İLK ÖDEMEMİ ALDIM! (19.04.2021)

2023 yılı Önemli Ekleme: Anlaşılan o ki, 2022 Eylül ayı civarında, oyun ödeme yapmayı durdurmuş ve bir süre daha ödemeleri erteleyip sonra da sunucularını ve oyunu kapatarak içeride alacakları olanları da yüzüstü bırakmış. Buradan da anlaşılıyor ki bu tarz ödül vadeden küçük ve güvenilmez yapımcılar bir süre boyunca ödül veriyorlar ancak tabiricaizse işler belli bir hacme ulaşınca ödemeleri yapmayarak o güne kadar topladıkları reklam paralarını toplayıp yok oluyorlar.

Evet, iki ayı aşkın süren Money Whale maceramda kararlılığım meyvesini verdi ve ilk ödememi aldım 🙂 Açıkçası, bunu bir deney olarak yapmıştım ve bir yerden sonra iş inada binmişti. Şimdi hemen, söz verdiğim gibi, ödeme sürecini özetleyeceğim:

  1. Oyunda Dividend Whale’i hâlâ bulamadım, 5 farklı renkte seviye 38 balinam olsa Dividend Whale olacak ama elimde yanda gördüğünüz gibi 4 farklı renkte balina var ve tam tamına 5 tane yeşil, aynı renkli balina var. Yaklaşık iki haftadır da eskisi gibi oynamıyorum, fırsat bulabilirsem sadece çarkı çeviriyorum ama ona da vakit ayıramıyorum çoğu zaman.
  2. Dividend Whale’im olmayınca kalıcı reklam geliri payı alma hakkına sahip olmadım ama yazıyı okuyan sizlerin sayesinde günden güne referans olduğum kişi sayısı arttı ve yanda gördüğünüz gibi şu an 48 kişiye referans olmuşum. İşte, ilk 10 dolar tutarına bu referanslar sayesinde ulaşabildim.
  3. 10 dolar bakiyeye ulaşır ulaşmaz hemen çekim emri verdim. Bu aşamada, Binance cüzdanımdan Dogecoin’e ait cüzdan numaramı kopyaladım ve oyunda ilgili ekrana yapıştırıp onayladım. Bu işlemi 16 Nisan 2021 Cuma günü yaptım. Oyunun vaadine göre 3 iş günü içerisinde param hesabıma geçecekti. En geç 21 Nisan’da hesabıma geçecekti.
  4. Oyun, bana Dogecoin üzerinden yapacağı ödemeyi hesaplarken 17 küsur Dogecoin çıkarttı. Ya hu o esnada bunun karşılığı 5-6 dolar civarıydı, benim 4 dolarımı nasıl kesti anlamadım.
  5. Dogecoin son haftada aşırı dalgalandı ve yaklaşık 6 katı değere ulaştı. Ben 50 dolarlık 850 adet kadar Dogecoin’imi 2 cent kârdan satıp çıkmıştım armut gibi, dolayısıyla oradan kazanamamıştım.
  6. Eğer oyundan ödememi 1 hafta daha erken alabilseydim bana ödediği Dogecoin’ler tam tamına 6 katı değere ulaşacaktı ve oyundan yaklaşık 50 dolar civarı bir ödeme almış olacaktım (Onlar 10 dolarlık Dogecoin yatıracaktı ama 1 hafta sonra Doge 6 katına çıkınca, bingo!)
  7. 19 Nisan 2021 sabahına Binance hesabıma ödeme geldi. Şimdi eğer istersem, daha evvel de yaptığım gibi, bu parayı Binance TR hesabıma komisyon ödemeden geçirip sonra da Vakıfbank’a 7/24 komisyonsuz aktarabilirim. Şu an 17 Dogecoin 6,5 dolar ediyor, bu da TL olarak 52 TL ediyor. Evet, 2 ay zaman veren biri için az ancak bu saatten sonra emek vermeden günde 10-15 sent arası geliyor referanslarım oynamaya devam ettiği müddetçe. Eğer referans sayım 450 civarı olursa da bunun anlamı günde yaklaşık 1,5 dolar kazanç olacak.
  8. Oyun, vakti bol olan, sabırlılar için Dividend Whale ile kalıcı kazanç şansını sürdürmeye devam ediyor, ben de artık neredeyse hiç oynamasam da günün birinde çark çevirerek alacağım hayvanlarla bunu elde edebilirim. Eğer bu olmasa bile sizlerin 549411 kodunu girerek oyunu yüklemeniz durumunda kazanmaya devam edebilirim. Yazıda neden kod girmeniz gerektiğini açıklamıştım.
  9. Oyuna kaydolduktan sonra geniş bir çevreniz varsa siz de 50 kişiye referans olabilirseniz tahminen 30-40 günde 10 dolara ulaşacaksınız. Bunu çekebilirsiniz. Kriptoparanız yoksa size Binance referans kodumu da bırakıyorum, bu bağlantıdan kaydolursanız ilerideki her işleminizden daha az kesinti yapılıyor (belli limitlerde zaten hiç kesinti de olmuyor).
  10. Kararlılığın zaferi diyorum ve oyunu da üçkâğıtçı olmadığı için tebrik ediyorum.

TR Binance için referans bağlantım (Yüzde 10 indirimli): Tr Binance Avantajlı Kayıt
Global Binance için referans bağlantım(Yüzde 10 indirimli): Binance Global Hesap Kaydı

Yazıya başlamadan önce 05 Mart 2021 tarihli yeni not: Oyuna başladığımdan beri sadece 2-3 gün oynayamadığım oldu (oyun dediysek reklam izleme). Reklamları genelde başka şeylerle uğraşırken basıp “izliyorum” buna izlemek denirse. Bugün ilk 37. seviye balinamı elde ettim. Bakalım, inat ettim, parayı kazanırsam çekerken videoya alıp buraya koyacağım, gerçekten verecek mi vermeyecek mi ve ne kadar sürede ne kadar kazanabiliyoruz. Oyunda gerçekten de referanssız girmek aptallık (adamlar öyle ayarlamış, saadet zinciri gibi sistem), ben referanssız girdim daha az kazanıyorum, size tavsiyem referanslı girin. Referansınız yoksa benimkini referans yazın: 549411 

6 Şubat 2021’de Ekşi Sözlük’te başlığını görünce denemeye karar verdiğim bir oyun olan Money Whale (Türkçesi: Para Balinası) hakkında ilk 24 saatteki gözlemlerimi paylaşacağım bu yazıda. Ayrıca oyunda hızlı ilerlemeniz ve cüzdanınızı daha çabuk doldurmanız için de keşfettiğim basit taktikleri öğrenebileceksiniz. Nasıl para kazanabileceğiniz konusu da aydınlanmış olacak.

Oyunun ilgi görmesinin sebebi, siz hiç para yatırmadan size para kazandırabilmesi, en azından iddia bu. Kripto para dünyasının yabancısıyım, 2009 yılında Paypal veya BTC ile müzik satan yerleri gördüğümde hayal meyal hatırladığım Bitcoin’i o zamanlar Paypal hesabımdan 100 dolarlık alsaydım şimdi dolar milyoneriydim, pek çoklarının benim gibi hikâyesi vardır. Konumuz Kripto paralar değil esasen ama Money Whale’de ödemenin bir başka kripto para olan Dogecoin ile yapıldığını bilmelisiniz. Dogecoin demişken, geçenlerde Dogecoin çılgın atınca hayatımın ilk kripto parasını, Dogecoin’inimi Binance üzerinden 50 dolarlık aldım, tamamen deneme amaçlı. Tabii benim gibi bir amatör en tepe fiyattan aldı, Dogecoinlerimin ederi sonradan 32 dolara kadar düştü ve bir ara 52 dolara çıkıp şimdi tekrar 50 dolar oldu. Açıkçası 10 dolara da düşse 100 dolara çıksa satmaya niyetim yok, bir sene sonunda neler olacağını görmek istiyorum sadece.

Money Whale ismi, kripto para dünyasına aşina olanlar için tanıdık, zira büyük miktarda kripto para barındıran cüzdanlara whale yani İngilizce balina nediyor. Tabii bir de kötü bir üne sahip Blue Whale oyunu var ancak oyunun bununla bir ilgisi yok.

Parayı neden ve nasıl verebiliyor?

Oyunu oynarken çıkan reklamlara bakarsak oyunlarda gerçek para ödülleri verilmesi yeni değilmiş ancak ne yazık ki gerçek para ödülü veren uygulamaların çoğu sanal kumar oyunu ve elbette oynamak akıllı işi değil. Hiçbir kontrolünüzün bulunmadığı dijital bir ortama para yatırıp kârlı çıkmayı ummak iyimserliğin ötesinde bir enayilik olacaktır. Fakat bu oyun sizden beş kuruş istemiyor, “Ben sana vereceğim sen rahat ol baboş, güzelliği getiricem sana!..” diyor. Nereden buldun gardaş sen bu parayı dediğimizde ise, benim yayınladığım ve sizlerin izlediği reklamlardan aldığım paralar var ya, hah, işte ben o paraları sizinle paylaşacağım diyor. Bu yönüyle de Youtube benzeri bir gelir modeli olduğunu görüyoruz, ancak bu sefer Youtuber gibi reklam izleten değil, reklamı izleyen ve izlediğimiz reklamlardan pay alan tarafız. Gelir ve paylaşım modeli temelde bu. Yaygınlaştırmak içinse referans gelir modeli oluşturarak sıtkımızı sıyıran çok katlı pazarlama stratejilerine selam çakıyor ancak referans uygulaması hâlihazırda çok yaygın bir uygulama, onları suçlayamam. Referans olduklarınızdan da onların gelirine dokunmadan çok küçük miktarlarda size ödül veriliyor.

Yani parayı kendi kazandığı reklam paralarından vereceğini söylüyor. Peki, parayı bize nasıl ödüyor? Bir kripto para olan Dogecoin ile ödüyor. Çekim yapmak içinse oyundaki cüzdanınızda en az 10 dolar olması gerekiyor ve 10, 50, 100, 200, 400 dolarlık çekimler yapabiliyorsunuz. Çekimlerde %3 transfer bedeli alıyor ve 3 iş günü içerisinde hesabınıza yatırıyor. Ancak, ilk çekiminiz için transfer bedeli kesintisi yapmayacağım diyor, bu şekilde 10 dolara ulaşanları motive edip onların payını içeride tutarak 50 dolara kadar kalmalarını da sağlıyorlar. Kendi adıma, 10 USD’yi görür görmez gavura vurur gibi butona vuracak ve 10 dolarımı alabilirsem bu yazıyı güncelleyeceğim. Kaç günde aldığımı, nasıl aldığımı da bu yazıyı güncelleyerek size anlatacağım. Benim de dijital cüzdanım var yani, ayık olun, teknoloji benden sorulur!

Ben neden oynuyorum?

Benim bu sitemi de barındıran bulut server ufak, ucuz ve ayda sadece 5 dolar. Evden çalışıyorum ve çalışma seanslarımın sonrasındaki molalarımda 10-20 dakika çay kahve molası veriyorum. İşte bu molalarda telefondan ufak oyunlar oynadığım oluyor, bir sürü oyunu deneyimleyip bir süre sonra siliyordum. Artık bir süre Money Whale oyununa şans vereceğim, sonuçta tüm oyunlar, eğer ücretli abonesi olmazsanız, size reklam izletiyor. En azından bu oyun reklam izletse de bana da pay veriyor gibi. Evet, oyun zevki neredeyse hiç yok ama zaten esas aradığım o zevk değil, benimki basit bir dinlencede kafamı dağıtmak olduğundan, çok da önemli değil. Eğer makul bir sürede server paramızı çıkarırsam, Allah bereket versin balina reis diyerek yola devam edeceğim. Şu an oyundaki liderin 154 USD kazandığı görülüyor, üstelik o da bir Türk, bu arkadaş bu parayı çekti mi çekecek mi, Zeki Müren de onu görecek mi, bilmiyorum. O arkadaş burayı okursa yazsın, bilelim.

Bugün Amerikan dolar kuru almış başını gitmiş, eğer bu oyun kimseyi yormadan ayda 15-20 dolar kazandırabilirse, gençlerin hobileri için mini minnacık bir kaynakları olmuş olur. Elbette, maliyet (burada zaman) fayda (burada kripto para) analizi iyi yapılmalı. İşi gücü olan, birtakım becerilere vakit ayırarak kendine yatırım yapanlar için bu oyun zaman kaybı olacaktır ancak mesela Instagram’da saatlerini harcayanlar için bu oyun muhtemelen daha iyi olacaktır, en azından size karşılığında kırıntı da olsa bir şeyler veriyor. Diğer boş uygulamalar ne veriyor, gençler bu soruyu kendine sorsun. Bana sorarsanız da boş zamanları olanlar kendilerini eğitsin. Ben Mustafa Kemal İlşad Özkan olarak şimdilik var olan küçük aralarda kafa dağıtıyorum ve bu oyunun gerçekten bana para verip vermeyeceğini görmek istiyorum.

Veri paylaşımı, gizlilik ve güvenlik konusu

Oyunu yükleyip açtığınızda giriş için Facebook, Twitter veya Telegram hesabınıza erişim istiyor. Ben Facebook üzerinden onay verdim. Bir başkası hiçbiri üzerinden onay verememiş çünkü oyun server hatası veriyormuş, bunun üzerine oyun en sonunda onu bu hesapların hiçbiri olmadan kaydetmiş. Bu da mümkün yani.

Ha, Money Whale’in diğer uygulamalar üzerinden istediği izinler veri paylaşımı, gizlilik ve güvenlik yönünden ne derece sakıncalıdır, onu lütfen uzmanları söylesin ama ben sıradışı bir şey görmedim, sezmedim. Verilerimizin önemli kısmı zaten başta büyük firmalar olmak üzerine gizli veya açık sürekli takip ve işleme altında zaten.

Oyunun mekanikleri ve oynanışı

Oyun basit bir “merge” (birleştirme) ve “idle time” (boşta kalan makinenin oyunda ilerletmeyi devam ettirmesi) oyunu. Oyunda merge yapabilmek için sadece 12 adet kutucuğunuz var, bu da işinizi oldukça yavaşlatıyor ve gelişmek için gereken tıklama sayısını artırıyor.

Oyundaki altınlarla hayvan satın alıyorsunuz, satın aldığınız bu hayvanları birbiriyle birleştirip başka hayvanlar elde ediyorsunuz. Sonra o hayvanları da birbiriyle birleştirip başka bir hayvan elde ediyorsunuz ve bu türler arası garip birleşim, tüm evrim kurallarını yerle bir ederek salyangozdan karıncalara, kuşlardan yılanlara, kirpilerden dinozorlara ve nihayetinde de zirvedeki balinaya erişmenizi sağlayarak size 50 dolarlık bir ek ödül daha veriyor.

Ancak bu birleştirme o kadar kolay değil tabii ki, çünkü her bir hayvan bir öncekine göre çok daha pahalı. Bunun için oyunda yalnızca ilk hayvanı satın almak zorunda değilsiniz, oyunda ilerledikçe daha ileri seviye hayvanları “Store” bölümünden satın alabiliyorsunuz.

Püf Noktası: Oyunda her hayvan, markete ilk geldiğinde oldukça makul bir altın bedelinden satışta oluyor. Kolayca satın alabiliyorsunuz. Ancak her satın alma işleminden sonra bu hayvanın satın alma bedeli artıyor. Çok şükür bu artış sonsuz değil, her hayvanın fiyatında bir tepe noktası var ve ondan sonra bir daha fiyatı artmıyor. Örneğin en başında 3-5 altına alınabilen ilk hayvanımız sümüklüböceğin nihai bedeli 86.700 altın olarak sabitleniyor. İşte püf noktamız burada devreye giriyor: İki sümüklüböceğin birleşimiyle elde edilen karınca hayvanının nihai bedeli ise 336.000 altın. Yani, iki sümüklüböcek alıp birleştirmek 2 x 86.700 = 173.400 oluyor ki bu da marketteki karınca maliyetinin hemen hemen yarısı demek. Bu püf noktasından faydalanmak özellikle oyunun başlarında muazzam fark yaratmanızı sağlıyor. Ha, elbette, sümüklüböcek fiyatınız 86.700’ çıktıktan sonra, karıncaları bir süre satın almanız lazım. Çünkü karınca da marketinize ilk geldiğinde oldukça uygun fiyattan, birkaç yüz altından satılıyor ve 173.400’ün altındaki her maliyet sizin için daha kârlı bir karınca demek. Bu sayede ilk başta çok hızlı gelişebiliyorsunuz.

Bu mantıkla düşünürseniz her hayvanın aslında bir sümüklüböcek bedeli var. Basit bir tablo yaparak balinaya varana kadar sadece sümüklüböcek kullanmak isteseniz sadece bir tek balina (ki bir tane yeter zaten) için kaç adet sümüklüböcek birleştirmemiz gerektiğine bakalım.

2 Sümüklüböcek = Karınca
4 Sümüklüböcek (iki karıncanın birleşimiyle oluşacak)= Arı
8 Sümüklüböcek = Kelebek
16 Sümüklüböcek = Fare
32 Sümüklüböcek = Kaplumbağa (tosbaaaaaa!)
64 Sümüklüböcek = Papağan
128 Sümüklüböcek = Baykuş
256 Sümüklüböcek = Yılan (Fatih Ürek)
512 Sümüklüböcek = Kirpi
1024 Sümüklüböcek = Sincap
2048 Sümüklüböcek = Tavşan
4096 Sümüklüböcek = Horoz (tavuk demişler ama bildiğin horoz kardeşim)
8192 Sümüklüböcek = Flamingo
16.384 Sümüklüböcek = Kuğu
32.768 Sümüklüböcek = Kedi
65.536 Sümüklüböcek = Koyun (koyun demişler ama keçi bu)
131.072 Sümüklüböcek = Domuz
262.144 Sümüklüböcek = Maymun
524.288 Sümüklüböcek = Penguen
1.048.576 Sümüklüböcek = Kanguru
2.097.152 Sümüklüböcek = Tavus kuşu
4.194.304 Sümüklüböcek = Sika geyiği
8.388.608 Sümüklüböcek = Kaplan
16.777.216 Sümüklüböcek = Leopar
33.554.432 Sümüklüböcek = İnek
67.108.864 Sümüklüböcek = Yunus
134.217.728 Sümüklüböcek = Deniz aslanı
268.435.456 Sümüklüböcek = At
536.870.912 Sümüklüböcek = Orangutan
1.073.741.824 Sümüklüböcek = Deve
2.147.483.648 Sümüklüböcek = Zürafa
4.294.967.296 Sümüklüböcek = Fil
8.589.934.592 Sümüklüböcek = Dinozor
17.179.869.184 Sümüklüböcek = Köpekbalığı
34.359.738.368 Sümüklüböcek = Gergedan
68.719.476.736 Sümüklüböcek = BALİNA !!!

Görüldüğü gibi 2’nin katları sistemiyle devam eden bu lineer artış, sincaptan sonrası için sümüklüböcekten yola çıkmayı oldukça zorlaştırıyor. Yine de oldukça inatçı bir tipseniz Flamingo seviyesine kadar sümüklüböcek ordunuzla ormanları fethedebilirsiniz! Ondan sonrası ise teknik olarak mümkün görünmüyor. Yine de ben ömrümü bu işe adayıp 68 milyar sümüklüböceği birleştireceğim ulan diyen bir akıl hastasıysanız bile size kötü bir haberim var: 80 yıl boyunca aralıksız her saniye bir sümüklüböcek birleştirebilseniz bile yaklaşık sadece 2,5 milyar sümüklüböcek birleştirebilirsiniz. Ancak sadece 12 kutuyla bunu yapmak zorunda olduğunuzu da unutmayın ki bu da imkânsızlığın bir başka gerekçesi.

Tabii oyunu tasarlayanlar bunu da düşünmüş ve Storage adı verilen bir bölüm meydana getirmişler. Dolayısıyla, belli noktalardan sonra sümüklüböceği terk edip altın maliyet artışını normal kabul ederek karıncaya, sonra da arıya, sonra da kelebeğe falan geçeceksiniz. Karıncaya geçtiğinizde yukarıdaki maliyetler yarıya inecek, arıya geçtiğinizde ¼’üne inecek, kelebeğe geçtiğinizde 1/8’ine inecektir. Ecnebiler gibi söylemek gerekirse: Matematik, sürtük!

Püf noktaları

Ekleme: Oyunda üçüncü gün ve şu anda 21. Seviye yani Kanguru seviyesindeyim. Şu anda marketteki ucuz kedileri bitirdikten sonra birleştirmelerimi 12-13 ve 14’üncü seviyelerdeki tavşan, horoz ve flamingodan yapıyorum ve kısa sürede gelişmeye devam etmek mümkün oluyor.

Püf Noktası Ekleme: Şu an (21 Şubat) 33’üncü seviyedeyim ve Sika Deer üzerinden hayvanları birleştiriyorum, marketten geyik alıyorum yani. Bundan önce de uzun süre penguen almıştım. Bazı hayvanlar uzun süre maliyet ve süre kazandırma yönünden açık ara diğerlerinden ayrışıyor, bunları görüp bunlarla gelişmeniz nihayetinde size zaman kazandırıyor.

Yeni püf noktaları: 08 Mart’ta, yani oyuna başladıktan bir ay sonra diyelim, ilk seviye 38 balinamı oluşturdum ve yeşil renk bir balina elde ettim. Ancak, fark ettim ki, diğer hayvanlardan farklı olarak, ilk seviye 38 balinanızı oluşturmak için acele etmemeniz daha iyi olur. Çünkü altın geliriniz ciddi şekilde olumsuz etkileniyor. Şöyle ki, bir adet seviye 37 balinanın saniyelik getirisi 510,76 b iken bir adet seviye 38 balinanın getirisi 647,91 b oluyor. Aradaki fark, balinaya kadar gelen tüm hayvanlardakinin aksine, orantısız! Yani, balinaya kadar hayvan yükseltmek her zaman daha çok kazandırırken balinadan itibaren 2 adet seviye 37 balinayı birleştirmemek daha kazançlı, çünkü 2 adet seviye 37 balinayla saniyede 647b elde etmektense ikisini birleştirmeden tutarak saniyede 1020b elde etmek çok daha kârlı olacaktır. Bu da bir reklam izlemede %60 daha fazla kazanç demektir ki hayvan satın almada olağanüstü işe yarayacak bir fark demektir bu da.

Network connection hatası için püf noktası: Açıkçası, bunun için yapacak pek bir şey yok. Tek yapabileceğiniz gece veya günün ilk saatlerinde oyuna girerseniz bu sorundan neredeyse hiç etkilenmemek olacaktır. Gece 2’ten sabah 8’e kadar server’lar oldukça boş olmalı ki bu hatayı neredeyse hiç almıyorsunuz. Gündüz saatlerinde ise aşırı alıyorsunuz. Ben bazen sabah 4-5 gibi uyanınca bir yandan çalışırken bir yandan da bu oyunu oynayıp reklamları izliyorum ve hiç takılmıyor diyebilirim. Saat sabah 7’de de reklamlar tazeleniyor ve teknik olarak 2 saat içerisinde 40 reklam izleyebiliyorsunuz (bir önceki gün gece verilen reklam hakları ve sonraki günün gündüz verilen reklam izleme hakları).

Oyundaki altın kaynakları

Birinci Kaynak, Hayvanlar: Oyundaki temel gelir kaynağınız sahip olduğunuz hayvanlarınız saniyede getirdikleri altın. Hayvanların maliyeti gibi kazandırdıkları altın da yaklaşık 2 ila 2,5 katları şeklinde gibi bir ortalamayla ilerliyor. Bir adet sümüklüböcek saniyede 1 altın getirirken bir adet karınca saniyede 3 altın getiriyor. Oyuna başladıktan sonraki ilk 10 dakikada elde edebileceğiniz bir adet papağan size saniyede 124 altın getirecektir. Bu da 1 saatte 446.400 altın eder. Bir adet sümüklüböcek 1 saatte size 3600 altın, bir adet karınca ise size 1 saatte 10.800 altın getirmektedir. Dolayısıyla olabildiğince çabuk hayvanları birleştirip bir üst seviyedeki hayvana geçmeniz, düşük seviye çok sayıda hayvana sahip olmaktan çok daha kârlı görünüyor. Saniyede kaç altın kazandığınız, ana ekrandaki altın miktarınızın altında rakam/s şeklinde yazıyor.

İkinci Kaynak, Altın Reklamı: Reklam izleme. Oyun zaten size hayvan satın aldırıp altınlarınızı tüketmek istiyor, çünkü oyunu yapanların para kazanması buna bağlı. Altınınız bittiği hâlde satın almaya basarsanız, “Aaaa, altın bitmiiiiiiş, reklam mı izlesek de altın mı kazansak acabaaaaaa?” diye bir soru ekranı geliyor. Tabii, izleyelim gülüm derseniz de 5 ila 30 saniye arasında değişen bir sürede size reklam izletiyor. Oyunun reklamlarını aldığı ağlar artık hangi havuza aitse, çoğu kumar tarzı oyunların veya finans, kripto para gibi uygulamaların reklamı. Her bir reklam izleme size o anki gelir seviyenize göre 2 saat boyunca elde edeceğiniz altını veriyor. Dolayısıyla seviyeniz ve saniyelik geliriniz yükseldikçe reklamlardan elde ettiğiniz gelir de artmış oluyor. Reklamları sonuna kadar izlemeden kapatırsanız altın yerine havanızı alıyorsunuz. Fakat bu kaynak da sonsuz değil, şu an bana diyor ki, günde 20 reklam izleyebilirsin (ekleme ve düzeltme: 12 saatte bir yenilenen 20 reklam oluyormuş, günde toplam 40 reklam yani), daha fazla değil. Eh, peki. Bu gelir, hayvanlardan idle time’da elde edeceğiniz gelirden çok daha fazla çünkü 2 saat x 20 sefer = 40 saatlik altın geliri demek oluyor.

Oyunun başında kolayca yükselip ilk gün reklam haklarınızı geldiğiniz en üst seviye hayvanda kontrollü kullanmaya başlarsanız çok daha çabuk gelişiyorsunuz tabii.

Üçüncü Kaynak, Çarkıfelek: Oyunumuzda yukarıda Draw yazan bir çarkıfelek var. Bu çarkıfelekte kaybetmek yok, kazanmak veya daha fazla kazanmak var. Günde 5 defa çevirmek hakkınız var ama bunlar bitince Bonus yazan yere tıklayarak tekrar bir 5 adet çevirme hakkı elde edebiliyorsunuz ancak bunun da bir sınırı var. ÖNEMLİ NOT: Kendi adıma oyunda son seviyelerde geldiğimde kesin olarak emin oldum ki, çarkıfeleği olabildiğince çok çevirmeniz daha kazançlı. 5 veya 10 katı bonusunu da aldığınızda yüksek ödüller geldiğinde bunların 5 veya 10 ile çarpımı çok büyük altın kazançları sağlıyor.

Dördüncü Kaynak, Bonus: En üst solda Bonus yazan ve saat başı yenilenen bir sayaç var. Buradan da saatte, saniyelik gelirinizin 3 bin katı gibi bir tutarda altını alabiliyorsunuz anladığım kadarıyla.

Beşinci Kaynak, Referanslarınız: Evet, ilk olarak sevgilimi bu kirli çarkın içine çekerek ne kadar da paragöz olduğumun, sentlerin peşinde bir ömür geçireceğimin sinyallerini kendisine vermiş oldum. Ardından da yakın arkadaşlarımı büyük kötü kurt gibi bu ormana çekmeye, hayvanlarla haşır neşir olmalarını sağlamaya çalıştım. Arkadaşlarım hâlen benden gelen mesajı bir spam zannediyor, birçoğu telefonla arayıp senden bir mesaj geldi, haberin var mı diyor. Evet, var! Hepinizin benim gözümde basit sentlerden, çil çil Dogeocin’lerden ibaretsiniz ve ben sizinle bu günler için arkadaş oldum! Eh, ne yazık ki bunu anlamalarına rağmen benim gibi bu deneye giren henüz olmadı, hepsi de harcadıkları zamanın elde edecekleri gelire değmeyeceğini düşündü. Ya hu, siz de çocuk işçi çalıştırın be kardeşim! O kadar çoluk çocuğunuz var, verin ellerine hayvanları birleştirip balinanın peşine Kaptan Ahab misali düşsünler!

Her neyse, sonuçta referanslarınız 4. Hayvan seviyesine ulaştıktan sonra kazandıkları altına göre bir miktar ödül de size de geliyormuş ama ne kadar geliyor falan hiç ilgimi çekmedi.

Oyundaki en büyük sorun

Oyundaki en en en ama en büyük sorun bağlantı sorunları! Yıldırıcı derecede bağlantı sorunu var ve oyunda yaptığınız pek çok hareket “Network connection timed out” denen illet hata yüzünden geçersizleşiyor. Tekrar yapıyorsunuz tekrar takılıyor falan. Sabırlı olmanız lazım. Bunun sebebi, oyunun bu kadar tutacağını öngöremeyen gariban Hintli gardaşlarımızın yeterli büyüklük ve genişlikte bir server satın alamaması sanıyorum. Neyse, benim gibi kerizler sayesinde cukkalayacakları parayla server’larını büyütürler umarım.

Parayı çekince bu yazı güncellenecektir. Takipte kalıp haftada bir kontrol edin.

Bakalım, Hintli olduğunu sandığım oyun geliştirici gardaşlarımız bu oyunla Türkiye’yi kasıp kavurabilecek mi? (Ekleme: Hintli sandıklarım Endonezyalı sanırım.)

Referans kodu meselesi

Son olarak, bu yazı için şükran duygularınız kabarmış ve oyunu denemeye karar vermişseniz lütfen oyundaki invite code kısmına 549411 yazın ki benim küçük bir minyonum olarak saltanatımı kurmama katkınız olabilsin, sizi köleler!

Önemli ekleme: Oyundaki üçüncü günüm ve fark ettim ki oyunda referansınız olmazsa daha az gerçek para kazanıyorsunuz. Çünkü benim referans olduğum iki kişi de iki günde 2 dolara çıkmışken benim referansı olmayan ana hesabım hâlâ 1,86 seviyelerinde. Araştırınca gördüm ki eğer sizin bir referansınız yoksa daha az kazanıyormuşsunuz. İlginç bir mekanik ama durum bu.

Yeni ekonomi enteresan bi’ şey!

Evet, şaka maka, oyundan parayı çektiğini söyleyen pek çok kişiye bakarak bu denemeyi yapıyorum ama yeni ekonomi, oldukça ilginç bir yer oldu. Sosyal medya hizmetlerini sunan firmalar, temelde bedava diye sunuyorlardı ancak Social Dilemma belgeselinde de anlatıldığı gibi, dikkat ve ilgimizin trilyon dolarlarla ifade edilen bir değeri var toplamda.

Bir diğer nokta ise, onbinlerini, yüzbinlerini, milyonlarını reklama harcayan firmalar, o reklamları kimin izlediğinin umarım farkındadır? Geçenlerde yerli ve ulusal bir markanın yüzbinlerce liralık reklamını “izlenme sayısına” yatırdığını, bu sayının ise yurtdışı kaynağı belirsiz izleyicilerden yükseldiğini tespit etmiştim. Yani, doğru dijital reklam kampanyası yürütmezseniz markanızı, reklamınızı Bandladeşli çocuklar izliyor olabilir yahut Pakistanlı bir ev hanımına tanıtım yapılması için para saçıyor olabilirsiniz.

İşte, bu duruma karşı bu gibi amatör denebilecek girişimlerin bile ortaya çıkması yönünden, konunun meraklıları bu yönüyle de baksın olaya. Ben sadece, internet bağlantısı olan, akıllı telefona sahip birinin bile ne kadar reklamla kaç dolar kazanabileceğini görmek istiyorum. Bunun da ne kadar zaman alacağını merak ediyorum biraz. Lütfen bu konuyla ilgili bilgi ve düşüncelerinizi yorumlarda paylaşın, evrenin sırrını hep birlikte çözelim.

Zengin Baba Yoksul Baba yahut Büyüklere Zenginlik Masalları

Bu hafta SAYGEL başladı, benim için yararlı bir deneyim olmasını umuyorum; merak edenler Linkedin ve Instagram gibi platformlarda bu hevesli topluluğu takip edebilir, ana konumuz Sağlık Yönetimi. İlk haftanın konuğuyla buluşmadan önce Robert T. Kiyosaki’nin “Zengin Baba Yoksul Baba” kitabını okumamız istendi. Okuyalım dedik, okumadan önce işte kitabın temel bilgileri:

Kitap Adı                                             : Zengin Baba Yoksul Baba
Yazar(lar)                                            : Robert T. Kiyosaki ve Sharon L. Lechter
Çevirmen                                           : Dilek Şendil
Yayınevi                                              : ALFA
Okuduğum edisyon tarihi            : Temmuz, 2006 (ilk Türkçe baskı Eylül 2005, orijinal ilk baskı 1997)
Sayfa sayısı                                        : 253 (kitabın en son Türkçe baskısı satışta değil ama 400 sayfa bilgisi verilmiş, demek ki sonraki baskılarda eklemeler yapılmış, muhtemelen yazarın bir kitabı daha eklenmiştir).
Konu                                                    : Finansal Gelişim, Kişisel Gelişim

Zengin olacaksan ilk kazığı ortağına, sonra da okurlarına atacaksın herhalde…

Kitabı birkaç yıl önce bir miktar işletme kitabı satın alacakken görmüş ancak başlık bana güven vermediği için almamıştım. Eh, kaçış yokmuş, malum sebepten 25-26 Ocak 2021 tarihlerinde okudum, her şey iyi başlamıştı aslında. Hatta fazlasıyla iyiydi, hatta o kadar “iyi gösterilmeye çalışılmıştı” ki kitabın yazarını sorgulama gereği duydum.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Bir zamanların rekortmen çoksatar (bestseller) yazarı Kiyosaki, 2000’lerin başındaki süksesinden bir süre sonra oldukça tartışmalı bir figür hâline gelmiş ve deyim yerindeyse birkaç defa biraz rezil olmuş. Kitabın ortak yazarı Sharon L. Lechter’in 2007’de kendisine açtığı dava sonunda bir süre sonra ona 10 milyon Amerikan Doları vererek sulh olmuşlar. Detaylar: https://slate.com/business/2016/02/robert-kiyosaki-s-ongoing-legal-dispute-says-everything-about-the-shadiness-of-personal-finance-gurus.html ve http://archive.azcentral.com/arizonarepublic/business/articles/2008/09/04/20080904biz-richdad0904.html

İlerleyen zamanlarda Kanada’da bir dizi seminer pazarlayan Kiyosaki’nin maskesini ise Kanada televizyonu gizli kameralarla düşürmüş. Seminerlerinden birine katılarak nasıl para söğüşlediklerini ve bir çark kurduklarını göstermiş. Seminerlere 400-500 dolara gidip daha sonra binlerce hatta onbinlerce dolarlık başka “zengin olma seminerleri” pazarlandığını, ardından da dağ başındaki bomboş arazilerin kârlı yatırım, hemen şimdi, şu an satın alın diye pazarlandığını göstermişler. Kiyosaki’nin 2010 yılında CBS’den Allan Roth tarafından biraz rezil olduğu haber videosunu şuradan izleyebilirsiniz: https://www.cbc.ca/player/play/1404600019

Zengin Baba karakteri uydurma bir karakter

Kitabı okuyunca, kitapta Robert’ın çocukluğundaki gerçek bir kişi gibi bahsedilen zengin baba bir noktadan sonra bana kurmaca gibi gelmişti. Gerçek olamayacak kadar kitabın konusuna uyumlu bir karakterdi, küçücük Robert’ın onun yumurtladıklarını da kelimesi kelimesine hatırlaması da bir başka mantık hatasıydı.

Nitekim Kiyosaki gardaşımızın da bunu 2017 yılında gayet normal bir olaymış gibi itiraf ettiğini görüyoruz. Ona göre, okuru motive etmek ve zengin olmanın yollarını göstermek için bu gerekliymiş. Evet, kitap boyunca “Helal olsun dayıya!” diyerek okuduğunuz Zengin Baba’nın aslında hiç var olmadığını öğrenmek de biraz hayal kırıklığı olabilir sizin için: Detay: http://ethanvanderbuilt.com/2014/01/20/robert-kiyosaki-scam-artist-yes-opinion/

Eğitimlileri aşağılamadan olmaz tabii…

Sadece bizim veya ABD’nin değil, dünyanın tüm ülkelerinde iyi eğitimli, becerikli ve uzman nüfus daha az eğitimli nüfustan azdır. Azınlıktır yani. Buna karşın bazı ülkelerde cahillik yüceltilir. Bunun sosyoekonomik ve politik kökenlerine girmek niyetinde değilim ama ABD’liler genel olarak pek de eğitimli bir millet değildir ve doğal olarak bu kitaptaki tavır eminim hoşlarına gitmiştir. Kiyosaki okumuş etmiş kesimin bir tek anasına sövmemiş ama ne kadar “aptalca” davrandıklarından sık sık bahsederek bu tarz okuru okşamış. Ben bu görüşüne katılmıyorum. Her şeyden azar azar bilen genelde hiçbir şey hakkında kavrayıcı bir bilgiye sahip olamaz ayrıca uzmanlaşmak da, hele rağbet gören bir yetenekteyse, sizi rahatlıkla zengin edebilir. Elbette, vasıfsız milyonlar bunu duymaktan hoşlanmayacaktır. Onlar, pek çok insan gibi al-sat yaparak, vurgun yaparak, emlak ve rant peşinde koşarak “fırsatları” görüp köşeyi dönmeyi hayal ederler. Bunu yapanlar var mı? Elbette az da olsa var. Ancak bunları yapmak kitapta anlatıldığı kadar kolay olmadığı gibi, pek çok durumda ahlaki sorgulamaya da sebebiyet verebilir. Yine de insanı sarsıp, “Kendine gel ulan! Etrafına bak! Kesin bir yerde bir fırsat göreceksin!” demesi de güzel bir şey. Evet, eğitimsizlik suç sayılmaz ama eğitimli insanları aşağılamak da eğitimsizlere bir şey kazandırmayacaktır ve doğru da değildir, topluma zarar verir.

Kitap okunur mu?

Açıkçası, yukarıda anlattığım ve Wikipedia’da da değinilen tüm rezaletlere rağmen kitabı okuyun derim, hızlı okunabilen hafif dili olan bir kitap. Söylenen bazı şeyler, Kiyosaki ilk söyleyen değilse de, kişisel gelişiminiz ve finansal farkındalığınız için oldukça işe yarayabilir. Ayrıca Kiyosaki’nin satış ve pazarlamanın önemini anlattığı kısımlar da çoğunlukla doğru. Zaten kendisinin bu konudaki becerisini dağ başındaki arazileri sattırıp, uydurma birini gerçek gibi sunmasından da ve milyon dolarlar kazanmasından da anlıyoruz. E adam gerçekten de işi biliyor yani, bir göz atın derim.

Ondan sonra, kitabın başında Sharon teyzenin anaç anaç söyledikleri, ay Allahım, insanın içini ısıtıyor gerçekten de!

Her ne kadar kurgu da olsa Robert’in hayalî zengin babasının onun gerçek babasıyla zıtlaştırılarak sunulması, bizim “memur zihniyeti” dediğimiz durumla “acar müteahhit ve pragmatik iş insanı” arasında denebilecek yaklaşım farkını göstermesi yönünden güzel. Evet, laf sokmuyorum, gerçekten güzel. Çünkü, daha baştan kaybettiren ve kaçınılması gereken bir mantalite vardır ve bundan uzak durulması iyidir. Kiyosaki’nin memur ve mıymıy olarak resmedilen babası gerçekten de finansal olarak garantici ama kaybeden tarafı temsil etmektedir. Öte yandan Kiyosaki hiç durup demiyor ki “Ulan bu adam garantici olmasaydı, zengin olacağım diye maceradan maceraya koşsa çoluk çocuk aç kalırdık!” demiyor tabii ki. Kiyosaki bence biraz nankörmüş arkadaşlar.

Son olarak, kitapta finansal farkındalık, özgüven, kendine inanmak, pazarlama ve satış becerisiyle ilgili güzel sözler var. Bunlar için okuyun derim. Kiyosaki’nin kitabı kendisi için ve yayıncıları için çok başarılıdır elbette ama okurlar için, pek de başarılı olmadığını söyleyebiliriz. Kitabın satış sayılarına bakarsak bu uluslararası çoksatarın satışıyla o yıldan bu yıla türeyen dolar milyoneri sayısı arasında hiçbir anlamlı korelasyon görülmeyecektir (ya tabii ki bunu söylemek komik ama söylemeden de olmaz).

Veda Hutbesi’nde denir ki, “Babasından başkasına nesep iddia eden soysuzdur…”. Babanızı sevip sayın ve fırsatçı olmak yerine fırsatlara açık olun; ikisi bambaşka şeyler. Bu espriyi de yaparak bu zalım yazımı bitiriyorum.

Bir Terapistten Erkeklere 30 Tavsiye

4-5 yıl önce okuduğum kitaptan hoşuma giden bir yerin fotoğrafını çekmiş, sonra bilgisayarıma atmışım. Şimdi bilgisayarımı yedeklerken gördüm. Bu fotoğrafı silmeden önce ilgili kısmı buraya yedeklemek ve başkalarının da okumasını sağlamak iyi olabilir. Tavsiyeler özellikle erkekler için yazılmış bir kitaptan erkeklere yönelik olduğu için bu başlığı atmak durumunda kaldım ama kadın erkek herkes için geçerli olabileceğini düşünüyorum. Bunlar Robert A. Glover isimli Amerikalı yazar ve terapistten. Çevirim çok iyi değil sanıyorum, düzeltmeniz/iyileştirmeniz varsa yorum yazabilirsiniz.

1) Eğer seni korkutan bir şeyse onu yap.

2) Kabullenme. Her kabullenişinde eline geçen tam olarak kabullendiğin şeydir.

3) Kendini en önceye koy.

4) Ne olduğunun bir önemi yok, üstesinden geleceksin.

5) Ne yaparsan yap, %100 yap.

6) Eğer her zaman yaptıklarını yaparsan her zaman elde ettiklerini elde edeceksin.

7) Bu gezegende ihtiyaçlarınız, istekleriniz ve mutluluğunuz için sorumluluk sahibi tek insan sizsiniz.

8) İsteklerin için sormaktan çekinme.

9) Yaptığın şey işe yaramıyorsa başka bir şey dene.

10) Açık, net ve direkt ol.

11) “Hayır” demeyi öğren.

12) Mazeret üretmeyin.

13) Eğer bir yetişkinsen kendi kurallarınızı koyacak yaştasın demektir.

14) İnsanların sana yardım etmesine izin ver.

15) Kendine karşı dürüst ol.

16) Kimsenin sana kötü davranmasına izin verme. Hiçkimsenin. Asla.

17) Kötü bir durumun değişmesini beklemek yerine kendini o durumdan çıkar.

18) Katlanılamaz şeye katlanma, asla.

19) Suçlamayı bırak. Kurbanlar asla başaramaz.

20) Dürüst yaşa. Neyi yapmanın doğru hissettireceğine karar ver ve onu yap.

21) Eylemlerinin ve davranışlarının sonuçlarını kabul et.

22) Kendine iyi ol.

23) “Bolluğu” düşün.

24) Zor durumlarla ve çatışmalarla yüzleş.

25) Hiçbir şeyi gizli kapaklı yapma.

26) Şimdi yap.

27) İstediğini elde edebilmek için sahip olduklarını bırakmaya istekli ol.

28) Eğlen. Eğer eğlenemiyorsan bir şeyler yanlış demektir.

29) Başarısızlığa yer açın. Hata yoktur, öğrenme deneyimleri vardır.

30) Kontrol bir yanılsamadır. Bırak, yaşam olsun.

 

  1. If it frightens you, do it.
  2. Don’t settle. Every time you settle, you get exactly what you settled for.
  3. Put yourself first.
  4. No matter what happens, you will handle it.
  5. Whatever you do, do it 100%.
  6. If you do what you have always done, you will get what you have always got.
  7. You are the only person on this planet responsible for your needs, wants, and happiness.
  8. Ask for what you want.
  9. If what you are doing isn’t working, try something different.
  10. Be clear and direct.
  11. Learn to say “no.”
  12. Don’t make excuses.
  13. If you are an adult, you are old enough to make your own rules.
  14. Let people help you.
  15. Be honest with yourself.
  16. Do not let anyone treat you badly. No one. Ever.
  17. Remove yourself from a bad situation instead of waiting for the situation to change.
  18. Don’t tolerate the intolerable — ever.
  19. Stop blaming. Victims never succeed.
  20. Live with integrity. Decide what feels right to you, then do it.
  21. Accept the consequences of your actions.
  22. Be good to yourself.
  23. Think “abundance.”
  24. Face difficult situations and conflict head on.
  25. Don’t do anything in secret.
  26. Do it now.
  27. Be willing to let go of what you have so you can get what you want.
  28. Have fun. If you are not having fun, something is wrong.
  29. Give yourself room to fail. There are no mistakes, only learning experiences.
  30. Control is an illusion. Let go; let life happen. It”
    Robert A. Glover, No More Mr. Nice Guy”

 

Jack London’un “Amentü”süne deneysel çevirmen yaklaşımım

Yukarıdaki görseli görünce Türkçesini aradım, bulamadım. Ararken, şiirin (adı Credo imiş) London’a ait olup olmadığını bile şüpheyle karşılayanlar gördüm. Şiirin kaynağını aramakla da uğraşmadım. Beğendiğim için ben çevireyim Türkçeye dedim (motamot bir çevirisini görünce hiç beğenmediğim için).

Yani şiirin özgün çevirisini ben yaptım, sosyal medya hesaplarımda da yayımladım. Şiirin aslından biraz uzaklaşmış olduğumu düşünebilirsiniz, doğrudur ama idare edin, serde ben de amatör şairim ya… Böylesi daha iyi dedim:

AMENTÜ

“Toz yerine kül olmayı yeğlerdim!
Yeğlerdim bir kıvılcım olup da parlamayı, yakmayı
Solup kalmaktansa çürümüş tahtalarda, tavan aralarında

Muhteşem bir meteor olurdum ben!
Her bir atomum yanardı alev alev
Göğü birbirine katmak daha iyidir
Uyuşmuş, ateşi sönmüş koca bir gezegenlikten

Erkek dediğin öyle iş olsun diye
Sırf var olmak için falan
Öylesine gönderilmedi dünyaya
Erkek dediğin bana kalırsa
Vazifelidir adam gibi yaşamaya

İşte bu yüzden yeminliyim
Köşede saksı gibi durup
Sayılı günlerimi uzatmak değil derdim
Her bir saatimi
Her bir dakikamı değerlendireceğim”

Şiir: Credo – Jack London
Çeviren: İlşad Özkan

“Sormadın gönlümün efkârı nedir”

İnternette sörf yaparken Ali Tekintüre ismini öğreniyorum (bu arada, eskiden sık kullanılan İngilizceden aşırma “internette sörf yapma” deyiminin modası geçti nedense). Yaptıklarına, yazdıklarına bakarken bir yerde, benim de pek sevdiğim gibi, modernite eleştirisini çaktığını görüyorum:

“Artık duygu dünyası da değişti. Bazı şeyler çok kolay elde edilir hale geldi. Kolay elde edilen şeylerin kıymeti olmaz. Bundan sonra kolay kolay ne bizim gibi yazanlar gelir ne de öyle okuyanlar… Çünkü o zamanın, o ortamın içinde yoğrulmuş insanlardık biz. Bugün bilgisayarla, internetle yoğrulan insanın duygusundan fazla bir şey bekleyemezsin.”

Ali Tekintüre merhum gibi, bence dibine kadar ilginç bir karakterden, bu konuya geçti zihnim sonra. Dediğine büyük oranda katılıyorum. İnternet, ilişki tüketimini hızlandıran önemli bir teknoloji. Tüketim çağı, tüketim kültürü, tüketim toplumu ve her şeyden önce bir tüketici olmak isteyen modern insan stereotipi ise, her şeyi olduğu gibi ilişkileri de, ne denli sindirdiğine bakmaksızın, sadece hızla tüketme peşinde…

Bu yüzden yaralarımızı, zayıflıklarımızı, korkularımızı, neredeyse herkesten ve her şeyden çok gizler olma yoluna gidebiliyoruz. Tüketim toplumu gücü yüceltirken, insani olan her şeyi pazarlayabileceği ölçüde öne çıkarıyor. Dayanışmayı, paylaşmayı, uzun soluklu ilişkileri, ilişkilerde derinleşmeyi, daha sağlam birliktelikleri sevmiyor tüketim kültürü; zira esasen bunlar tüketim çılgınlığını azaltma etkisi olabilecek şeyler. Tüketimin azaltılması, her şeyden önce bir tüketici görevi biçilmiş modern insan için bir tabu, yasak meyvedir. İnsanın bu kültüre olan doğal yatkınlığı da düşünülürse, bu algı oyunlarının devasa bir gizli örgütten çok, pazarlamacı ortak aklın ürünü olduğu ortada. İnsanı “insanlıktan” uzaklaştıran, her zamanki gibi, yine insanoğlu.

İlişkilerin, tarafların kendilerini gizleme yoluyla da derinleşememesinin sebebi, tarafların birer tüketici olduğu kadar aynı zamanda karşı taraf için birer tüketim nesnesi olduklarını artık benimsemiş olmalarıdır. Zayıf hissettiğimiz anlar dışında, yahut güven için, kendimizi birine açmak için dayanılmaz bir arzu duymak dışında, bu gizlerden bahsetmiyoruz. Çünkü, insan ilişkileri yalnızca karşılıklı bir tüketim alışverişine döndüğünden, kutsal tüketimin ise her şeye bir son kullanma tarihini biçtiğini çoktan kabullendiğimizden, en azından bizi en çok biz yapan o en özel şeyleri tükettirmek istemiyor, bir korunma refleksiyle, ilişkileri yüzeysel bırakmak pahasına, kendimize saklıyoruz. Kendimize sakladığımız dertlerin çoğalması da tüketim düzeninin işine yarar; yetersizlik hissi, tıbbi olarak yardıma muhtaç olma hâli gibi pek çok duygu ve düşünceden yine doğrudan veya dolaylı, mutlaka ekonomik bedelleri olan, yeni tüketimler yaparak kurtulmaya çalışmamız oldukça olası olur bu sayede. Bireyler arası dayanışma, destek, yardım, anlayış… Tüm bunlar, çoğu zaman, tamamen bedavadır; en azından ekonomik olarak. Tüketim tanrıları ise “gerçekten ve tamamen bedava” olan hiçbir şeyden hoşlanmaz.

Yaşanan gönül ilişkilerinin sayısı, yaşayan insan sayısının kat be kat fazlası şeklinde ve bu oran muhtemelen tarihte hiç olmadığı kadar yüksek. Sevgili/partner tüketim listemizin kabarması da bir kusurdan çok bir elbise değişimi gibi algılanabilir pekâlâ. Bunca yaşanan ilişkiye rağmen yalnızlığın ve buna bağlı ikincil etkilerin artması ise tüketim tanrılarının espri anlayışını yansıtıyor sanırım. Elbiseler çoğaldıkça giysisizlik hissinin artması gibidir belki de.

Oysa, insanı mutlu edecek ve ruhunu doyuracak olan ilişkiler, bu türden ilişkiler değil; daha özel, yani, gerçekten özel olan şeylerdir.

Sevmekse, geliştirilebilen ve geliştirilmesi de gereken bir beceri, bir zanaat.

Arabeskten dolaylı olarak bahsetmişken de sevdiğim bir Arapça şarkıyı koyayım.

Gelgit

Yalnızlık, zaman ilerledikçe içimde yeni kıvrımlar, yeni yollar, yeni çıkmaz sokaklar yaratıyor. Yalnızlığım uzadıkça, çoğaldıkça, bir noktadan sonra kimseyle paylaşılamayacak kadar büyük, iç içe geçmiş karmaşık bir şehir olacağını sanıyorum. Anlatamayacağım kimseye, anlatılamayacak.

Korkmuyorum fakat, yalnızlıktan, kök salışından; sağlamlaştırıyor bir yandan da. Bir yandan da… Düşündürüyor işte, nereye gideceksin, kiminle?

Her yeni başlayış, daha iyi içinken, daha iyi bir yenilgiyle sonlanıyor ve o kesin, o nihai, dönülmez yenilgiye atılan kocaman bir adım oluveriyor. Her yenilgiden sonra daha iyi bir öğrencisi olmak sevginin, teselli sayılır mı?

Yıllar önce, o gidip geldiğim 60 kilometrelik yolda, o zamanlar yeni çıktığını söyleyebileceğimiz, “Öptüm” albümü eşlik ediyordu bana arabada, “Her ayrılık zor, bin yıldır söyler dururum. / Öğrenmiyor kalp, görüldüğü üzere durumun.” dedikten sonra “Unuttun mu beni, her şeyimi? / Sildin mi bütün, izlerimi?” derdi. Şimdi oturduğum yerde, yine o karanlık yolda, yine kulaklarımı dolduran o sesi dinler gibiyim ve bu sefer daha anlamlı geliyor bu sözler: “Ben hâlâ dolaşıyorum avare / Hani görsen, enikonu divane.”

Şarkılar doluşur içime, yalnızlığıma, yeni anlamlar yükleyerek; semirir yalnızlığım. “Sen de olmazsan eğer, batar artık bu gemi…”

Hep savaşır eğilimler içimde, pes etmek sıkça geçse de aklımdan; o çok sevdiğim “Laocoön ve Oğulları Heykeli”ndeki Laocoön’ün direnişi gibi, bir mücadele ruhu kavrar omurgamı bazen. Yenilmek için erken, pes etmek içinse geç. Gerçi, kurtarılacak neyim var, Lacoön’ün aksine? Kurtaracak neyim? Her şeyden önce, nedenlerimi kaybeder oldum.

Tasarılarımın gerisindeyim, stresli ve tembelim, stresten kaçınmak için tembelliğe eğiliyorum. Aslında, anlam bulamıyorum pek. Belki de olumsuzluklar birbirini besleyip güçlendiriyordur.

Sonra, kelimeleri özlüyorum en çok. Güzel cümleleri, zihnimi yıldırım gibi hızlandıran, coşturan. Kelimelerde tutunacak bunca şey olmasını seviyorum. Sonra, ne çok şeyi sevdiğimi düşünüyorum. Kedileri mesela, köpekleri, ve, çok sayılı da olsa bazı insanları.

Sonra hatırlıyorum, istediğim hızda ve zamanda olmasa da elimi neye attımsa, neyi başaracağım dedimse başardığımı. Yine böyle olacağını biliyorum, beklenmedik bir çağımda ölmezsem. Gerçi, artık hayatımı daha çok riske atıyorum. Garip. Risk alabilirliğin yaşla ters orantılı olduğu düşünülür oysa, demek ki bu bir kural değilmiş.

Dişlerim kaşınıyor sonra, “o kırmızı oda” gibi umutsuzluğu ve zavallılığı içimden atınca, belki de içime dolması iyidir, mücadele ruhumu kaşımak için, kim bilir? Dişlerim kaşınıyor sonra, açken çiğ bir et görmüşüm gibi, gördüğümde onu almak istediğim gibi, hedeflerimi elde etmek ve çiğnemek istiyorum. Kendime geliyorum, kalbimin atışı, kanımın akışı yeniden güçlü bir düzen buluyor, batmıyor yani bu gemi, batsa da böyle batmayacak (umarım).

Kendime geliyorum, kılıçlarıma bakıyorum, henüz iki yanları da keserken… Zafere!

Bu arada, geçen aylarda duydum, müzikal kalitesini tartışmam:

https://www.youtube.com/watch?v=mJpdIxQd0nk

Nereden, nereye, niye

Yazmak, kelimelere can vermek, cansıza can vermek, bunun için “yaratıcılık”. Algı olarak tabii bu. Mesela diğer pek çok iş de bunu yapıyor; resim, heykel, müzik… Fakat yazı başka, yazı hem daha karmaşık hem daha direkt. Çünkü yazıda, yazarın ifade ettiği kelimeler yansır zihnimizde ve anlatılan gerçekliğin izdüşümü belirir kafamızın içinde. Bunun için okunan her yazı mutlak bir canlılık sağlar; okur, yazıya can verir.

Geçmişi düşünmek de, ister aracısız anımsamakla olsun ister bir yazıyla, farklı bir canlılık oluşturur. Yitip gitmiş, geri gelmeyecek olan, artık değişime uğramayacak olan donuk bir canlılıktır onunkisi. Hem canlıdır hem değil yani. Bunun için kendi geçmişimize götüren yazılar, yaşamımızın, bahtımızın şeklüşemalini daha net görmemizi sağlar; üzülebiliriz bahtımıza yahut özleyebiliriz mutluluğumuzu. Bunları anımsayıp düşündükçe, üzüntü duyarız; nostalji burada başlıyor sanırım. Nostalji, ortak bir değer değildir aslen, geçmişi “yaşayabilen, canlandırabilen” kişilerin girebildiği bir seyir tünelidir, izler ama dokunamaz kişi.

Geçmişimi hatırlamayı seviyorum, geçmişimden parçaları. Kaybolan şiir defterlerimin birinde yer alan “ (…) tüm bunlar çarpışacak yeşil yüreğinde / ama yine de için bir garip, gözlerin dalgın olacak.” dizelerini yazdığım sokağı anımsıyorum hâlen. Anımsarken de sanki yeniden 19 yaşında oluyorum.

Geçmişime bazen olmadık tetiklemelerle gidiyorum. Az önceki gibi mesela, bir sitede Gameshow ismini görüyorum. Aklıma kocaman bir geçmiş geliyor. Bütün zavallılığı, bütün neşeleri, bütün değiştirilemezliğiyle.

Satırlar yazıp göndermem, çağrılarım geliyor.

Ve zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım aslında hep aynı yerde olduğumuz gerçeğini fark ediyorum: Kafamızın içinde. Tüm yaşamımız burada geçiyor, geri kalan her şey bu yere ettikleri etki kadar varlar ve aslında hiçbir yere gitmiyoruz. Daima aynı kafanın içinde savrulup duruyoruz.

Yağmurlu ve kapalı havaları, hele bir de deniz kenarındaysa severim, söylemiştim. Geçmişte de en çok böyle havalarda kendimi bulurdum. Demek ki çocukluktan gelme bir rahatlık bu. Garip, kendini rahat hissetmek için neden böyle havalar daha güvenli gelmiştir bana acaba. Herhalde yağmur çılgın insan kitlesine zoraki bir çeki düzen verip onları zapt ettiği için. Olabilir.

“Okuma, yaz artık.” demişti abim geçen ayların birinde. Aslında bu tavsiyeye uymak istediğim için değil de tamamen isteksizlikten ötürü okumadığım için uymuş bulundum bu tavsiyeye. Şimdiyse bakıyorum, yazarken daha “ben” çıkıyor kelimelerim, cümlelerim. Okumamak, yazımızın kişisel kimliğimizin vereceği özgün şekli almasında faydalı bir süreç. Bundan eminim artık. Özgünlük. Özentisizlik. Etki altında kalmamışlık.

Toparlıyorum bir süredir, fiziksel anlamda, zamanında çokça verdiğim kiloları alıyorum geri, 10 kiloya yakın aldım, yağ oranım 4-6 %’lerden 7-8’lere geldi gerçi ama bu da düşük bir oran nihayetinde. Hem, hiç koşmuyorum. Ama yine koşmak için sabırsızlanıyorum. Koşunca tekrar 6’lara iner. Koşmak, hep söylediğim gibi, müthiş, çok sevdiğim bir eylem. Yaşadığımı hissettiriyor bana, kendi gücüm ve çabamla yol almak, yaşamın ne olduğu hakkında tatmin edici bir öğretim oluyor bana.

Bazen gözlerimi kapayıp gri bir havada, ince bir yağmurun altında, geçmişimle meçhul geleceğim arasında koştuğumu düşlüyorum.

Sanki birisi bir yerde, beni bekliyormuş gibi bir düşünceye düşüyorum sonra, bile bile kandırıyor olsam bile kendimi, iyi geliyor. Tüm geçmişimle birlikte ona koşuyormuşum gibi. Sanki. O’ndan kasıt bir insan mı, bir durum mu, bir yer mi, bir düşünce mi, bilmiyorum. “O” var mı, yok mu, ben gerçekten de ona ilerliyor muyum, bilmiyorum. Öyle değilse bile, böyle düşünmekle ne kaybediyorum? Umut da olmasa, yaşamaya katlanılamazdı çoğunlukla.

En güzel ay

Sonbaharla birlikte değişir aniden bakışım dünyaya.

Sıcaklık azaldığı gün (ki bugün gibi, 3 Eylül), biraz da yağmur yağdıysa, merhaba demiştir Sonbahar.

Sonbaharla birlikte, ister istemez, bir nostalji kaplar içimi. Gelecekten çok geçmişe bakmaya başlarım. İster istemez ağırbaşlı olurum, düşünceli, “kaybettiğini” (yaşadığını) bilen, bunu sindirmek zorunda kalmış biri.

Hafızamızı mı açıyor acaba bu mevsim değişikliği? Belki.

Yazın canlılığı yerini kışın kapalılığına bırakmaya başlar, biz de bunu uyum sağlarız.

Sonbahar, soğuk bir şeyler içip serinlediğin değil, sıcak bir çikolota içip içini ısıttığında gelmiş demektir. Bugün benim de yaptığım gibi.

Sonbahar, içimizi ortaya seren bir şiir aradığımız günlerdir. Anlatamayız dolarız da hani, işte bu dizeler deriz, tam ben. Şiir en güzel sonbaharda okunur.

Müzik seçimin de değişir istemsiz, harekete geçiren değil de ruhunda usulca gezinen, derinlere inen şeyler dinlemekten haz alırsın.

Bu ağırbaşlılık, düşüncelilik, hareketlerine de yansır. Hızlı gitmek değil de yavaş yürümek, yürürken hatırlamak, düşünmek istersin, eski duygularını yeniden yaşamak ister gibi, bir yandan da onları kaybettiğini hayıflanır gibi. Hüzündür sonbahar, güzel bir hüzün. Araç içinde bile yavaş, seyrede seyrede, hissede hissede gitmek istersin; söz gelimi küçükken gördüğün bir ağaç dalının hışırtısını tekrar yakalamak ister gibi camdan…

Sonbaharda işi değil de akışı istersin. Çıkarı değil de samimiyeti ararsın. Kavgayı değil de anlayışı beklersin. Sonbahar, insanlığın tamamlayıcı yüzüdür, savaşın bitip de yaraların sarımı, barışa duyulan gereksinimin ayırdına varılması… Dinlenmek, duymak ve düşünmek zamanı.

Eskiden, mevsimlerin etkisini değiştiremediğimiz zamanlarda, yazın değil de kışın daha sokulgan olduğumuza kuşku yok. Belki bir mağarada yazın nemli, daha da sıcağı istemediğimiz için sarılmıyorduk ancak herhâlde kışları daha da ısınmak için sarılıyorduk birbirimize. Belki bu yüzden sonbaharda sen sarıl, sana sarılınsın istersin. Sıcaktır insan. İnsan, insanla sıcaktır. Bunun için sonbaharın yalnızlığı ayrı bir acıtır insanı.

Kötülükler daha da kötü gelir, iyilikler yetindirmez, az gelir, çoğalsın istersin. Keşke herkes bir ateşin başında toplansa dersin.

En güzel yağmur sonbaharda yağar ve en güzel duyguların bir kısmı, en güzel bu ayda yaşanır. Bunu görenler dedi “Eylül’de Gel” diye, şüphen olmasın.

Odaya girdiğinde, iki ışık varsa kapatırsın birini benim yaptığım gibi. Genelde sevmesen bile loşluğu, sonbahar loşluğu hoşluk eder.

Şehir de uyar sonbahara, her şeyiyle. Hiçbir teknoloji dize getiremedi henüz, boynunu vuramadı sonbaharın. Parklar, sokaklar, ıslaklık, bulutlar, yel, nem; bir çeşit belirsizlik içinde belirginlik arama, belirginliğin önemini kavrama, tutunma.

Onsekizsindir yeniden, yirmisekiz olursun sonra, otuz olduğunu fark edersin sonra. Onsekizinde yaşadıkların sarmalar seni, yirmisekiz sonra.

İnsanlık ilk filmlerini sonbaharda keşfetmiştir, emin olun. İlk filmlerimiz anılarımızdı, güzelliklerdi, sıcaklıktı, hüzündü.

Sonbahar kahvedir, sevgilidir. Yalnız olsanız bile.

Hoşgeldin en sevdiğim mevsim.

Hoşgeldin ürpertim, hoşgeldin battaniyem.

Hoşgeldin eksikliklerim, tamam olduğumuz günlerin hatırına, yaşamaya devam, bir buruk gülümsemeyle. Neyse ki “çayımız sigaramız, bunlarımız tamam”.

Ezgi’nin Günlüğü’nün mevsimi, hoşgeldin.

Başım hep dik olacak, bu hayatı ben yaşadım, her şeyiyle. Kendi ellerimle. Ne kadar dönüp baksam aynı şeyi diyeceğim: Bendim. Kaybetmek, iyiydi, öğrettikten sonra dersler acı olabilir. Sonunda daha sağlam, daha iyi biri olduktan sonra, kayıplar kazançtır.

Saat, saatler, ömür, ömürler…

Saate baktım, dokuz buçuk olmak üzere. Birazdan on olacak. Sonra onbir. Sonra daha fazla, sonra yine dokuz buçuk ve sonra yine diğer saatler. Zaman sürekli işliyor, “an”lar daima  yaşanıyor, bugüne kadar yaşandığı gibi…

Geçenlerde abim bilmesi şaşkınlık getiren doğru ve güzel bir şey yazmıştı bana, aslında zamanın hızla geçip gitmediğiyle ilgili. Zaman hep işliyor, “an”lar geride bırakılırken dönüp baktığımızda bunların hepsinin sanki çok kısa bir zamanmış gibi gelmesinin sebebi, basit bir şekilde, hafızamızın zayıf olması. Esasında, nöroloji konusu hep ilgimi çektiği için bunu biliyordum ancak abim söyleyene kadar pek o kadar da “farkında” değildim bu zaman-zihin ilişkisinin.

Geçmişte kalan “an”ları hatırlamaya çalıştıkça aslında ne kadar “çok ve uzun” olduğu hakkında kolayca fikir edinebiliyoruz aklımıza yeni gelen az sayıdaki “an”larda bile. Evet, çok. Ve uzun. Ve ne kadar az şey yaptığımı, ne kadar tembel ve işe yaramaz olduğumu düşünüyorum kendime kızarak. Ne kadar çok şey yapabilecekken ne kadar çok boş şeylerle kendimi oyaladığımı. Nereye kadar böyle devam edecek bu?

Hayattaki en büyük sorunum, ne yapacağımı bilmemek olmamıştır genelde. Okul yıllarımdan bu yana süren kötü bir alışkanlıkla, benim sorunum, ne yapacağımı ve nasıl yapacağımı bilip yapmamak olmuştur. İlgimi çekmediğini sanıyorum aslında, bir açıklama getirmek istediğimde. Gerekli motivasyonum da pek olmuyor. Belki de bu motivasyon eksikliğinin sebebi, çok küçük yaşlardan itibaren ölüm olgusuna fazlaca dikkat göstermem oldu. Ölüm düşüncesi, her şeyi önemsizleştirme gücüne sahip, sakinken tabii. Yani, kendime karşı boşvermişliğimde de bu köklü düşünce dünyamın izi oluyor, başkalarına karşı boşvermişliğimin, affediciliğimin de. Fakat, değişiyorum. Belki daha kötü, fakat benim için daha iyi, çünkü daha yeni, eskinin üzerine bina edilen bir yeni olduğundan eskinin olumsuz yanlarını atıp olumlularını bırakma şansım var gibi geliyor.

Saatler, birbirini ardına devrilip diziliyor “an”lar hazneme. Belleğim her anı işlerken, her anı düzenlerken bana danışıyor aslında, yani beynimin başka bir kısmına.

Sonra, zihnimden tarihin çok çok öncelerinde yaşamış insanlar geçiyor. Sonra, mağara resimleri. Sonra, farklı coğrafyalara dağılmış binlerce yıl öncesine ait uygarlıklar. Sonra, modern çağda insanların meydana getirdikleri geliyor aklıma. Araçlardan çok, teknolojiyle gerçekleştirilen yeni sanat eserleri özellikle. Filmler, sesler, görseller…

Nereden geldik, nereye gidiyoruz. Nereye gitmeliyiz? Nasıl gitmeliyiz? Bu temel soruların yüzeysel bir ergen bunalımı işareti gibi göründüğünü kabul etsem de, sadece görüntüsü öyle. Oysa yalın fakat önemli bir soru ve tüm yaşam tecrübemi üstüne koyunca elde ettiğim biraz da bu.

Diğer yanım devreye giriyor sonra, insansı duygu ve düşüncelerden öte, adaptasyona ve soy sürdürmeye yönelik organizma pratikliği. Mesela bugün, soyumu devam ettirmem çok mantıklı göründü bana, daha doğrusu, dünyada ne kadar çok soysuz, düşük, alçak, hain, zalim, kötü, iğrenç insan olduğunu düşününce, tamam mükemmel biri olmasam da kendini birçok açıdan masum ve masun tutmayı başarmış biri olarak, benim gibi hatta benden iyi birilerinin, soyaçekim kanunlarının da yardımıyla, sayemde dünyaya gelebileceğini düşündüm. İlk bakışta, bu çirkin dünyaya yeni bedbahtlar getirmek pek yüce gibi görünmese de, bu hususta Böll’e katılmadığımı fark ettim. Bu savaşıma taze kan lazım, yoksa dünya daha da çirkin bir yer olacak. En az üç değil, belki üç belki hiç, belki bir belki çok daha fazla. Fakat bir görev olarak kanımın ve kendimin soyunu devam ettirmek gözüme hiç olmadığı kadar mantıklı gelmeye başladı. Proje çocuk yapacağım demiyorum, bunun bir insana kötülük olacağını sandığımdan, yapmam. Fakat, birbirlerinin çekimine ya da organizmik gereksinimlerine kapılıp da bilinçsizce çocuk yapanlardan farklı olacak benimki. İşin aslı, biliyorum sadece düşünmek kabildir bu türden bir şeyi (dünya hazır değil!), Cengiz Han gibi ben de sadece soyumu, kendi genlerimi evlilik mevlilik olmadan devam ettirmek isterdim. Mebzul miktarda anneyle!

Altında yatan bir miktar gerçeklik payıyla birlikte bu şakayı bir kenara bırakırsak, sanırım bana kadınlık yapmayı ve çocuklarımın annesi olmayı tüm kalbiyle isteyip kabul edecek birisini bulmak kalıyor geriye (daha da zoru, bu insanı gerçekten sevip istemem!). Yahut da bulunan bir kişiden bu uyumu sağlamasını –çok da uzatıp daha fazla vakit kaybetmeden– beklemek.

En bereketli dönemim, fizyolojik olarak, geçti mi geçmedi mi bilmem fakat en az bir on, on beş yıl daha kaliteli bir dönemim olduğuna inanıyorum. Bakalım.

Bu arada, saat on’a gelmek üzere. Dedim ya, zaman geçiyor.

Bir de, ütü yapmaktan nefret ettiğimi fark ettim. Az evvel yapmıştım. Pek beceremememin de etkisi var kuşkusuz ancak, çok becermek de istemiyorum. Açıkçası, yapmak zorunda kaldığım ancak beni geliştirmeyen, hiçbir amacıma anlamlı bir katkı sağlamayan bu gibi şeylere vakit ve çaba ayırmaktan bıkalı çok oluyor. Hatta bazen bu yüzden salıyorum kendimi, çöküntüde gibi bakımsız oluyorum. Yani sadece dünyaya bakışımdan değil, bu işlerden usandığımdan. Bu noktada, bir kadından beklentimin, ben başka yardımcılar temin edememişsem, bana (ya da benim için, yahut bizim için) bu yönden de hizmet etmesi olduğu aşikar. Modern feminik safsatalara girecek değilim, onları baya biliyorum. Ben kendimin ne istediğini biliyor ve bunu başta kendime olmak üzere açıkça söylüyorum. Yani, “tamamen geleneksel” biriyle pek anlaşamam sanırım ama bazı noktalarda gelenekçiliğe uygun katı beklentilerimin olduğu açık. Bana hazla hizmet etmekten zevk almayan, bana aşık ve sadık bir kadın beklemem çok şey olmasa gerek. Aslında, böyleleri olmuştu, belki de onlara şans vermeliydim fakat ya yeterince güzel değillerdi ya da yeterince akıllı. Yaş da önemli tabii, doğurganlık için.

Belki de beklenti ve ölçütlerimi değiştirmeliyim. Fakat bunu istemiyorum. Bunları değiştirmek bana daha çok taviz ve nihayetinde de istemediğim birini getirecek gibi seziyorum. Öyleyse, çıtayı düşürmektense yalnız kalmak daha iyi. Bu da ayrı bir kesinlik benim için.

Saat onu iki geçiyor.

Orada

Küçük bir çocukken, Aslan Kral’ı sinemada izlediğimde, müziğinin “beni alıp götürdüğünü” hissetmiştim. Bir çeşit mutluluk, oföri, sessizce yaşamak istediğim. Gözümde canlanırdı güzel, doğal manzaralar; kahverengi dağların arkada uzandığı bir nehir manzarası, yeşil bir orman bazen, bazen de şehrin içinde ışıklı, ağırbaşlı bir cadde, ve, bazen de fiziksel olarak tam tarif edemediğim bir mekân ve aslında daha çok bir ruh hâli.

Tanımadığım sesler çağırırdı beni. Böyle müziklerde diyorum tabii, yoksa durduk yerde gaipten değil. Yani ben o müziği, sesi beğendiğimde, o kadar beğenirdim ki, sesin geldiği o meçhul, o bilinmez, o güzel yerlere gitmek isterdim. O an gidemesem de bunu düşünebilmek bile beni mutlu ederdi. Hâlâ ediyor.

İlkokul üçüncü sınıftayken, muhtemelen aptalın teki olan ve sürekli boyalı kalemlerim olmadığı için beni rahatsız eden, resim öğretmenimiz bir gün sınıftaki herkese en beğendiği rengi sormuştu. Açıkçası, bugün sorsanız “en çok sevdiğim renk” gibi klişe bir soruya verilecek yanıtım yoktur. Ancak o günlerde vardı, sorun şu ki, o renk etrafta pek görebileceğiniz türden bir ton değildi. Rüyamda görmüştüm, ten rengini andırıyordu ama değil, daha yumuşak, daha güzel, bildiğin güzel, çok güzel bir renkti işte. Bazen gözlerimi kapatıp o rengi düşündüğümde bile biraz da olsa mutlu olmayı başarabilirdim, o kadar da güzel bir renk, ve şimdi tekrar o rengi yazarken hatırlaması bile bana iyi geliyor. Seviyorum o rengi.

Beni de kaldırıp en sevdiğim rengi sordu. Genelde dürüst bir insanımdır, doğruyu söyledim. Rüyamdaki renk öğretmenim dedim. Bana ne dediğini bilmiyorum sonra, umurumda olmadığı da belli, hatırlamadığıma göre. Bu cevabım birilerine gülünç gelmiş de olabilir, gülünçtü de aslına bakarsanız, ama gerçek buydu. Onlar da umrumda değildi, bende istemediklerimi umursamamak çok küçük yaşta gelişmiş doğal bir beceriydi.

Uzanıyorum, bir şeyler okuyorum, arkada çalan müzik birden beni içine çekiyor, ister istemez gözlerimi kapatıyorum ve bu sesin beni çağırdığı yere, bu sese, o yerlere gitmek istiyorum, mutluluk orada çünkü, orada mutlak mutluluk. Açık seçik değil o yerler, olsa belki daha iyi olurdu. Gizemli biraz, belirsiz, bir his esasen, bir oföri dedik ya işte. Ama güzel. Yalnız da olsan, zorluklar da olsa hayatında, beklenmedik bir anda bu yerleri düşünebilmenin verdiği geçici mutluluk bile yeni bir güç, yeni bir coşku veriyor insana. Aşağıya ilgili müziğin olduğu 4 dakikalık kesiti aldım, vurdu beni. (Artist: Electric Moonlight, Parça Adı: Tree of Life)

Ve ben artık, Nietzsche’nin de dediği gibi, hazırım, “Oraya gitmek istiyorum, oraya / Artık güvenim var koluma, kendime”