Blog

Bazen sadece yazıp silersin…

Dün birkaç yazı yazmıştım ve sonra hepsini silmiştim, zaten kısa şeylerdi. Yazıları beğenmemiştim, canım sıkılmıştı yayımlamayı düşündüğümde boş ver demiştim. Bu bana bir şeyi hatırlattı ve bir şeyi de gösterdi.

Hatırlattığı şey, buradaki yazılarımda beğeni kaygısı gütmediğimdi. Doğru. Öyleyse neden beğenmediğim yazıları yayımlamadım? Çünkü kendim beğenmedim, yani ne gerek var dedim.

Gösterdiği şey ise, bazen düşüncelerimi yazmak, bunları zihnimde yazı aracılığıyla bir düzene koymak bile bana yetebiliyor. Hepsi bu. Yaz, sadece yaz, yayımlamana gerek de yok. Bu tabii blog mantığıyla çeviriyor ama blogun içimi gösteren büsbütün şeffaf bir katman olmasına da gerek yok belki.

Sonuçta, yazı yayımlamak zorunluluğu taşımamak ve yayımlayınca beğendirme zorunluluğu taşımamak ve bir yazı yazınca yayımlamamak, hepsi benim isteğime bağlı ve bu çok rahatmış.

 

Musa, ke!

sina-dagi-ve-musa

Belki de yazılar sadece yazıldıkları ve okundukları anda varlar, sonraları yok, olması da gerekmiyor belki. Bir öyle, bir böyle yazmakta da sorun yok belki, yazmak, bazen sadece sesli düşünmek ve bunları biriyle konuşuyormuş gibi aktarmak. Doğru veya yanlış olması gerekmiyor böyle bir yazının, sadece yazılması, okuyucusu varsa da sadece okunması gerekiyor. Ama bir yazı, okunmakla varlığını tamamlasa da aslında yazan biri için yazıldığı andan itibaren kendini tamamlıyor olabilir. Bilemiyorum. Tabii böyle ifade edince, hedefli yazıyla hedefsizin, ki hedefsiz yazı son dönemlerde fazlasıyla moda, farkı ortaya çıkıyor. Sanat ile ilhamın farkı gibi yani. Neyse.

Vivaldi bizi daha iyi ifade ediyor dese biri bana, ben de onu dinlesem, Vivaldi’yi değil, bu tespitin sahibini; neden, nasıl, anlasam. Beethoven hızlı desin mesela, ya da yavaş ne bileyim, veya hüzünlü desin, fazla romantik desin, kekremsi desin, buna bile razıyım… bir şeyler desin, benim bilmediğim, üzerinde düşünemeyecek kadar yabancısı olduğum belki. Bilmiyorum. Bir şiir gibi dinlesem tüm bunları, klasik müzik eşliğinde.

Bu arada, eskiden, yani artık değil ama eskiden, garip ama, belki de farkında olmadan kendimi şartlandırıp film etkisinde mi kalmıştım bilmiyorum da, klasik müzik bende çoğunlukla şiddet uygulama isteği yaratıyordu. Fazlasıyla hem de. Ama yapmadım, sadece hayal ettim. Sonra, geçti. Aksi durumdayım şimdi. Sanırım daha huzurlu biriyim artık.

Müzik, başka bir âlemden gelmiş gibi gelmez mi size de, her türlüsü hem de. Bir Irak Türkmeninden müzikle ilgili bir şey dinlemiştim, o da İtalya’da bir başkasından dinlemişmiş sanırım. Size de anlatayım, orijinal bir hikâye. Kendi tarzımla anlatacağımdan, siz sadece olay akışına, ana hatlarına dikkat edebilirsiniz.

Zamanında Musa, Yahudilerin peygamberi biliyorsunuz, hani şu Tur Dağı olayı var ya, oraya çıkıp tanrıyla konuşması, bu olayla, ve müzik kelimesinin kökeniyle ilgili…

Biliyorsunuz, sayısız dilde müzik kelimesi birbirine çok yakın yazılıyor. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde. Müzik, music, musik, musika, museke, vs. Peki, neden? Etimolojiyi sevsem de giresim yok, bu hikayenin içine etmek olur üstelik. Hikâyemiz, bu kelimenin nasıl ortaya çıktığını anlatıyor…

Musa dağa çıkmış ve tanrıyla konuşacakmış, tabii tanrının eski âdeti, aracılarını falan göndermiş, ne bileyim herifin yüreğine ilhamlarda bulunmuş falan. Musa ise, emirleri yasakları ve muhabbetin diğer konularını alıp gideceğine, seni duymak istiyorum demiş tanrısına, bizzat seni, senin sesinle, ne olur, acı bana ve duyur kendini. Tanrı ona ilhamla ya da meleğiyle artık neyse, hayır demiş, sen benim sesimi duyarsan dayanamazsın, bunu duymaya gücün yetmez, bu seni aşar… Musa inatçı, daha doğrusu, tanrı aşkıyla yanmış yürek kebap, akıl gitmiş firik olmuş, ille de duyacağım seni, senden.

Tanrı bakmış Musa konudan sapmış, aşağıda Yahudileri emirleri bekliyor, sanırım inatlaşmak istememiş onunla, tamam demiş, bunu sen istedin artık… Ve, onunla konuşmaya karar vermiş. Ve, ona seslenir seslenmez, daha ilk kelimelerde Musa bu sesin eşsizliğinden, muhteşemliğinden, kendinden geçmiş, bayılmış, dağdan aşağı yuvarlanmış.

İnince, meraklı bir grup onu beklediğine kuşku yok. Musa ne oldu, Rab’le konuştun mu falan üşüşmüşler başına onu yerden kaldırıp. Musa ise büyülenmiş, hipnotize olmuş gibi afedersiniz yani mal gibi öyle bakar bakar dururmuş, tek kelime edememiş bir süre, sesin etkisinden yani. Sonra sonra kendine gelince, soruları duymuş, sorular aynı, onunla konuştun mu, Rab sana ne dedi?

Evet demiş Musa sakince, âşıkça, evet demiş onunla konuştum. Fakat ilk kelimelerini duyar duymaz kendimden geçtim ve bayıldım, düştüm, yuvarlanıp buraya geldim. Sonra ne oldu bilmiyorum, fakat dostlarım, dünya üzerinde böyle güzel bir ses bugüne kadar duyulmamıştır, onu anlatmak için bütün kelimeler yetersiz kalır…

Sanırım birkaç kelime de olsa meraklı Yahudilerimiz için önemliydi. Ne dedi demişler sana, ne dedi Musa, ne dedi?

Musa durmuş, seslendi bana demiş, “Ey, Musa!” dedi, ben sadece bunu duyabildim, ancak böyle bir güzel ses ne önce duydum, ne de sonra duyabilirim.

İbranice de bu hitap “Musa, ke!” şeklinde söyleniyormuş.

Sonra, insanlar tanrının sesini tarif edebilmek, taklit edebilmek, ona yakın bir ses bulabilmek için müziği keşfetmişler. Yani Musa, ke’yi arayıp durmuşlar… Musake.

İşte bu yüzden, müziğin kökeni tanrının sesiymiş. O gün bugündür insanlar, o eşsiz, o güzel sese ulaşabilmek, onun bir benzerini duyabilmek için müzik, yani “Musa, ke” yapıp duruyorlarmış.

 

Arabeskçi uçurumun kenarındaysa, sebebi bungee jumping değildir

Hayatımda iki dönem arabesk dinledim. İlki, Adana’da yetişen halaoğlum sevgili Murat’ın biz lisedeyken sürekli Ferdi, Müslüm kasetleriyle falan yanımıza gelmesinden mütevellit. Özellikle Ferdi. Her akşam, yatarken mecburen Ferdi dinlerdik, şikâyetçi de değildik. Zaten Adana arabeskin membaı, bunun sebebini birkaç sosyolojik araştırmayla anlamak kolay olurdu. Yahut Orhan Kemal okumak da yeterdi ancak Adana’nın gelir adaletsizliğinin gerçek Arap kültürünün izleriyle de birleşmesinden olacak, arabesk müzik burada yeniden yoğruluyor, yeni bir biçimde tekrar vücut buluyor.

İkincisi ise askerlik. Askerde yoğun akan bir arabesk damar kaçınılmazdır. Önceki varoşizm yazımı okudunuzsa sebeplerini kendiniz de anlayabilirsiniz, yani zor durumda olan insanın bundan zevk almaya çalışmasının bir sonucu.

Arabesk çokları için ifade ettiği anlamları benim için ifade etmiyordu o zamanlar. Öncelikle, kendi MP3 çalarımda ağırlıklı olarak hareketli İspanyolca şarkılar veya sevdiğim başka şarkılar olurdu. Ancak kendi müziğimi dinleme şansım olmadığında, örneğin başımızda rütbeli varken arazide, yalnızca küçük radyolara, o da kişisel ilişkilerimizden ötürü izin olurdu. Asker bölgelerinde genelde çoğu istasyon menzile girmez ve giren istasyonlar da askerleri dinlettirmek için dayarlar arabeski.

Erol Budan’ın “Uçurumun Kenarına Getirdin Ömrümü” deyişini, adını bilmediğim adamın “Kaç Cumalar Geçti, Ne Görüşler Bitti” deyişini ilk askerde duydum. Bu arada, bir hapishane şarkısının askerde dinlenmesi, temelde hapishane ve askerlik birbirine karşıt gibi dursa da kolayca anlıyoruz, çünkü her iki ortam da kişilerin hürriyetlerinin zorla kısıtlandığı yerler, hapiste askerlik hissi olmuyorsa da askerde hapislik hissi kaçınılmaz.

Türk arabesk müziği varoşizmin estetik bir meyvesi, zaman zaman hiçbir anlam aramadan da ezgileri için dinlenebilir üstelik. Az evvel benim uçurumun kenarına gelmem gibi. Tabii ki Ömer Lütfi Mete’nin “Uçurumun Kenarındayım Hızır” diye başlayan şiirindeki estetiği çoğu zaman herhangi bir arabesk güftesinde göremezsiniz.

Kayıpların, asla gerçekleşmeyecek heves ve isteklerin, imkânsız aşkların müziğinin temelinde ağıt var aslında. Ancak ağıt daha çok feryada kaçar, ağıtın edebî ürünlerinde estetik bulunsa da ağıtın da temeli acıyı kaşımak yatar. Teskin, teselli olmaz ağıtta. Arabesk müzik de daha modern, kendine ait kuralları olan daha modern bir ağıt ama ölüye, kaybedilenlere değil, belki de hiç sahip olunamayanlara, toplumsal adalet(sizliğ)e yakılan bir ağıt. Onun için ağıt gibi çökertir arabesk, ileriye götürmez, hasar varsa tamir etmeye bakmaz, daha çok yıkmaya, acıtmaya, kanatmaya bakar. Çünkü acı çekmek hissetmek, hissetmek ise yaşamaktır; güzel yaşamayı keşfedemeyen insan, bir şekilde yaşadığını acı çekerek de olsa hissetmek durumunda.

Uçurumun kenarında yaşar gerçekten de, düşmek için bir gamzelik rüzgâr yeter her zaman. Bu psikoloji kendini zaman zaman “cinnet” şeklinde açıkça gösterir, sorsanız Adana sıcak ondan derler. Hayır, bu bir zihniyetin, toplumsal bir öğretinin sonucu.

Tepkiler aşırı, bencilce ve iletişime kapalıdır arabeskte. Arabeskin dayanışma gerektiren sosyal şartlardan çıkıp da nasıl bu kadar bireysel olduğunu, insanın zaaflarında aramak gerekiyor elbette. Arabesk zihniyeti benimseyenlerin acı dışında hiçbir şeyde birleşememesinin de açıklaması yine bu zaaf. Acıda birleşme ise, toplu bir Caferi ayini gibi, bireyin acısını daha derinden yaşamasına olanak tanıyan bir çeşit ritüel oluyor. Arabeskin dayanışmasında, dayanışma gerçekleştiğinde de bunun toplumsal bir bilinçle, diğerkâm bir bilinçle gerçekleştiğini görmüyoruz. Örneğin bir arkadaşı, bir yakını, sevdiği biri için fedakârlık yapan birinde bu fedakârlığın acılı oluşunu, kendinden vazgeçişini, sonuçta arabesk bir tutumu görüyoruz. Kişi, bir başkası için kendini feda eden kişinin yüceliğine inanmış, ben mutlu olamıyorsam X olsun demiş, bu yolla tatmin ve garip bir mutluluk hissi aramıştır.

Bu sebepten arabesk zihniyet tek kişiliktir, bırakın toplumculuğu, iki kişilik ilişkiyi bile sağlıklı sürdüremez. Arabeskin toplumculuğu ise ayakları yere basmayan, masalsı, irrasyonel bir toplumculuktur. Bir çeşit şahsi ideadır o, merkezde yine ilgili birey vardır ve kendisi daima gizli özne olarak merkezdedir. Toplumun bir parçası olarak kendini konumlasa bile bu bencillik değişmez. Bu kültürün Arap kültürüne, çöl yaşamına kadar uzanan kökenleri ise konumuz dışında. Arap sazlarının farklı karakteristiğini, içe dönüklüğünü ve başka kültürlerdeki hangi enstrümanlara benzediğini anlatan olsa da dinlesek.

10 maddede gerçek açlık oyunları

aclik-cocuklar

Dünya Gıda Programı ya da orijinal adıyla Wood Food Programme (WFP) basit bir açlık istatistikleri yayınlıyor: http://www.wfp.org/hunger/stats

İstatistiklerin başında, açlığın tek başına, AIDS + Tüberküloz + Malarya’nın sebep olduğu ölümlerden daha çok ölüme sebep olduğuna vurgu yapılıyor. Ardından gelen 10 maddelik dünya gerçekleri ise şöyle:

1) 805 milyon kadar insan sağlıklı bir şekilde yaşamını devam ettirecek şekilde beslenemiyor. Bu, dünyadaki her 9 kişiden 1’i anlamına geliyor.

2) Açlık en fazla gelişmekte olan ülkelerde görülüyor. Bu ülkelerin toplam nüfusunun %13,5’i yetersiz besleniyor.

3) Açlığın en fazla olduğu kıta Asya, dünyadaki tüm açların 2/3’ü burada. Son yıllarda güneyde açlık azalsa da Asya’nın batısında açlık yavaş yavaş artmaya devam ediyor.

4) Sahraaltı Afrika ise, sayıca değilse de yoğunluk yönünden açlıkta birinci. Buradaki her 4 insandan 1’i yetersiz besleniyor.

5) Her yıl gerçekleşen 0-5 yaş arası çocuk ölümü sayısı 3,1 milyon, bu ölümlerin %45’inden yetersiz beslenme sorumlu.

6) Gelişmekte olan ülkelerdeki yaklaşık toplam sayısı 100 milyon çocuk ele alındığında, her 6’sından 1’inin yetersiz beslendiği görülüyor.

7) Dünyadaki çocukların 1/4’ünün gelişimi beslenmeye bağlı olarak olumsuz etkilenmiş, gelişmekte olan ülkelerde ise bu oran 1/3.

8) Eğer kadın çiftçiler de kaynaklara erkekler gibi erişebilseydi, dünyadaki açlığın 150 milyon kişi kadar düşebileceği tahmin ediliyor.

9) Gelişmekte olan dünyada, ilkokul çağındaki 66 milyon çocuk açlık tehdidi altında. Sırf Afrika bu sayının 23 milyonunu barındırıyor.

10) WFP, bu 66 milyon çocuğun tamamının yeterli beslenmesini sağlamak için, her yıl 3,2 milyar Amerikan dolarını gerekli görüyor.

Bizim solcular neden bir Yunan düşüne uyudular?

Yunanistan kötü yönetimin ve Türkiye karşıtlığının getirdiği maddi yükün altında ezilen bir ülke. AB’ye büyük miktarda borçları var ve ödemek zorundalar. Uzun zamandır ekonomik durumu kötü ve bu yüzden orta direk yıkılmış, dar gelirliler ise isyan vaziyetindeydi. Seçimlerle birlikte hayal pazarlayan, ancak bu hayallere belki de inandığı için başarılı olan, solcuların çılgınca sevinmesine sebep olan birisi seçildi. Tek başına iktidar olamasa da başbakan oldu ve kabinenin çoğunu kendi adamlarından atadı.

Seçimlere ilk tepki, beklendiği gibi, para piyasalarından geldi, zira bir kural olarak para emniyeti ve sözlere bağlılığı sevdiğinden, başbakanın çılgın projeleri parayı tedirgin etti. Bankaları takip eden borsa ise bizim için bir anlam ifade etmese de ekonomide geçerli bir gösterge. Vahim olan ise, düzelmek yerine daha kötüye gideceğine kuşku yok.

Hayatın sert yanı karşısında “devrimci bir ruhla” ve hayallerle ayakta kalan sol ideal için iktidar olmak çoğu yerde alışılmadık ve sıra dışıdır. Dolayısıyla, bizde alışmamış kıçta don durmaz dedikleri gibi, sol bir yönetim de iktidara asla hazır değildir. Ne kendi içinde kavgaları biter ne de katı gerçekler karşısında etkili çözümler geliştirebilirler. Bir ülkenin hayallerle yönetilmek istendiğinde neler olduğunu az çok kendi sağ hükûmetimizden biliyor olmamız lazımken, bizdekilerin gereksiz Yunanistan sevincini anlamlandırmak pek kolay değil. Yalnızca ideolojik farklılığın duygusallığıyla Yunanistan’ı güzel günlerin beklediğine inanmak, örneğin Fransa’da Müslüman bir hükûmet iktidara gelmesine ve çok güzel günler yaşayacağına inanan bir Müslüman olmak gibi havada, asılsız.

Örneğin savaşı düşünelim, katı gerçeklerden örnek vereceğiz ya. Savaşlarda ideolojiler değil, askerler savaşır; bedenler, silahlar, teknikler, taktikler… Gerçek olan budur, arkaplandakiler ise ikincil önemdedir artık. Bu durum ekonomi için de, sağlık için de, tarım için de böyledir.

Görme engelli bir sağlık bakanı atamış çiçeği burnunda başbakan, açıkçası, oldukça dokunaklı. Öncelikle, engellilere hak ve fırsat eşitliği verilmesinin insanlığın bir gereği olduğuna kuşku yok, ancak, gözleri görmeyen bir bakanın, bazı bakanlık vazifelerini doğrudan yapamayacağı da ortada. Kendi adına birçok denetimi ise danışmanları veya güvendiği başka isimler yapacağına göre burada bir hak ve yetki paylaşımı ortaya çıkar ki, bu durumda bakan yalnızca bu bilgilere göre karar veren kişi olarak o anda bakan mıdır, yoksa bakılan mıdır tartışılır. Bu işin olası tek iyi yanı, engelli haklarında iyileşme olabilir. Onun dışında, kabul etmesi zor da olsa, çeşitli maluliyetlerin bazı görevlere uygun olmadığı ortadadır. Örneğin görme engelli bir insan askerlik yapamaz, vinç operatörü olamaz (en azından günümüz tekniğine göre bu olanak henüz yok), cerrahlık yapamaz… Örnekler çoğaltılabilir. Bakanlığın ise bu işlerden daha az “gözle görmeye” ihtiyaç duyduğunu düşünmek ise ayrı bir tartışma konusu ve bana göre, ne yazık ki, her türlü üst düzey yönetim işi gözle görmeyi gerekli kılıyor. Dolayısıyla yapılan bu atamanın kamuoyu desteği sağlamak için yapıldığını ancak ters tepeceğini düşünüyorum, son yıllarda oldukça çilekeş olan Yunanların bir engellinin engeliyle dalga geçecek olması da bize insanlık dışı gibi gelecek olsa da, kaçınılmaz bir sonuç. İlk önce sağcılar dillendirecek, sonra onlara karşılık veren solcular da gün geldiğinde mecburen susacak. Zaten darboğazda olan bir ekonomide kusurlara karşı tolerans da iyice azalır üstelik.

AB ise başbakanın hayallerine karşı sert bir sözlü uyarı yaptı çoktan, “Yunanistan’ın borçlarının yeniden yapılandırılması söz konusu değil,” dediler. Başbakanın hemen pes etmeyeceğine kuşku yok ancak ayakları yere basmadan güreşen herkes tuş olur, bu benim gibi güreşenlerin iyi bildiği basit bir gerçek. Güç ayaklarımızdan gelir, ayaklarınız yere basmadığı zaman havaya savrulmanız çok kolaydır. Hayat ise mücadeledir, dolayısıyla güreşle benzerlikler kurmakta sorun yok.

Sol idealin küçük topluluklarda başarılı şekilde uygulanması pek mesele değil, üstelik hoş tablolar da ortaya çıkar, desteklerim. Ne var ki ölçek büyüdüğünde yeni sorunlar karşısında, zaten kendi ideolojik problemleri olan solun yönetimde olması kaçınılmaz son demektir. Sol’un belirsiz bir ideoloji olmasından daha evvel bahsetmiştim burada, okuyabilirsiniz.

Bir başka toplumun yeni zorluklarla karşılaşacak olmasından ötürü sevinçli değilim, buna karşın bizdeki solcuların ölçüsüz ve taşkınlığa varan bir ideolojik sevinci paylaşmasını anlıyorum. Çünkü oradaki seçim başarısı onların hayallerini ateşledi, bir Yunan düşüne yattı hepsi, sert bir şekilde uyanacaklar, birkaç seneye kalmaz.

Sonra da emperyalizmi suçlayacaklar, tipik teraneler işte. Hâlbuki emperyalizm de muğlaktır, var olmakla birlikte. Dolayısıyla, buna karşı mücadele edilmesi gereken noktalarda başarısızlığın açıklaması emperyalizmin acımasızlığı mı olacak? Şüpheniz olmasın ki öyle olacak.

AB üyesi bir devletin Venezuela ya da Küba gibi görece tecrit altında olamayacağını biliyoruz. Dolayısıyla AB içindeki bir devletin haddiden fazla dozdaki irrasyonalizmle yönetilebilmesi mümkün değil. Başbakanın ise sanki aba altındaki bir sopaymış gibi ima ettiği AB’den çıkma tehdidi ise aslında kendi halkına karşı yapılan bir tehdit, çünkü bunun anlamı ekonominin azıcık nefes aldığı son delikleri de tıkamak demek.

Yunanistan oldukça zayıflamış bir ülkeydi, bunun sebebi yıllardır oldukça kötü yönetilmesiydi. Ardından hepsi birbirinden çılgınca olan sağ veya sol hayaller sunuldu halka, halk ise daha iyi görünen sol hayalleri seçti. Başbakanın tepetaklak olacağını görmek ise “liseli devrimci” takma adını gururla söyleyen solcuların hayallerini yıkmayacak, çünkü sol, irrasyoneldir. Sağlam bir kavrayış ve akla dayanan uygulamalar yerine ideolojiye dayanan diğer bütün yönetim tarzları gibi.

2001: Bir uzay hayal kırıklığı

Asla iyi bir sinema okuru olmadım, çok film de bilmem ama Kubrick’i ve birkaç kült filmini bilmemem mümkün değil. Bir “A Clockwork Orange” veya “Full Metal Jacket”i beğenmedim diyemem ve her dönem değerli olacağını düşünmüşümdür. Dr. Strangelove’ı ise belki o anki ruh hâlimden, izlemeyip kapatmıştım. Orijinal DVD’si durup duruyor hâlen bir köşede, kim bilir, belki bir gün?..

Ayrıca milyonları kendine hayran bırakan The Shining’i de henüz izlemedim, izlemek istiyorum. Bu noktada, Kubrick’in izlemediğim pek çok filminin olduğunu ancak izlediklerimin hem deneysel hem de başarılı olduğunu söylemeliyim. Dolayısıyla, geçen gün Interstellar izledikten sonra bazı çok bilmişlerin “Bir ‘2001: ASO’ değil” diye burun kıvırmalarını anlamak için bu filmi izlemem gerektiğini düşündüm.

Büyük bir hevesle ancak yine de kendimi önyargılardan beri tutarak filmi izlemeye başladım. Açıkçası, giriş sahnesinde pek çok insan gibi ben de video dosyasının bozuk olduğunu düşündüm ancak müziğin devam etmesi beni sabırla bir süre daha beklemeye itince film yavaş yavaş, gerçekten de yavaş yavaş anlatıma başladı.

Pek çok filmde başlangıç bölümlerinde bir serim ya da düğüm olur, ancak ASO’da ilk bölümün bir çözümü peşinen verdiğini düşünüyorum. Nitekim filmin sonunda da bu çözüme oldukça bağlı kalan yeni bir çözüm daha var ki, bu da bana göre filmi çift başlı yapıyor.

İlk bölümün biraz sıkıcı da olsa başarılı anlatımı filmin devamı hakkında umutlarımı beslemeye devam ediyor. İkinci bölümü de fena bulmuyorum ve artık üçüncü bölüme geldiğimde çözüme doğru gittiğimizi sanma gafletinde bulunuyorum.

Bu noktada söylemeliyim ki, 3’üncü bölümden itibaren yönetmenin bizi aptal yerine mi koyduğunu yoksa gerçekten de işleyiş kabızlığı mı çektiğini bilmiyoruz. Kubrick hayranları için bu filmi de süper ötesi olduğundan bu ilkel sunumu çok sanatsal bulmalıyız ama ben bulmadım.

Son bölüme geldiğimizde ise kafa karışıklığı ve anlam veremememiz doruk noktasına ulaşıyor.

Filmi izleyip boşlukta kaldıktan sonra filmle ilgili yorumları okuduğumda herkesin “Bir de kitabını okuyun anca öyle anlarsınız,” diye filmin başarısızlığını savunduğunu görüyorum ki, tam bir şecaat anlatırken sirkat arz etme durumu. Yani herhangi bir sanat eseri için başka sanat eserlerinin okunması şartının olması, ilgili eserin değerini düşürür, bu her zaman böyledir ve değişmez bir kuraldır. Kaldı ki, bir eser diğer eserlerden bağımsız olarak kendini başka bir okumaya muhtaç kalmadan ifade edebilmeli, neyi işlediğini, nasıl işlediğini kendi içinde barındırmalıdır. Okura, yeterli ipucunu vermeli.

Kubrick’in bu filminin, çağına göre oldukça yenilik taşısa da son tahlilde başarısız bir deneme olduğundan kuşkum kalmadı. Nasıl bir şairin, dönemlerinden bağımsız olarak, her eseri iyi değilse, bir yönetmen için de sanat yolculuğunda iyiler ve kötüler söz konusu. Bu noktada elbette sinema gibi ortaya konması çoğu zaman yıllar alan (ki bu film 4 yılda çekilmiş), dolayısıyla çok daha az eser üretilen bir branş olsa da sonuç değişmiyor; iyi örnekler ve kötü örnekler var.

Kaldı ki filmdeki öngörülerin oldukça isabetsiz olması da diğer bilimkurgu filmlerine göre bir eksikliği. Bir diğer nokta ise, tamam o dönem astrofizik bugünkü kadar ilerlememişse de, filmde birden çok bilimsellik hatası bulunması. Bilim kurgu filmlerinde boşluklar kurgusal varsayımlarla doldurulacak tabii ki, ancak o dönem bir bilinmez olsa da yerçekimsiz ortamda “grip shoes” mantığının neden filmdeki gibi olamayacağının aslında gayet öngörülebilir olduğunu düşünüyorum. Filmin bilimsel yön yerine insanoğlunun diğer soru işaretlerine yönelmesi ise bu tip kusurları kabul edilebilir tutuyor. Yine de aşırı uzatılmış sahnelerine rağmen kendi içinde anlatımının oldukça yetersiz kaldığı gerçeğini değiştirmiyor.

Tüm bunlardan sonra bugün filmi “anlatmak” için gerçekleştirilen çeşitli interaktif çalışmaları da izledim ki, bu sayede filmin mesajının hem zayıf olduğundan, hem de kötü anlatıldığından emin oldum.

Belki sinema sanatı için oldukça önemli bir filmdir ancak genel anlamıyla sanat yönünden değeri düşük bir film olarak kalmaya devam edecek. Yine de filmin ilk bölümündeki basit ama kuvvetli anlatım her dönem için değerini koruyacaktır.

Sonuç olarak, 2001: ASO, bana göre değildi. Bu kadar konuşulan bir filmi görmem açısından iyi oldu o kadar. Kubrick’in ortaya koyduğu işin başarısızlığının ise tek açıklaması belki o dönem şöhretli bir yönetmen olmasıyla açıklanabilir, öyle miydi bilmiyorum ama başka türlü böyle bir filmi bu kadar özgüvenle sunmuş olamazdı. Diğer bir olasılık ise, belki de kendi türünce “öncü” sayılacak bir film olduğundan bugün bize bu kadar yetersiz gelmektedir ama kendinden sonraki çok şeyi etkilemiş olabilir. Ancak bu bize sonuçta sadece temelde zayıf olan bir klasiğin tadını verebilir, yani nasıl ki kendi türünün ilk örnekleri olarak bugün çok yetersiz olsa da aslında çığır açmış eserler varsa, bu film de öyle olabilir. Yani, resim sanatında mağara resimlerinin bugün nasıl aslında “yetersiz” ancak “öncü” olduğunu kabul ediyorsak, örneğim biraz abartılı da olsa, aynı durum bu film için de geçerli.

Tamamen duygusal

Yapmam gerekenin ne olduğunu genelde bilip, uzun yıllardır genelde yapmamamın açıklaması duygusal olmam. Bu sabah bunu çözdüm. Psikolojime duygusal durumum hakim genelde, dolayısıyla eylemlerime, irademe, hayatıma…

Çocukluğumda çok az olsa da sorunsuz geçen kısa dönemleri hatırlıyorum, mutlaka başarı vardı. Ama tabii ki genelde, ailemden kaynaklanan duygusal yükün altında ezilip kaybetmeyle karakterizeydi.

19 yaşında kendimi topladığım o kısa dönemde, bu arada 19 yaşında şimdikinden daha yakışıklıydım, hâlbuki şimdi daha yakışıklı olmam lazımdı, neyse. O dönemde her gün sabah 7’de kalkıyordum, lise mezunuydum, 9’da işimin başına, çalışanlarımdan önce gidiyordum. Tam üç ay, cumartesileri dâhil ve pazarları da genelde erkenden kalkıp evde işleri planlıyorum. Karşıyaka Devlet Hastanesi’nden iş bağlıyorum ki, medikal sektöründe bunu rüşvetsiz, şunsuz bunsuz yapmak bile bir başarı. Bu üç ay sürüyor, sonrasında, işin başında görüp uyardığım ama elimden olmayan o noktadan ötürü her şey yıkılıyor, yine bunalım. Bunu atlatabilirdim, ama sonra yine duygusal bunalımlar, eski ayak bağlarım, beni yere seriyor.

Bu sürdükçe, ben hem yapmam gerekenleri yapmadım hem de “self punishment” dedikleri şekilde pasif kalarak ya da kötü şeyler yaparak kendimi cezalandırdım. Bana göre olmayan şeyler. Yıllarca.

Sonra 2014, hayatımdaki en büyük ve en uzun süren maddi sorun, diğer duygusal sorunlarım da devam etmekle birlikte önemleri büyük ölçüde azalmıştı çünkü yeni ve eşsiz bir duygusal destek bulmuştum. Bu dönemde antrenmanlarıma iyi kötü tekrar başlayabildim, tam anlamıyla bir yangın yerinin ortasında. Ve yine bu dönemde kitabımı yazdım, 500 sayfa, sonra 384’e indirdim ki insan yiycek bunu insan diye.

Bir sabah, kitap çıkmadan önce, ben çok iyiyken, bir sabah kafamdan aşağı kaynar sular dökülmüştü, o yeni duygusal desteğimin geldiği taraftan kocaman bir saçmalık ve hayal kırıklığı. Yine tüm dengem bozuldu, ama bu sefer tam kontak atması; sinir, üzüntü, hayal kırıklığı, aldatılmışlık hissi, kurtulma, kaçma, savaşma, sarılma, her şey, çok yoğundu ve hiç dengem kalmadı… Kısa sürse de, etkisi, sonradan ortaya çıkacağı üzere, çok yıkıcı oldu. O dengesizliğimi hem o dönem pişmanlık olarak ödedim, hem de sonradan daha büyük bir pişmanlıkla tekrar ve kalıcı bir diyetle ödedim, sanırım kendimden de nefret ettirerek, tiksindirerek, yine de böyle olması gerekmiyordu. Yine de karşımızdakiler bizim kadar olgun olmak zorunda değil, yahut önceden başka bir olasılık için altyapı yaptılarsa onu bekletmek zorunda da değil…

***

Kendimi toparlamam gerekirken neden toparlayamadığımın sorusu duygusal olmamda yatıyor. Benim için somut şart ve imkânlardan çok duygusal olarak sorunlu olup olmamam önemli olmuş hep. Geriye dönüp baktığımda kabak gibi görünen şey bu.

Şimdi, beni ben yapan bir şey olduğunu düşündüğüm bu duygusallığımı taşlaştırmadan, yok etmeden, vazgeçmeden bundan gereksiz olduğu noktalarda kurtulmanın yolunu arıyorum. Yani beni harekete geçiren ya da geçirmeyen şey bu duygusallığımsa ya bunu izale etmeliyim ya da o sorunları çözmeliyim, ikisi de olabilir. Ayağıma taş gibi bağlanmış bu yükleri yeniden tahlil edip kafamda yeni ve geçerli yanıtlar bulmak bana yardımcı olabilir, bir şeyleri de geride bırakıp tutum değiştirmek gerekebilir.

Ne yapmam gerektiği hakkında hiçbir soru işaretim yok, seçenekler olması da kafamı karıştırmaktan çok bana kendimi iyi hissettirir üstelik. Yani, yapabileceklerim belli ama bunları yaparlığımda olan sorunu halletmeliyim. İradesiz olduğumdan emin olmaya başlamıştım artık ama sonra işte, geçmişi şöyle bir düşünmek, sıradan nice insana imkânsız görünen şeyleri başarmış olduğum aklıma geldi. Hayır, duygusal olarak iyiysem iradem de çok güçlüydü, disiplinden yana da sorunum olmamış.

***

Sonrası her şey teker teker düzelecektir, gerçi, yine düzeliyordu ama sanırım bu sefer yalnız başarmam gerekecek, hem böyle olunca kimsenin dengesizliğine de önceden olduğu gibi alışmak zorunda kalmama gerek kalmayacak. Gerçi, alışmak da iyi, bu sayede insan tekrar tiksinç hatalar yapmamayı öğrenmiş oluyor, benim yaptığım gibi.

Dolayısıyla beni günler boyu defalarca öldüren yaralarımı sarmadan, tedavi etmek durumundayım. Kaçmak bana göre değildi, bir ara az kalsın yapacak oldumsa da, tesadüfler ve kronolojik uyumsuzluk durdurduğunda, başka şeyler de gördüm sonra… Hatalarımın da iyi yönlerimin de farkındayım artık, hem de daha çok, daha kritik noktalarımda.

Tamamen duygusal. Tamamen, duygusal.

Muhtaç olduğum kudreti damarlarımda değilse bile, kafamın bir köşesinde sürekli erişilebilecek şekilde bulmalı, yoksa da oluşturmalıyım.

Bazı çözmediğim duygusal sorunlar şimdiden gözümün önünde belirginleşti, dünden daha yakınım şimdi çözüme, yeni bir hayata. Önce en yakınımdan başlayacağım.

Beni affet, kendim başta affetmesi gereken kim varsa.

Hayal kırıklığı değilim, deneyemediğim şeylerde bununla suçlanamam.

Şimdi deneyeceğim ve denersem bunun anlamı yapacağım demek.

Tamamen

Duygusal

Ben olmanın ödülü de bu laneti de, lanet kısmına çalışıyorum, ödüllerinden rahatsız değilim.

Tek bildiğim, her anlamda eskisinden daha iyi olmak istediğim, çok daha iyi, çok daha güçlü, çok daha enerjik.

Varoşluk üstüne

Varoş’un Macarca olduğunu öğrenince önce Macarca bir sözlüğe, ardından da etimolojik bir iki yazıya baktım. Var, Macarca kale demek, “os” ise bir sonek olarak demek ki “dışında” anlamı katıyor. Bu noktada bir an Macarcanın Latinceden ne derece etkilenip etkilenmediğini düşünmemiş değilim, çünkü Latincede böyle bir durum bir önekle ifade edilirdi. Yine de bu muhabbetin konumuzla ilgisi yok.

Varoş kelimesi, somut anlam yönünden bugün daha çok içinin dolduğu Türkçe bir karşılığa sahip: Kenar mahalle. Yine de fonetik farklılıktan ötürü varoş kelimesi sık sık tercih ediliyor ve genelde kötü anlamlar kazandırılarak kullanıldığından, kenar mahalleden ayrışıyor. Örneğin bir sosyalistin ezilen sınıf geyiğine dönmeye başladığında varoş yerine kenar mahalle kelimesini tercih ettiğini görürüz, özellikle varoş demişse o metnin dilinde bir sertlik yaratmak istediğini düşünürüz ki, bu da solcu sanatın pek sevdiği bir şeydir. Bu tip sertliklerle metinlerini dinamik, güçlü ve güya hayata yakın tutmaya çalışırlar ki, herhangi bir hayalî konuşmanın ayakları mantıkla değilse en azından kelime seçimleri açısından, o yazı sanatının marifetiyle yere basabilsin. Eh, çoğu da bunu yutar.

Bense, bugün olumlu bir anlamda kullanmayacağım, ayrıca iki kelimelik kenar mahalle yerine varoş’u tercih etmek bana daha kolay geliyor, üstelik, bu yabancı kökenli kelime, birazdan tanımlayacağım durumlara yabancı oluşum sebebiyle de bana daha doğru geliyor. Yani, kenar mahalle de olsa, mahalle kelimesindeki potansiyel sıcaklığı, varoş’da bulamıyorum çünkü. Ek olarak, varoşlukla sosyo-ekonomik durum ve konumu da asla kast etmiyorum, çünkü varoşizm bir felsefe, bir yaşam biçimidir ve kişinin ekonomik koşullarından temelde bağımsızdır, biz genelde kenar mahallelerde daha sık görsek de, kentin her yerinde, en lüks mekânlarında bile, pahalı elbiseler içindeki nice insanda varoşluk çok sık rastlanan bir olgu.

***

Varoşluk üstüne ikinci sınıf şehir elitleri daima bir şeyler yumurtlar, bunun sebebi çoğu zaman kendi geçmişlerine karşı duydukları nefrettir. Zira pek çok Cumhuriyet kentlisinin dedesi değilse bile dedesinin babası, Osmanlı’ya göre fazlasıyla varoş, taşra yahut köylü sınıfındandı. Bu sebeple, bugün bu sınıflara en büyük nefret kökeni böyle olan kentlilerden gelir. Pek az kentsoylu ise daha samimi ve kendiliğinden gelişmiş bir tiksinti ya da sıcaklık duyabiliyor.

Konuyu çok dağıtmadan dönelim.

Varoşluğa nereden geldim bugün, birkaç blog okuyordum oradan. İlk başta pek çok kelime cambazının desteğiyle, yaralı ve yorgun ruhları anlayan cümlelere bir anlığına kapıldım, sonra kahkaha attım tabii ki. Varoşluğun ne olduğunu gördüm ve bu saçmalığı yutmama imkân ve ihtimal olmadığını fark ettim. Varoşluk, herhangi bir çevre, kişi ya da durumun kendine layık gördüğü aşağılık damgasından zevk almaktı, bir çeşit mazoşizmdi ve varoş insanın hemen her davranışına, kararına, duyuşuna, düşünüşüne ve duygusuna yansıyordu. Çünkü onun benimsediği kültürle, içinde yaşattığı dünyayla uyumlu olan buydu. Varoş, kazanmasını bilmiyor, yüzeyde çok kazanmak ister gibi görünse de derinlerinde kaybetme arzusu ve kaybın acısını doyasıya yaşama isteği taşıyor. Kazanmak, iyi, güzel ona göre değil. Bu sebeple hatalara karşı tahammülsüzdür genelde varoş, çünkü çok doğal olan hata-düzeltme mekanizmasının düzeltme kısmı onun gerçek dışı algı dünyasında yeşermemiş, gelişememiştir. Onun dünyasında sadece kaba bir kazanmak ve kaybetmek belirgindir, arasındaki gerçek hayat ise onu yorar, yorulduğunda ise tekrar varoşluk kabuğuna sığınır ve yıkıcı, kötücül, içe dönük ancak içindeki karanlığa dönük davranır. Bu sebeple varoşluk, toplumların yarattığı kitlesel bir hastalıktır ve bu hastalığı üzerinden atmak için kişinin para kazanması genelde yetmez, çünkü para kazandığında da bir hayali yaşar varoş, davranışlarında, tercihlerinde, yaşayışında bu sindirememişliği, bu doğal olmayanı görmek kolaydır.

Varoş kaybı yüceltir, acının peşindedir genelde. Tüm dünyaya karşı genelde kendisini kusursuz ve mağdur görür, sadece şanssızdır, tek suçu ise fazla iyi, fazla insan olmaktır ne hikmetse. Bu sebeple, kendisine insanlık gösterenlere karşı saldırganlaşır, çünkü bu yüzden kendi hastalıklı algı dünyasıyla yüzleşmek ona pek çok şeyden daha ağır gelir. Bu hastalıklı ruh hali içerisinde bir yandan sözlerle, inanışlarla duygular yüceltilirken, diğer yandan başkalarının duygularını hiçe saymak da olağan gelir. Çünkü bunu yaparken bir yandan da hayatın kendisine yaptığını sandığı şeyi, yani duygularının hiçe sayılışını, bir başkasına yansıtarak kendi sorunundan uzaklaştığını düşünür. Bu sebeple hemen her macerası hüsranla, daha çok öfke, daha çok üzüntü ve daha çok yalnızlıkla sonlanır. Varoş kazanmayı, düzgün oynamayı, sağlıklı olmayı bilmez, tedavisi ise güçtür ve çoğu varoş bu şansa erişemez. Çünkü tedavi için asalet gereklidir ki, asaletin soyu değil soydan ve her türlü metadan bağımsız olan bir erdemler bütününü ifade ettiğini söylememe gerek yok sanırım. Bu noktada asaletin Jean Valjean’ınki gibi sonradan kazanılabilir olduğu ancak onunki gibi tamamen metaya dayalı ve kolpa olmasının gerekmediğini de belirtmek gerekiyor.

Varoş insanın varlığı, her ne kadar patoloji barındırsa da, diğer tüm hastalıklar gibi bize bir mesaj verir: Herkeste varoşluk potansiyeli bir miktar bulunur, bunu da görebiliriz. Yani, iyiyken kötüleşen veya kaybedince olumsuz değişen insanlar, algısı değişen insanlar, genelde varoş örnekleridir. Varoşun yarattığı çeşitli stereotiplerin hepsinin ortak varoşsal duygu ve algıları vardır ayrıca.

Ne yapmalı? İçimizde varoşluğun yeşermesi, donanımlı bir akla sahipsek zordur, ancak zor zamanlarda bu varoşluk bir boşluk bulup kök salmayı deneyebilir. Varoşluğu bilge parmaklarınıza ezip ait olduğu, o hiç dikkate değmeyecek tutumlarınızın arasına göndermeli.

Kaybetmenin yüceliği, ancak gerçekten de savaşanlar ve asil davrananlar için söz konusu edilebilir, bunun dışındaki kayıplar zavallıcadır ve bunların kabullenilmesi, acıdan meze yapılıp Müslüm’le tüketilmesi aklen, bedenen ve ruhen zayıflara göredir. Dolayısıyla bu yücelik, varoşun öngördüğü ve sık sık hissettiği gibi değildir, onunla alakası bile yoktur. Her türlü yücelik, yüce olanlar için geçerlidir ve kendisini daima en dibe gömen, yükselmeyi bile sindiremeyen insanlarda yücelik aranmamalıdır.

Tüm bunlarla birlikte, bir grip virüsü gibi, varoşluk da her insanda kısa sürelerle de olsa bünyeyi ele geçirebilir, acilen tedavi olmak gereklidir böyle durumlarda.

Dünyadaki hiçbir güzelliğin tarihini varoşlar yazmamıştır, onlar da tıpkı sömürenler gibidir, karşıt uçta olsalar da. Sorumlu oldukları birkaç romantik martavalı saymazsanız tek şey irili ufaklık kötülüklerden müteşekkil dev bir kötülükler yumağıdır. Hastalıklı, zayıf, kötü insan tiplerinin bir kümesi olan varoş timi, diğer olumsuz tip kümeleri gibi insanlığın geleceğinde azalmalı ve yok olmalıdır. Ancak günümüz düzeni bunu sağlamayacağından bize düşen kendimizi bu tip karakter tuzaklarından korumaktır.

Daha güçlü, daha iyi olacağız. Varoşluğa da, godoşluğa da, aklımıza gelen her türlü zayıflık ve kötülüğe karşı uyanık ve sağlam olmalıyız.

Hayatınızda varoş insanlar bir şekilde yer alabilir, zor durumda olan insanlarla varoşları birbirine karıştırmayın, varoşluk bir zihniyet, bir tutumdur, başka şeylere benzemez, işte böyle kişiler varsa onları hayatınızdan çıkarmakta tereddüt etmeyin. Bir bok çukurunda debelenen bir insana üzülmemiz elbette insancadır ancak o çukurun içine girip onunla orada debelenmek, çukurun dışını bilen bir insan katlanılamaz olacaktır. Burada da mağara alegorisini kullanabilirsiniz. Yani, böyle bir insanı çekip çıkarma şansınız yoktur o çukurdan, bir insan ya kendi çıkar, ya da çıkamaz hatta farkında bile olmayıp size burun kıvırabilir.

Varoş kibirlidir de üstelik, tüm tiksinçliğine ve basitliğine rağmen, hak etmediği bir kibir taşır üzerinde. Gerçek kibir, hak edilmesi güç bir vasıftır, gerçek kibir, beğenilmese bile saygıya değerdir, varoş kibri gibi diğer sayısız kibir ise arkası boş, hastalıklı ve sahibini yanıltır.

Kaybedebiliriz, dibe batabiliriz, boğulabiliriz, yenilebiliriz, hatalar yapabiliriz, ancak asla varoş olmamalıyız. Ne dejenerasyon, ne varoşizm, bunlar asla mutluluk yolunda yoldaşlık edemez.

Nice temiz ruhun, genellikle de ilkel bir Türk solculuğundan ötürü, varoşizm batağına batması, varoş varoş yaşaması ise sadece üzücüdür. Türk solunun bu varoşluktan nasıl beslendiği ise, gözlemlemesi kolay ama ayrı bir yazının konusu.

Gandili gundili

olumcul-noktalar

Belki 7 yaşındayken, babamın İstanbul Karate Federasyonu olacak, oranın spor salonunda karate kıyafetiyle çekilmiş fotoğrafını görüyorum (sanırım sonra o federasyon yeni yapılanmalar sonucu Türkiye Karate Federasyonu’na falan katılıyor).

Erkek çocuklarında şiddete daha fazla bir eğilim olduğu doğrudur, ancak bu durum kişinin psikopatlık ya da gerizekâlılığına bağlı olarak kendini belli eder. Örneğin hayvanlara işkence yapmadım yahut birkaç küçük olayı saymazsanız zorbalık yapmadım kimseye, benim gibi örnek de çoktur. Ancak, yine de, belki de toplumsal-çevresel etkenlerden ötürü şiddete meraklı oluyor coğrafyamızda çocuklar. Sonra babamın bir ara Harbiye’de “ölümcül noktaları” öğrendiğini duyuyorum, yıllar sonra askerdeyken yakın dövüş teknikleriyle ilgili askerî bir eğitim kitabını aldığımda orada da bu hususa değinildiğini görüyorum.

Sırf deneme olsun diye ilk defa kestiğim koyunun boynunu kırıp omurgalarının arasından beyaz omuriliğini görüp bıçakla keserek “can almam” ise 19-20 yaşımdaki deneyimlerinden biri oluyor. Daha sonraki yıllarda Amerikan güreşinde altta kalan eleman gibi üstüme art arda iki 90 kiloluk bedenin hoplamasıyla iman tahtamın (sternum) kırılacağını sanıp o garip acıyla yüzleşeli de kaç yıl oldu bilmiyorum.

Şiddetin neredeyse her türlüsünden ve neredeyse her zaman nefret etmem de tüm bu düşüncelerin arasında bütün acayipliğiyle duruyor. Belki de bu sebepten genelde aşırı sakin, öfkesiyle mücadele etmeyi erdem bellemiş bir insanım.

Mas Oyama varmış, ilkokul-ortaokul yıllarında ayıla bayıla izlediğimiz “Karate Baka Ichidai” çizgi filmlerine ilham veren gerçek kişi olduğunu ise sonradan öğreniyoruz. Kendisinin bir boğayı, sırf hava atmak için doğduğuna pişman ettiği video meşhurdur.

Varoş diklenmesinin vazgeçilmez kalıbı “bir mermi iki lira, iki liralık canın var ulan!” söylemini ne kadar bayağı ve küçük görsek de ne yazık ki bir gerçeği ifadesi etmesi bence komiktir.

Savaş sanatları bu sebepten ateşli silahların öncesinde gelişim gösterebilmiş. Şiddet karşıtı olsalar da pasifist olmayan Shaolin kung-fucularının mızrak, kılıç ve saireye karşı yöntemler geliştirmiş olması da günümüzde anlamı azalan, yine de ilgiye layık yeteneklerden.

Osmanlı tokadının ölümcül oluşunu açıklamak isterken yanıtı, çene kemiğinin yerinden anormal şekilde oynayarak şakaktan girmesi, tıbbi bir dille ifade edersek, mandibula’nın ramus bölgesinden os temporale’yi kırması sonucu bayılma ya da mortingen şıtraze gerçekleşmesinde bulmak da ilginç bir konuydu.

Bu kemik örneğiyle birlikte, ölümcül noktaların anlam kazanabilmesi doğru teknik, doğru açı ve yeterli Newton gerçeğiyle karşılaşıyoruz. En basit fizik kurallarının ne derece fark yarattığını bilmenin görkemi her çağ olduğu gibi bu çağda da geçerliğini korumakta.

Bu zayıflığımızı bilmek bizi rahatsız etmemeli ancak gerekiyorsa korkaklığa varmadan temkinli olmak konusunda kulağa da küpe edilmeli. Bir de o var, gerekiyorsa muhabbeti, yani, basit bir şekilde, çoğu durumda “korkak” damgası yemek çok daha mantıklı bir tercihtir. Kaçanın anası ağlamaz dedikleri boşa değil. Yine de bazen savunacağımız şeyin anlam ve değerine göre elimizi kirletmek veya kötü senaryoyla canımızı ortaya koymak da hayatın bir cilvesi. Elbette, günümüzde sudan ucuz hâle gelmiş olan küfür için kavga edilmeli de demiyorum, birisi size küfretmişse veya trafikte çıldırmışsa, genelde en iyi tercih “sensin” deyip uzatmadan yola devam etmek oluyor. Buna eyvallah etmek diyoruz.

Tüm bunlar nereden aklıma geldi, şimdi yıllardan sonra, mesela güreşmenin üstünden bile yıllar geçmişken, tekrar bu keyifli işlere zaman ayıracağım gibi. Bir MMA antrenörünü kendisine fitness konusunda destek olmam karşılığında ayarladım gibi bir şey, bakalım.

Keyifli kısmı şurada ki, örneğin geçmişte bu ölümcül noktalar benim için noktalardan ibaretti. Şimdiyse kayda değer anatomi ve fizyoloji bilgisinden sonra neyi neden işe yaradığını bilmek güzel. İç organlar, kalp, atar damarlar, diğer kritik noktalar kimsede değişmiyor.

varma-kalai

Tüm bu yazı nereden mi çıktı? Karşıma olmadık bir yerde çıkan şu Varma Kalai sayesinde. Bilmiyordum, daha önce de duymamıştım. Bir Hint savaş sanatı ve doğrudan ölümcül noktaları hedef alan bir sistem, yani, birçok savaş sanatı gibi savunma ya da zarar vermeden etkisiz hâle getirmeye odaklanmıyor, amcamlar direkt öldürelim diyor. Hintlilerden beklemezdim doğrusu, belki de Gandi yüzünden yakıştıramadım, ya da bilmiyorum.

“Kara Şahin Düştü”ğüne göre, “alçal”abiliriz…

Bugünkü konum iki ünlü şarkı, birinin adı “Barra Barra” (dışarı, dışarı), diğerinin ise “Get Low” (alçal). Bu şarkılardan biri, 2001 yılında yayınlanan “Black Hawk Down” (Kara Şahin Düştü) adlı filmin resmî müziği, diğeri ise “Fast and Furious 7” (Hızlı ve Öfkeli 7) filminin resmî müziği.

Barra Barra Youtube’da 6 milyona yakın izlenmeye sahip, Get Low ise 22 milyon. Her ikisi de güzel parçalar, tavsiye ederim.

Barra Barra eserinin gerek sözleri gerekse müziği oldukça sert ve şakaya yer yok, tıpkı kendisini seçen film gibi yani. Get Low ise yer yer enerji kazanan, ancak içinde espriye de yer olduğu her hâlinden belli olan bir parça, söz yönüyse ağırlıkta değil, yine de orijinal klibinde alttan alta paraya domalın anasını satayım, nolcek mesajı barındırıyor. Fakat konumuz bu değil.

Mart 2003’de Irak’a girmeyi çoktan kafasına koymuş olan ABD ve İngiltere için, 2001 yılında yapılacak masraflı filmlerin gişe başarısı kadar, ABD ordusuna katılımı artırma yönleri de önemliydi. Aynı zamanda kamuoyunu da hazırlamaktaki detay enstrümanlardan biridir böyle filmler. Özgürlüğün bedeli, ucuz değil anacım tadında propaganda filmleri diyebiliriz bunlara. Gençleri de iyi gaza getirir hani.

Get Low ise, hâlihazırda pek savaş falan da yokken kapıda, dünyayı siktir et, bak keyfine diyen eğlenceli bir şarkı ve aksiyon tanımının sınırlarını fazlasıyla zorlayan, hatta absürt sayılabilecek bir filmin müziği, elbette şakaya da yer var bu yüzden.

Dünyaya isyan eden ağır bir şarkı olan Barra Barra’dan önce mi sonra mı Get Low dinleyeceğiniz ise tamamen size kalmış. Ben bu şarkıların filmlerden kesilmiş görüntülerle oluşturulmuş kliplerini tercih ettim. Bu arada, size tavsiyem Barra Barra’nın sözlerini de bulup okumanız olacak.